Of!

Çileden ah çekilir ama of çekilmez. Birisi zulmeti, diğeri nuru yakar.
Çileden ah çekilir ama of çekilmez. Birisi zulmeti, diğeri nuru yakar.

“Âh” sesini Dede Efendi’den, Itrî’den, Hâfız Post’tan duyarsınız ama “of” sesini bu yüzden pek duymazsınız. “Âh mine’l aşk” denir, “Aşkın elinden yandım” mânâsında... Kul efkârlı olabilir ama Rabb’ini unutmaz. Sıkıntılı da olsa umutsuz olmaz. Hakk’ın verdiğine, takdirine tabi olur. Hakk’tan, O’nun takdirinden razı olur. Zira Mevlâ’mız kendinden razı olmayan kuldan razı olmaz. Çünkü nimeti de veren O’dur, külfeti de...

“Ooof, oooof, oooof, of!”

Hacı Ârif Bey’in bestenigâr makamındaki şarkısı böyle başlıyor. Sonra? “Çok gördü felek şimdi beni bezm-i civânda.” Bu ilk mısrayı söyledikten sonra bu kez tiz perdeden “ooof, oooof, oooof, of!” terennümü geliyor. “Çekdi araya perde-i gurbet şu zamânda.” Yine “Ooof, oooof, oooof, of!” Son “of” hecesi nağmeyi pest seslere indiriyor, karara bağlıyor. Sükûnete, yani sekinete. Şarkının devamı şöyle: “Her şâmın olur subh-ı safâ-bahşı cihânda Gam çekme gönül bir gün erer firkate pâyân Takdîr-i Hudâ elbet eder gönlümü hândân.” Bu eserin güftesinde “of”lar yok. Hacı Ârif Bey bestelerken bundan bol bol eklemiş. İnsan her an yeni bir “of” silsilesi bekliyor. Gam katarı gibi... “Of”lar Bestenigâr âleminin farklı köşelerinden yankılanıyor.

Hacı Ârif Bey pek çok efkârlı eserler bestelemiş.
Hacı Ârif Bey pek çok efkârlı eserler bestelemiş.

Hacı Ârif Bey pek çok efkârlı eserler bestelemiş. Çoğunda böyle seri “of”lar vardır. Bestenigâr, “gönlün bağlandığı güzel” demek. Uhrevî bir makâm. Yani insan dinledikçe kendi özünün derinliğine, aslına sefer ediyor. Aslımız Rabb’imizdir. Böylece bizi dünyadan koparıyor. Hacı Ârif Bey yakışıklı bir zat. Hayatı sevip ayrılmalarla dolu... Gamdan başını kaldıramamış. Belki sırf bu gamı ifade için bir makam da terkîb etmiş: Hicâz-ı kürdî, ya da bugünkü söyleyişiyle kürdîli hicâzkâr. “İcâd” etmiş demiyoruz, “terkîb” etmiş, çünkü yeni bir şeyi yaratmak Yaradan’a mahsus. Bakın, burada bir tevhit edebi var. Hacı Ârif Bey 1831’de doğmuş, 1885’de vefat etmiş. Seyyittir, yani Hazreti Hüseyin Efendimizin pak soyundandır. İlk müzik meşklerini büyük ârif besteci Zekâî Dede hazretlerinden yapmış. İkisi de aynı semtte, Eyüpsultan’da yaşamışlar. Hacı Ârif Bey Tanzimat Dönemi’ni belki de en mükemmel şekilde yansıtan bir besteci...

Abdülmecid döneminde saraya alınmış. Osmanlı müziğinin Batı müziğinin arkasına atıldığı, yani aşağılık kompleksinin merkezi olan sarayda uzun süre görev yapmış. Cariyelerin müzik hocasıymış. Fakat Abdülaziz zamanında saraydan çıkarılmış. Nice sonra Abdülhamid’in aklına gelmiş, tekrar saraydaki görevine dönmüş. Anlatıldığına göre bir gün mabeyncisi Sultan Abdülhamid’in ondan belirli bir şarkıyı okumasını istediğini iletmiş. Ârif Bey, “Ben onun babasından çok saygı gördüm. Bana şu şarkıyı oku, diye emir veremez. Sanatta padişah iradesi geçerli değildir.” cevabını vermiş. Bunun üzerine elli gün sarayda hapsedilmiş. Nihayet nihâvend makamındaki “Ahteri düşkün garibim, âşık-ı âvâreyim” şarkısını bestelemiş. Fakat şarkının ilk mısraındaki “yıldız” anlamına gelen “ahter” kelimesi tehlikelidir. Çünkü Abdülhamid’in kendisini ima ediyor diye “yıldız, saray, burun” gibi kelimelere karşı alerjisi vardır, bunları kullanmak yasaktır.

Modernlik sabırsızlık ve aciliyet demek olduğundan bu modernleşme döneminde uzun eserler yerine kısa, ağır değil hızlı icra edilen, güftelerde deruni ve çok katmanlı anlamlar yerine seküler anlamlar taşıyan şarkılar popüler olur.

Bunun için “ahter” kelimesi bugün “tâlih” dediğimiz “tâli” kelimesiyle yer değiştirilmiş. Bu eser Abdülhamid’in huzurunda okunmuş. Eseri çok beğenen padişah besteciyi bağışlamış. Ârif Bey küçük, kısa şarkılarıyla meşhur. Belki de bugün bile her müzik eserine “şarkı” dememize ilk vesile olandır. Modernlik sabırsızlık ve aciliyet demek olduğundan bu modernleşme döneminde uzun eserler yerine kısa, ağır değil hızlı icra edilen, güftelerde deruni ve çok katmanlı anlamlar yerine seküler anlamlar taşıyan şarkılar popüler olur. Kendi müziğine “alla Turca” yani “Türk tarzı” diyecek kadar yabancılaşmış ve içki ile özdeşleştirilen müzik türü hâline gelir. Hâlâ da öyle... Aslında Tanzimat Dönemi sadece siyasi bir süreç değil. Aksine hayatımızı temelden değiştiren bir süreç... Üniversite ikinci sınıfta uluslararası bir konferansta “The Tanzimat State” diye bir tebliğ sunmuştum.

“Tanzimat Devleti” O makalede Cumhuriyet’in Tanzimat Dönemi içinde yer aldığını anlatıyordum. Bugün hâlâ o devirdeyiz. Bugün evimizde “divan” değil de “kanepe” varsa o dönemin eseri. Gerçi Fransızcada “kanepe”ye hâlâ “divan” da deniliyor, başka mevzu... “Apartman”da oturuyoruz çünkü Tanzimat şehrindeyiz. Bir “bağ” veya “demet” değil “buket” çiçek alıp sevdiklerimize hediye ediyorsak bu da aynı sebepten... “Koalisyon”, “branş”, “etik”, “sirkülasyon”, “emisyon” diyorsak da... Kısacası Tanzimat sadece eşyaları değil, binaları, şehirleri, zevkleri, düşünceleri, kavramları da etkiledi. Bütün bu değişimin veya bozulmanın aslı aynı: Tanzimat ile referansımız tersine döndü. Artık dünyaya kendimiz olarak, yani mümin olarak bakmıyoruz. Batı nasıl bakıyorsa öyle bakıyoruz. Kendimize, kendi imanımıza, kendi geleneğimize yabancı olmayı önemsiyoruz, seviyoruz, hatta bununla övünüyoruz.

Osmanlı’dan beri Batı’nın İslâm’a benzer yönlerini gururla gösterip, “Bir tek Kelime-i Şahadet söylemedikleri kalmış!” türünden zırvalar ediyoruz. Bakarsanız Elmalılı Hamdi gibi bir âlim bile Fransızca felsefe tarihi kitabını tercüme ederken Tanrı anlamındaki “Dieu” kelimesini “Allah,” “ethique” kavramını da “ahlâk” olarak tercüme etmekte beis görmez. Hâlâ aynı noktadayız. Hâlâ Kur’an’ı, sünneti, akaidi, kelâmı Rabbanî bir âlimin değil de bir Batılı’nın referansıyla anlamaya çalışanlarımız var. Bugün muhafazakârların yücelttiği Fuat Köprülü’nün edebiyat ve şiire, Ahmet Hamdi ve Yahya Kemal’in bediiyyata tevhidi eksen almadan bakışı aynı referans çarpıklığının bir sonucu. Yani tevhidin hayattan, sanattan, düşünceden, mimariden, şiirden, müzikten tasfiye edilmesi...

Peki ama “of” hecesinin bütün bunlarla ilgisi nedir Allah aşkına? Osmanlı müziğinde “âh”, “aman”, “yellel”, “tennâ” gibi anlamlı-anlamsız hecelere ve “cânım, cânânım”, “serv-i revânım”, “kaşı kemân” gibi ifadelere rastlanır. Bunlar mısraların sonunda yer alır ve “terennüm” denir. Eserlerin en vurucu ve parlak nağmelerinde bu gibi anlamsız kelimeler vardır. Neden? Çünkü insan aşka düştüğünde ne dediğini bilmez. “Terelelli olmak” aslında kelâm aracını aradan çıkarmak, öze ulaşmaktır. Söze ihtiyaç kalmadığı anın müzikteki karşılığıdır. Tanzimat Dönemin’e, hatta galiba Hacı Ârif Bey’e kadar müziğimizde “of” pek duyulmaz. Çünkü “of” şikâyet, sitem, isyan ünlemidir. Allah’ın verdiği imtihana isyân edilmez, sabredilir. Kur’an’da İsrâ suresinde Rabb’imiz şöyle beyan buyurur:

  • “Rabbin kesin olarak şunları emretti: Ancak kendisine ibadet edin, anne ve babaya iyilik edin. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, sakın onlara ‘öf’ bile deme ve onları azarlama. İkisine de tatlı ve güzel söz söyle.”

Bu yüzden besteciler ve şairler “amân”, “âh”, “yâr”, “cânân” diye feryat ederler ama pek “of” demezlerdi. Nitekim Kur’an’da Rabb’imiz başka bir ünlemi zikreder. Hazreti İbrahim’in (a.s.) çok ah çekmesine telmih ile ona “evvâh” der. Çileden ah çekilir ama of çekilmez. Birisi zulmeti, diğeri nuru yakar. “Âh” sesini Dede Efendi’den, Itrî’den, Hâfız Post’tan duyarsınız ama “of” sesini bu yüzden pek duymazsınız. “Âh mine’l aşk” denir, “Aşkın elinden yandım” mânâsında... Kul efkârlı olabilir ama Rabb’ini unutmaz. Sıkıntılı da olsa umutsuz olmaz. Hakk’ın verdiğine, takdirine tâbi olur. Hakk’tan, O’nun takdirinden razı olur. Zira Mevlâ’mız kendinden razı olmayan kuldan razı olmaz. Çünkü nimeti de veren O’dur, külfeti de...

Aslında bu gerçeği Hacı Ârif Bey’in bestelediği şiirin sahibi Mehmed Hâfid Bey de şarkının sonunda tasdik eder: “Gam çekme gönül bir gün erer firkate pâyân Takdîr-i Hudâ elbet eder gönlümü hândân.” Yanlış anlaşılmasın. Bütün bunları Hacı Ârif Bey’e bühtan etmek için söylemiyoruz. Aksine hayatın merkezinden tevhid çıktığında böyle en yetkin, parlak, muhteşem bir gönlün bile gaflete düşebileceğini göstermek istiyoruz. Biz hâlâ o gafletteyiz. Ama iki asırdır Hakk’tan gafleti uyanıklık sanıyoruz. Bu unutkanlıktan ancak tevhide, yani aslımıza, özümüze, kendiliğimize dönerek kurtulabiliriz. Sanatta, hayatta, düşüncede, oturmada-kalkmada, siyasette, ticarette Hakk’ı gaye ve ölçü edinerek kurtulabiliriz.