Nedâmet

Beynimin içinde bir harabe var, her taşı bir hatırayı canlandırıyor. İçinde dolaşmaktan bile korkuyorum bazen.
Beynimin içinde bir harabe var, her taşı bir hatırayı canlandırıyor. İçinde dolaşmaktan bile korkuyorum bazen.

Elleri bir garip, sahipsiz gibi duruyordu iki yanında. Eğilip alnından öptüm, uyandı. Kokusunu duydum. Saçları dökülmüş, çürümüştü yaşlılıktan. Bir kum saatinin boşalışını izler gibiydim. Gözüm anneme ilişti. İncecik entarisi kirliydi, saçları darmadağın. Kadıncağız bir köşede oturmuş, ne olduğunu kestiremediğim bir bakışla iç çekerek ağlıyordu. Bizi görür görmez yüzünü bir tebessüm sardı.

Ölmenin ve unutmanın zor, olup bitenlere katlanarak yaşamanınsa kolay olduğuna inanıyordum. Yanılmışım. On yedi yıl önce kapanmış bir yaranın yeniden açılacağını nereden bilebilirdim.

O sabah annem, babamın kaza geçirdiğini haber verince kardeşimi aradım. "Sezai, yine canın sıkılacak biliyorum ama babam kaza geçirmiş. Bilmek isteyeceğini düşündüm. Annem de hastanede bir başına." Sezai uyku sersemliğinin verdiği şaşkınlıktan kurtulunca: "Geç abla bunları, o mendeburun elinden kurtulamadık gitti. Ona bir şey olmaz. Hepimizi gömer öyle gider." "Annemle konuştum, çok üzgün, özellikle senin onu ziyaret etmeni istiyor." dedim. İlgisiz bir sesle: "Kendini acındırmaya çalışıyor. Beni evden kovduğu o günü hiç unutmadım," dedi. "Durumu iyi değil diyorum, sen neyden bahsediyorsun? Böyle bir dönemde onu yalnız bırakamayız." de- dim. Sezai: "O gün evden ayrılırken onun adını son defa andım. Onun gözünde hâlâ o cılız, pısırık çocuğum. Geç bunları."

Hani insan gençlik, çocukluk resimlerine bakar da hiç tanımadığı birini görür gibi olur ya; o evdeki hâlimi ne zaman hatırlasam kendimi öyle yabancı hissederim."

Teskin etmeye çalışarak: "Hazırlan gidelim. Eski defterleri kapatalım. Unutmak gerek Sezai. Bir gün hepimiz öleceğiz." dedim. Sesinde küstah bir gülümseme belirdi. "Öleceksek ölürüz, nedir yani? Her şeyi oluruna bıraktım ben. Hem onca yaşananlar ne olacak abla?" "Başlama yine! Bir şeyi oluruna bırakmak ilgisizlik demektir. O senin baban, buna hakkın yok. Ağzını aramıyorum ben, geliyor musun gelmiyor musun? Ben bugün yola çıkacağım haberin olsun." "İyi bakalım, senin ve annemin hatırı için geleceğim. Hazırlanıyorum, birazdan birlikte geçeriz hastaneye." Öğlene doğru kıtıpiyoz bir arabayla evin kapısında göründü. Baharın çepelli günleriydi. Hava kapalıydı, yağmur geliyordu. Ön koltuğa oturduğumda elindeki gofreti ikiye bölerek bir parçasını bana uzattı. Ardından dikiz aynasını düzeltti. Kaç yıl oldu görmemiştim. Saçları aklaşmış. Nerede o eski Sezai, o kaçın kurası Sezai? Hey gidi... Sonra vites değiştirerek gaza yavaşça yüklenip arabayı hareket ettirdi.

Sesi yorgundu. "Gergin görünüyorsun," dedim. Kötü bir gülüş belirdi dudaklarında. "Yoo, sakinim!" dedi. "Hadi hadi, baksana yüreğinden geçeni yüzünden okuyorum. Bak çıkar giderim surat edeceksen!" Bu lafımdan hiç alınmadı. Ekşi ekşi güldü. Bir süre dargın gibi konuşmadık. İkide bir dudaklarını kemiriyordu. Bir zaman sonra gözleri dolarak bana dönüp konuşmaya başladı. "Hatırlar mısın, bana her kızdığında ‘Sıska bacaklı patlıcan!' derdi. Mahallede duymayan kalmamıştı." "Unutalım bunları. Herkes hata yapar. Hem bizim üzerimizde hakkı var." dedim. "Hata değil abla! Eski çamlar bardak oldu, bardak! Kapının önüne konulduğumda henüz on beşimdeydim. Şimdi elimde bir lise diplomam bile yok. Hiçbir zaman tam dikiş tutturamadım. İşportacılık, aşçı yamaklığı, orda burada amelelik yaptım. Bir düzen kuramadım. Hani insan gençlik, çocukluk resimlerine bakar da hiç tanımadığı birini görür gibi olur ya; o evdeki hâlimi ne zaman hatırlasam kendimi öyle yabancı hissederim."

Sen bir köşede ödevlerini yapardın, ben de minderde, pencerenin kenarında annemin dizleri dibinde oturur cama vuran yağmur tanelerini saymaya çalışırdım.
Sen bir köşede ödevlerini yapardın, ben de minderde, pencerenin kenarında annemin dizleri dibinde oturur cama vuran yağmur tanelerini saymaya çalışırdım.

"Bir işin ucundan tutamadıysan bu biraz da senin beceriksizliğin. Kaç sene önce ufak bir lokanta açacağım diye haber yollamıştın hani eve hatırladın mı? Annem, babamdan gizli bileziklerini, altınlarını satıp sana yüklüce bir para yollamıştı. Ben elimle getirdim sana o paraları. İşi yürütemedin. Senden ötürü ben de kazandığım fakülteye kaydımı yaptıramadım. Ama bir gün olsun ağzımı açmadım kimseye." Cevap vermedi. Omuzlarını silkti. Sigarasının dumanını dolu dolu savuruyordu. Ben de sustum. Sezen, "Küçüğüm"ü söylüyordu. Müziğin sesini yükselttim. Başını arabanın yan camına yaslayarak yine neşelenir gibi görünmeye çabaladı. Bir süre sessizleştik. O sessizlik içinde ikimiz de düşüncelere daldık. O anlarda savrulmuş, dökülmüş, kuru yaprakların soğuğunu duydum içimde. Dikkatini arabaları sollamaya vermişti. Yolda çok fazla kamyon vardı; ağır ağır ilerliyorlardı. Arabaları her solladığımızda rüzgârın vınlaması duyuluyordu. Arada sırada emniyet kemerim takılı mı diye kontrol ediyordum.

Aradaki tatsızlığı dağıtmak ister gibi: "Yağmur ne güzel çiseliyor, değil mi?" dedim. Biraz sonra sesi kulağımda yeniden belirdi. "Yağmur dedin de hatırlar mısın, senin okula yeni başladığın yıllardı sanırım. Sen bir köşede ödevlerini yapardın, ben de minderde, pencerenin kenarında annemin dizleri dibinde oturur cama vuran yağmur tanelerini saymaya çalışırdım. Canım hiç sıkılmaz, dalıp giderdim bu anlarda. Annem ne çileler çekti. Ne zaman yüzünü anımsasam her şeye bağıran bir adam canlanıyor gözümün önünde. Bir gün olsun karşısına alıp evladımdır diye iki lakırdı etmedi. Beynimin içinde bir harabe var, her taşı bir hatırayı canlandırıyor. İçinde dolaşmaktan bile korkuyorum bazen. Bir ara annemle kavga edip günlerce eve gelmemişti. Geldiği zaman da salondaki kanepede yatmıştı uzunca bir süre. O, salonda diye tuvalete bile rahat gidemezdik. Ah nelere katlanıyormuş insan! Otur ağla diyor içim."

"Herkesin derdi bir türlü işte. Anasız babasız büyümekten iyidir Sezai yine de." Bir dağda, ormanlık bir kasabanın içinde ilerliyorduk. Yol iri iri taşlarla, tümseklerle, çukurlarla doluydu. Tekerler çakıl taşlarını sertçe savuruyor; sıçrayan taşlar arabanın altına çarptıkça tok sesler çıkarıyordu. Biraz sonra yağmur da bastırdı. Ön cama iri yağmur damlacıkları çarpıyordu. Bozuk yolda iyice hızlanmıştık. Bir kasabanın çıkışında arabanın içine ağır yanmış lastik kokusu sindi. Sezai "Bir bu eksikti," dedi. Kaputtan buhar çıkıyordu. Kapağı geriye doğru itti. "Hararet yapmış meret!" dedi öfkeyle. Bu sırada yol kenarında bir alay çocuk top oynuyordu. İçlerinden birinin vurduğu top Sezai'nin suratına geldi. Yüzü tiksintiyle buruştu. Yerinden fırladığı gibi küfrederek üstlerine yürüdü. Çocuklar onun geldiğini görünce birbirlerini çiğneyerek kaçıştılar. Birini yakalayınca omzundan sertçe sarstı. Çocuğun fena hâlde korkup ağlamaya başladığını görünce bıraktı.

Beynimin içinde bir harabe var, her taşı bir hatırayı canlandırıyor. İçinde dolaşmaktan bile korkuyorum bazen.

Arızayı giderdikten sonra araba yeniden gürüldeye homurdana hareket etti. Sağ gözü toptan dolayı kızarmış, hafif şişmişti. Öfkeyle ikide bir homurdanıyordu. Göz gözeydik. "Biraz sakin olur musun? Hastanede de eski defterleri açayım deme. Son dönemlerde bambaşka bir insan olmuş diyor annem. Yanımıza da bir şey almadık. Hiç olmazsa bir çiçek yaptırsaydık." Lafın burasında dayanamadı. "Hadi oradan, boş versene abla, değişmişmiş. Bunamıştır o. Geldiğimize şükretsin. Bundan böyle rezalet de vezaret de vız gelir bana! Geçtim o hesapları. Ne ekersen onu biçersin." Hastaneye vardığımızda ortalık iyice kararmıştı. Oda kapısına gelince biraz duraksadık. Bir korku kapladı içimi. Bir tatsızlık çıksın istemiyordum. Neyse ki babam uyukluyordu. Babamı görür görmez, Sezai'nin bütün vücudu sarsıldı. Bir hayali kovmak ister gibi elini yüzünde dolaştırdı. Babam fazlasıyla zayıflamıştı. Geniş alnının altında kocaman duran burnu bile küçülmüştü.

Gözlerinin altı çökmüştü, burnunun deliklerinden fırlayan bir tutam kıl soluk almasını güçleştiriyordu. Gözümün önünde beliriverdi çocukluğumdaki devasa cüssesi. Yürürken yeri çın çın öttürürdü. Şaşırdım, üzüldüm bu hâline. Elleri bir garip, sahipsiz gibi duruyordu iki yanında. Eğilip alnından öptüm, uyandı. Kokusunu duydum. Saçları dökülmüş, çürümüştü yaşlılıktan. Bir kum saatinin boşalışını izler gibiydim. Gözüm anneme ilişti. İncecik entarisi kirliydi, saçları darmadağın. Kadıncağız bir köşede oturmuş, ne olduğunu kestiremediğim bir bakışla iç çekerek ağlıyordu. Bizi görür görmez yüzünü bir tebessüm sardı. Babam uyanınca bir süre anlamsız bakışlarla bizi süzdü. Gülümser gibi oldu. Kenetlenmiş dişlerinin arasından boğuk bir ses çıktı: "Sezai de geldi mi?" Kardeşimin suratında alaycı bir gülümseme, dudağını kenetledi. "Geldim baba, geldim! Senin de fazla zamanın kalmamış!" Canım sıkıldı. Babamın ellerini tutup "Sık dişini biraz, bu günler de geçecek inşallah." dedim.

 Kardeşime biraz hava alalım diye başımla işaret ettim. Soluğu darala darala koluma girdi. Dar, beyaz koridorlar hiç bitmeyecek kadar uzun geldi ikimize de. Aşağıya hastanenin kafeteryasına indik.
Kardeşime biraz hava alalım diye başımla işaret ettim. Soluğu darala darala koluma girdi. Dar, beyaz koridorlar hiç bitmeyecek kadar uzun geldi ikimize de. Aşağıya hastanenin kafeteryasına indik.

Babamın soluğu titriyordu. Belli olmasın diye daha yavaş soluk alıp vermeye çalışıyordu. Sezai dişlerini sıkarak konuşmaya başladı. "Susuyorsun şimdi. Ama ben susmayacağım. Sokakta ailece gezmeye giden, arabalarıyla pikniğe çıkan komşu çocukları görürdüm, burnum sızlardı. Annem bizi her zaman senden korumaya çalıştı. Yüksek sesle konuşmayı bile yasakladın evde. Şu kıza bak! Doğru dürüst bir aile bile kuramadı senin yüzünden." Konuları bana getirmesi iyice canımı sıkmıştı. "Şu kızın bir hayat, bir aile kuramamasının sebebi sensin. Senin gibi bir babası varken daha farklı ne olabilirdi ki! Hep kilolarından bahsettin. Biriyle görüşecek olsa hemen sürtük dedin!" Annem, "Oğlum, bunları konuşmak için çok geç." dedi. Sezai öfkeyle, "Neden kovdu beni? O evin çocuğu değil miydim ben! Giderken arkamdan söyledikleri hâlâ aklımda:

  • ‘Durduğun kabahat! Defol git! Biti kanlanınca dili uzadı bu tekne kazıntısının!'" demişti. Annem: "Bezdik senin şu yerli yersiz sızlanmalarından. Kimseyi suçlama. Kendin gittin. Sen seçtin Sezai!" dedi.

Soğuk bir ter boşandı sırtımdan. Kardeşim öyle sert bakıyordu ki bize, yüzünde apaçık düşmanlık görüyordum. Sezai gene sıkkın, sinirli: "Haklı olmasam demediğini bırakmazdı şimdi. Madem buradayım, her şeyi bilecek. Hesaplaşacağız." O an işte, o an garip oldum. Ben bu çocuğun içinin kurduyumdur. Biliyordum bir şeyler karıştıracağını yine. Annem dayanamayıp araya girdi. "Oğlum iş mi bu senin yaptığın? Hâlden anla biraz. Şu saçlarıma bak her telini bir başka dert ağarttı. Bak ben de iyi değilim. Hem şimdi sahipsiz mi bırakacaksınız beni!" Sezai'nin rengi attı, diş gıcırdatır gibi gözünün ucuyla babama baktı. Sanki o değilmiş gibi sözüne devam etti. "Sana son bir şey söyleyeceğim. Yaptığın onca şeye rağmen seni severdim biliyor musun? Çocukken sana ne kadar çok kızsam da seninle en çok yemekte birlikte olduğumuz saatleri özlerdim. İştahsız bir çocuktum. Sen ikide bir önümdeki tabağa bakıp ‘Bitir onu.' dedikçe lokmalar boğazımda düğümlenir kalırdı. Sofrada kasvetli bir sessizlik hüküm sürerdi.

Henüz beş dakika geçmemişti ki annem aradı bu kez. "Babanızı kaybettik." dedi. Bir bulantı yükseldi, boğazıma yerleşti. Sezai'nin söylemek istedikleri bir avuç küldü, babam onu üfleyip dağıtmıştı bir nefeste.

Ayranı höpürdetmeye bile iznim yoktu. Önce kurumuş olanları yememiz için ekmeği önümüze koyardın. Tazesinden almak için elim ara sıra poşete iliştiğinde öfkelenir, bağırıp çağırırdın yüzüme. Anne, hatırlar mısın, biz küçücük bir çocukken kendini banyoya kilitler, saatlerce çıkmazdın. Bazen bizi bırakıp babanın yanına gider, günlerce gelmezdin; o zamanlar evde bir başıma kaldığımı anlayıp ne yapacağımı şaşırırdım. Beni de neden yanında götürmedin diye sana da çok kızardım." Biraz sonra babam yerinden doğruldu. Bir an Sezai'yi tanır gibi gözlerini kısarak uzun uzun süzdü. Sonra "Sen kimsin?" dedi güçlükle. O tek kelime ağzının kenarından salya gibi aktı. Sessizlik, bir gölün dibine çöken çamur gibi gittikçe ağırlaşıyordu. Annemin iyice beti benzi attı. Arpa samanı gibi sarı bir yüzle titreyip duruyordu. Dayanamayıp araya girdi. "Çenen tutulsun e mi! İçim kıyılıyor. Sus gayrı. Babanızın durumu uzun zamandır kötü. Üzülmeyin diye sizden sakladım hep. Son zamanlarda hayalleri, halüsinasyonları arttı. Sürekli aynı soruları sorup duruyor.

Ne söylediğini bilmiyor. Neredeyse her gün saatlerce tavanda, duvarda, perdede gördüğü insanlarla tartışıyor. Bir gün benden habersiz camiye gitti ve geri gelmedi. Araba çarpmış, bir ayağı kırılmış. Öylece bırakmışlar. Allah'tan adamın biri gece yarısı otobanın kenarında yerde inlerken fark etmiş de hastaneye götürmüş hemen. Durumu bu. Bazen saatlerce konuşuyor, öyle günler oluyor tek kelime çıkmıyor ağızdan." İkimiz de kıpkırmızı kesildik. Bu son konuşma Sezai'yi büsbütün dertli etti. Yüreğinin ortalık yerine taş gibi ağır bir şey oturdu. Kendini toparlamaya çalıştıysa da olmadı. Kardeşime biraz hava alalım diye başımla işaret ettim. Soluğu darala darala koluma girdi. Dar, beyaz koridorlar hiç bitmeyecek kadar uzun geldi ikimize de. Aşağıya hastanenin kafeteryasına indik. Sonunda daha fazla karşı koyamayarak bir köşeye büzülüp çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Teselli etmeye çalıştım ama sesim bir fısıltı gibiydi, duyuramıyordum ona. Henüz beş dakika geçmemişti ki annem aradı bu kez. "Babanızı kaybettik." dedi. Bir bulantı yükseldi, boğazıma yerleşti. Sezai'nin söylemek istedikleri bir avuç küldü, babam onu üfleyip dağıtmıştı bir nefeste.