Ne güzel bir insandın sen Hacı anne

Gönlünün yarısı gitmişti ama onun teslimiyeti,  Rabbine bağlılığı daha da artmış,  Sündüz Hanım’ı herkesin  “Hacı Anne”si payesine taşımıştı.
Gönlünün yarısı gitmişti ama onun teslimiyeti, Rabbine bağlılığı daha da artmış, Sündüz Hanım’ı herkesin “Hacı Anne”si payesine taşımıştı.

O, başkalarını ihmal etmedi ama günler geçtikçe başkaları onu ihmal etmeyi yahut da ihmal etmek zorunda kalmayı tercih ettiler. En büyük üzüntüsünü çok sevdiği ve kendine eş bildiği torununu evlendirdikten sonra yaşadı. Öyle ki onun için “Hacı Ahmet daha yeni öldü.” diyerek dolaşır oldu.

“Sabah” ve “ezan”… Birbirine böylesine ruh katan başka iki kelime var mı bilinmez. Her yanda bir büyü vardır adeta. İnsanı içine çeken bir tılsım, bir hoşnutluk ya da ürperti… Şafağın sökmeye başladığı andan itibaren yepyeni bir dirilişe hazırlanan kâinatın kıyamına şahit olmak, işte bu nedenle insanın yüreğini okşar.

Seher vaktinin şahitliğinde, dünyanın faniliğine bir kez daha gülümsemenin, gün boyu süren koşuşturmacaları alaya alırcasına iç geçirmenin tüm örnekleri bu saatlerde sergilenir. Bedeni ile birlikte üşüyen ruhunun titrekliğinde insanoğlu, en çok da bu anlarda derin bir muhasebenin içinde bulur kendini. “Fe-eyne tezhebûn”(Nereye gidiyorsunuz?) ilahi ikazını âdemoğlu, en çok da gün ağarmaya başladığı ve gökyüzünün kendisine belki de en yakın olduğu anlarda tekrar eder. Böylesine içe dokunan sabahlarda birinci kattaki dairesinin balkonunda her daim tefekkür hâlindedir Hacı Anne.

“Sabah” ve “ezan”… Birbirine böylesine ruh katan başka iki kelime var mı bilinmez.
“Sabah” ve “ezan”… Birbirine böylesine ruh katan başka iki kelime var mı bilinmez.

Koca evindeki yalnızlığına arkadaş olan ve yatmadan yatmaya yanında bulunan torununun iç geçirmelerine rağmen kapatmaz balkonun kapısını. Dakikalarca oturduğu balkondan dışarı çıkarken olduğu gibi içeri girerken de dilinden zikir, elinden tesbih eksik olmaz. Dilinde var olmasa da aklından ve gönlünden çıkarmadığı sırrı da vardır Hacı Sündüz’ün. O da yıllar önce kaybettiği, ruh ikizi, hayat arkadaşı Hacı Ahmet’ten başkası değildir. Sadece kendi çocuklarının değil, eşin, dostun, akraba ve dahi koca bir mahallenin Hacı Anne’si ile Hacı Baba’sı idiler, Sündüz Hanım ile Ahmet Bey. Okulun bahçesine bitişik üç katlı binanın orta katından, öğrencilerin elleriyle buluşan kâh bir elma kâh bir çikolata yahut da ufak bir harçlığın adresi de bu iki altmışa merdiven dayamış insandan başkası değildi. Karadeniz’in iç kesimlerindeki küçük bir ilin büyükçe köyünden kalkıp da buralara geldiklerinde ikisi de gençliğinin baharındadır.

İki kız iki oğlana ana babalık etmeye başladıkları günden itibaren gönüllerindeki insan sevgisi dörtle sınırlı kalmayınca güçlerinin yettiği her faniye kol kanat germeyi kendilerine vazife bildiler.

  • Nerede bir yoksul, miskin yahut darda kalmış varsa onun hiç yüksünmeden gideceği kapı, herkes de çok iyi bilirdi ki yalnızca Hacı Sündüz ile Hacı Ahmet’in hanesiydi. Bunlar onların gerçekteki adlarıdır elbet; lakin onların gönüllerdeki karşılığı umumun ana babalığından başkası değildi. Kendi geçmişlerindeki yoksunluğu, yoksulluğu unutmamış bu iki güzel insanın etraflarındaki acılara, sıkıntılara gözlerini kapatmayışları da onların alicenaplıklarının neticesiydi.

Uzun yıllar birbirlerine yâr olan gönüllerin birlikteliği Hacı Ahmet’in ani vefatıyla son bulunca Sündüz Hanım, yaşlılığın bağrında bir başınaydı artık. Evlatları, gelinleri, torunları vardı elbette; lakin o ne evini bozdu ne de yaşayışını değiştirdi.

Gönlünün yarısı gitmişti ama onun teslimiyeti, Rabbine bağlılığı daha da artmış, Sündüz Hanım’ı herkesin “Hacı Anne”si payesine taşımıştı. O, artık sadece çocuklarının ya da torunlarının değil, yakın ya da uzak komşunun veya akrabanın hatta mahallenin, itibar ettiği, öğüt aldığı, yol yordam sorduğu biriydi. Bekâr bekleyeni evlendirme, çocuk isteyene dua etme, dul olana harçlık verme… Bu tür meziyetlerin sahibi de Hacı Anne’den başkası değildi. İlk evlerinin istimlak edilişinden sonra yerleştiği yeni dairesinde kendisi için kurduğu hayatın akışında da pek bir şey değişmedi. Yıllar Hacı Anne’nin gözlerinin ferini, dizlerinin dermanın kesmeyi artırdıkça onun dilindeki zikir halkası daha da büyüdü. En büyük hayıflanması Kur’an’ı okuyamaması yüzündendi. Ah bir okuyabilseydi! Şu her vakit başucunda duran radyosundan dinlediği gibi kendisi de bülbüller gibi şakıyabilseydi…

Ne de güzel olacaktı. Her şeye rağmen ezberinde olan sureleri vardı, Elham’ı, Kevser’i, Felak’ı iyi biliyordu ya… Daha Rabbinden ne istesindi ki?

Buna da şükretmemek ne büyük nankörlüktü onun için. O yüzden de hiçbir şeyden etmediği gibi bundan da şikâyet etmedi. Hacı Anne, gönlünü radyodan duyduğu ilahilere bağladı. Kendisiyle kalan torununa hayat dersleri vermeyi, bütün torunları için patik örmeyi, Müge Anlı’yı izlerken mazlumların haline içerlemeyi, yardıma muhtaç olduğu için ekmek alamayan İfaget’e para göndermeyi, bilmem kaçıncı göbekten yetim Ömer’e kız istemeyi, teravih namazlarını eksik etmemeyi, evlatları için insanlık için dertlenmeyi, hayırlı işler için dua etmeyi hiç ihmal etmedi. O, başkalarını ihmal etmedi ama günler geçtikçe başkaları onu ihmal etmeyi yahut da ihmal etmek zorunda kalmayı tercih ettiler.

“Fe-eyne tezhebûn”(Nereye gidiyorsunuz?) ilahi ikazını âdemoğlu, en çok da gün ağarmaya başladığı ve gökyüzünün kendisine belki de en yakın olduğu anlarda tekrar eder.
“Fe-eyne tezhebûn”(Nereye gidiyorsunuz?) ilahi ikazını âdemoğlu, en çok da gün ağarmaya başladığı ve gökyüzünün kendisine belki de en yakın olduğu anlarda tekrar eder.

En büyük üzüntüsünü çok sevdiği ve kendine eş bildiği torununu evlendirdikten sonra yaşadı. Öyle ki onun için “Hacı Ahmet daha yeni öldü.” diyerek dolaşır oldu. Sonra sağlığı iyiden iyiye bozuluverdi. Ne uykuları kaldı ne de mecali. Ağrıları iyice artınca da doktor yolunu tuttu. Doktorlar “Kalp kapağı değişmek zorunda.” Deyince Hacı Anne anladı ki tüm dünyaya yetecek yüreği, artık kendisine yetmiyordu. Yıllarca içine attığı, başkaları adına üzüldüğü ve yanıp yakıldığı her şey birikmiş ve bir kişilik kalbe ağır gelir olmuştu. Kendisi pek de istemedi ama doktorlar daha büyük sıkıntılar olma ihtimaline bakarak onu ameliyata mecbur bıraktılar. Ameliyatını da oldu Sündüz Hanım. Lakin gelin görün ki yetmişi geçmiş bir yürek bu yarayı taşımaya hiç de müsait değildi.

Hastalığı süresince dahi kimseyi bezdirmedi Hacı Anne. Hasta komşusunu, dul akrabasını, dertli ahiretliğini sormaktan, onların iyi haberlerini arzulamaktan hiç vazgeçmedi. Yaralı yüreğine yük bindirmeye, gönlündeki merhamet ve sevgiyi insanlık için harcamaya yeminliymişçesine ağrıyla sızıyla arkadaş olmaya devam etti. Zaman her zamanki hızıyla aktı. Emrihak her zamanki gibi vâki oldu. Hacı Anne, en çok sevdiği soğuk günlerin birinde ruhunu Rabbine teslim etti. Ardında hayırla yâd edilen bir ad, tebessüm ettiren hikâyeler bıraktı. Bir de kendisi için her an dua eden evlat, torun, eş, dost yahut akraba bir sürü insan… Şimdilerde herkes onun için bir Fatiha’dan sonra hep aynısını söylüyor: “Ne güzel bir insandın sen Hacı Anne! Cennetin mübarek olsun.”