Neden Tarık Buğra?

Tarık Buğra, akıntıya kürek çekmenin resmi gibidir.
Tarık Buğra, akıntıya kürek çekmenin resmi gibidir.

Tarık Buğra, bizim için, akıntıya kürek çekmenin, soğuk savaş döneminde ülkemizde de hâkim olan Marksist sanat ortamlarının dayatmalarına “eyvallah” dememenin, dahası, bir ideolojinin yağmurundan kaçarken başka bir ideolojinin dolusuna tutulmamanın, şöhret veya para için kalemini satmamanın resmi gibidir.

Tarık Buğra, 1918 yılında doğmuştu. Doğumundan kısa bir süre sonra Milli Mücadele başlayacak, Buğra henüz üç yaşında iken, Akşehir’de Milli Mücadelenin tezahürlerini görecek; şuuru yeni yeni uyanırken, gözlerinin önünden gaziler, askerler, silahlar, yaralılar, Çolak Salihler, İstanbullu Hocalar, Ali Emmiler geçecekti.

Uzun seneler sonra, Sultanahmet’te, bir kahvehanede otururken, büyük at kestanesi ağaçlarının tohum döktüğünü görmüş ve ağaçtaki geleceğe hazırlık iştiyakından ilham alarak, Küçük Ağa’yı yazmaya karar vermişti. At kestanelerinin tohumlarından ibret ve ilham alarak verdiği karar, Buğra’yı Türk edebiyatının birkaç büyük isminden biri yapacak olan esere doğru fırlattı.

Küçük Ağa’yla Türk romanının en önemli örneklerinden birini vereceğinin farkında mıydı?
Küçük Ağa’yla Türk romanının en önemli örneklerinden birini vereceğinin farkında mıydı?

En önemli eserini yazmaya karar vermiş olarak evine adımlayan Tarık Buğra, bu yürüyüş sırasında, Milli Mücadelenin ruhunu anlamakta zorlanan, bir milletin kendisini 600 küsur yıldır yöneten bir idareye ve iradeye bağlılığının birden bire sonlanamayacağını anlayamayan, insanın tereddütlerini, şüphelerini, korkularını, kararsızlıklarını küçümseyip kendi insanına “hain” yaftasını yapıştırmakta acele eden, farklı ideolojik saiklerle hareket eden bazı romancılara karşılık; insana, hiçbir ideolojinin deli gömleğini giymeden bakarak, İstanbullu Hoca’nın Küçük Ağa’ya dönüşümünü, yoksul, yalnız ve bitkin Çolak Salih’in Kahraman Çolak Salih’e dönüşümünü ve bütün bir Anadolu’nun büyük bir karamsarlıktan büyük bir heyecana ve dinamizme yükselişini anlatan Küçük Ağa’yla Türk romanının en önemli örneklerinden birini vereceğinin farkında mıydı?

Her fâniye nasıl bakıyorsak, Tarık Buğra’ya da öyle bakıyoruz. Alacaklarımızı alıp sorgulayacaklarımızı sorgulamalıyız elbette. Ama onun hayatından ve eserlerinden devşireceğimiz, hayata veya sanata ilişkin çok şey var.

Peki ya Gençliğim Eyvah’a çalışırken, 2016’da, kötülükleri, Türkiye’de büyük bir infiali ve büyük bir zaferi doğuracak olan bir terör örgütünün, FETÖ’nün romanını yazdığını biliyor muydu? Evet, çeşitli mahfillerde çeşitli kalemler dile getirdi. Tarık Buğra’nın 1979’da yayınlanan Gençliğim Eyvah romanı, İhtiyar adında karizmatik bir liderin örgütlediği bir suç çetesini anlatır. Bu suç çetesinin Türkiye’de yapıp ettikleri, özellikle 15 Temmuz 2016’dan itibaren FETÖ ile ilgili olarak konuştuklarımıza ilginç bir biçimde benzemektedir. Kurulan bir derneğe, şöhret, makam veya servet gibi hırsları olan akademisyenler, ihtirasları tahrik edilerek bağlanmakta ve bir süre sonra bu kişilerden yasa dışı yollarda yararlanılmaktadır. Buna benzer birçok uygulama, tuhaf bir biçimde, romanın yazılışından neredeyse kırk sene sonra, ülkemizi uçurumdan yuvarlamak isterken uçurumdan yuvarlanacak olan bir terör örgütü tarafından da gerçekleştirilmiştir.

Gençliğim Eyvah’a çalışırken, 2016’da, kötülükleri, Türkiye’de büyük bir infiali ve büyük bir zaferi doğuracak olan bir terör örgütünün, FETÖ’nün romanını yazdığını biliyor muydu?
Gençliğim Eyvah’a çalışırken, 2016’da, kötülükleri, Türkiye’de büyük bir infiali ve büyük bir zaferi doğuracak olan bir terör örgütünün, FETÖ’nün romanını yazdığını biliyor muydu?

Acaba Tarık Buğra’nın bu ilginç romanı bu kehanete nasıl ulaşmıştır? Sanatın, sanatçının sezgi gücü müdür bu? Dünyada olup bitenleri anlamaya çalışan her sağduyulu insanın kavrayacağı bir kötücül işleyişin fark edilmesi midir yoksa? Müslümanın feraset dolu bakışı mıdır? Mü’minin gözünün nuruyla bakışı mıdır? Bu sorular durduğu yerde duradursun, biz şunu söyleyelim: Tarık Buğra, bizim için, akıntıya kürek çekmenin, soğuk savaş döneminde ülkemizde de hâkim olan Marksist sanat ortamlarının dayatmalarına “eyvallah” dememenin, dahası, bir ideolojinin yağmurundan kaçarken başka bir ideolojinin dolusuna tutulmamanın, şöhret veya para için kalemini satmamanın resmi gibidir.

  • “Toplum için sanat” iddiasının, toplumcu gerçekçi edebiyat kuramının sanatçıyı özgürlüğünden alıkoyan daraltıcı yaklaşımını fark etmiş ve “sanat için sanat” anlayışını sırf bu oyunu bozmak için ileri sürmüştür.

“Fildişi kule”den ve sanatçının “çatı katı hayatı”na tahammülünün gerekliliğinden bahsetmesinin de sebebi budur. Bütün yazı hayatı soğuk savaş döneminde geçmiş, bütün hayatı, görüşleri, poetikası ve kişiliği, bu dönemin ateşinde pişmiştir. Tarık Buğra’yı kutsamak veya onun görüşlerini paket hâlinde alıp sorgulamamak değil niyetimiz. Her fâniye nasıl bakıyorsak, Tarık Buğra’ya da öyle bakıyoruz. Alacaklarımızı alıp sorgulayacaklarımızı sorgulamalıyız elbette.

Ama onun hayatından ve eserlerinden devşireceğimiz, hayata veya sanata ilişkin çok şey var. Bu satırları okuyan genç arkadaş! Hayatını ve sanatını zenginleştirecek membalar arıyorsan, işte Tarık Buğra külliyatı önünde duruyor! Hayranlıkla ve sorgulamadan değil, insafla ve aklederek okursan… Bu büyük çınar sana kapılarını açacaktır!