"Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır"

Bu topraklarda kurulmuş her güzel cümle, yapılmış her güzel iş Resulullah’a yöneliktir.
Bu topraklarda kurulmuş her güzel cümle, yapılmış her güzel iş Resulullah’a yöneliktir.

İstiklal Harbi’nde gülle-mermi arasındaki gerçek cephanemiz de oydu ki, düşman kovulana kadar durmadan o büyük ezberi tekrar edip durmuştuk. O denklemdi her şeyini kaybetmiş Anadolu’nun ‘kendi’sini kaybetmemek için dilinden düşürmediği hakikat.

“Muhammed’in yolundan ayrılan Türkler, başkalarının hükmü altına girmiştir.”

Rousseau

Onlar da anlasın diye epigrafa Rousseau’yu koydum. Yoksa mesele bizim açımızdan oldukça kısa: Efendimiz Yunus Emre diyor ki; “Muhammed cümleye dindir imandır.” Bu kadar deyip bitirebiliriz de. Bitirmeyelim. Din nedir, iman nedir, cümle nedir anlayalım.

Bu topraklarda kurulmuş her güzel cümle, yapılmış her güzel iş herkesten ve her şeyden önce Resulullah’a yöneliktir. Yapıp ettiğimiz her güzellik, onu övmek vazifesiyledir.

Ya O’nu överek ve O’nu merkeze koyarak var oluruz ya da yok olmaktan başka bir seçenekle karşılaşmayız.

Varlığın anlamını dünyadan ibaret bilmeyenlerin en iyi bildikleri ezberdir bu. Bir tercih olduğu kadar, var olmanın kapısındaki zorunluluğumuzdur da. Başka türlü yaşayamaz, başka türlü var olamayız çünkü. Sadece bugün de değil üstelik. Tarihe çıktığımız günden beri bu böyledir. Hem toplumsal hem de ferdi varlığımızın, ‘var’olabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi için kaçınılmaz istikametimiz budur. O’nu anmak ve O’na yönelmek dışındaki bütün seçenekler felaketimizle sonuçlanacak kesinliklerdir. Ya O’nu överek ve O’nu merkeze koyarak var oluruz ya da yok olmaktan başka bir seçenekle karşılaşmayız. İstesek de istemesek de hakikat budur.

Bizim, her santimine 21. yüzyıl bulaşmış bünyemizin kolaylıkla anlayamayacağı bir denklem bu. Bugün artık bütünüyle anlayamayacağımız o denklemdir, Osmanlı şehzadelerinin başlıklarına nalın-ı saadet’i nakşettiren… Sultanların şehrinde gözbebeği semte, sırf O’nu sevdi, sırf O’nu evinde ağırladı, sırf O’nu gördü diye Eyüp ‘Sultan’ diyen ve Padişahları her cüluslarında o kapıya götüren şey de budur.

Sultanların şehrinde gözbebeği semte, sırf O’nu sevdi, sırf O’nu evinde ağırladı, sırf O’nu gördü diye Eyüp ‘Sultan’ diyen ve Padişahları her cüluslarında o kapıya götüren şey de budur.
Sultanların şehrinde gözbebeği semte, sırf O’nu sevdi, sırf O’nu evinde ağırladı, sırf O’nu gördü diye Eyüp ‘Sultan’ diyen ve Padişahları her cüluslarında o kapıya götüren şey de budur.

İstiklal Harbi’nde gülle-mermi arasındaki gerçek cephanemiz de oydu ki, düşman kovulana kadar durmadan o büyük ezberi tekrar edip durmuştuk. O denklemdi her şeyini kaybetmiş Anadolu’nun ‘kendi’sini kaybetmemek için dilinden düşürmediği hakikat.

Eskişehir ve Malatya’dan, masumlar öldürülmesin diye kalkan uçakların Kıbrıs semalarına yaklaşması ile burada minarelerden yükselen ses arasındaki ilişkiyi de o denklem açığa çıkarır.

Hepsi bir yana, hatırlayalım; On bir yıl süren Devr-i Fetret’te baştanbaşa eşkıya yatağı haline gelen Anadolu’nun o kaostan kurtulmasını sağlayan şey neydi? O’nu övmekti… Üzerine en çok konuştuğumuz şeyler, çoğunlukla üzerine en az düşündüğümüz şeyler olmakla sonuçlanıyor. Rivayetler muhtelif. Devr-i Artuklu’da başladığını söyleyen de var, Abbasiler döneminde başladığını söyleyen de.

  • Hâkim kanaat, Memlüklerin son devrini işaret etse de biliyoruz ki asıl kıymetini Selçuklu’da buluyor. İnceldiği ve her yere işletildiği yer ise Osmanlı. Anlamına uygun olarak, kendi anlamıyla onu birleştirenler Osmanlılar. Duyup da işitmediğimiz ‘salâ’dan bahsediyoruz elbette.

Salâ,Türk dini musikisinde bir form, malumu olduğu üzere. Yalnız ölümü haber vermek için de değil üstelik… Tarih boyunca her toplumsal meselede hatırlanmış. Ölümü olduğu kadar sevinci de onunla dile getirmiş büyük geleneğimiz. Üzülünce de ‘salâ’ vermişiz, sevinince de… Şehre düşman girdiğinde de ‘salâ’ vermişiz, şehre bir devlet büyüğü geldiğinde de… Hatta ‘su salâsı’ der Yahya Kemal, bir ‘salâ’ çeşidi bile var. Yani tarih boyunca karşılaştığımız her meselede, her vesileyle ‘salâ’ vermişiz.

Eskiler, salâ’nın makamından -ne için değil de- ne vesile ile okunduğunu bile anlarmış. Biz yeniler anlamıyoruz elbette. Neden ‘ne için’ değil? Çünkü vesile ne olursa olsun, tek bir şey için okunmuş tarih boyunca: "Kuru et yiyen kadının oğlu"nu övmek için her şeyi vesile kılmış uzun süreli aklımız.

"Kuru et yiyen kadının oğlu" ile ilişkimiz onu övmek, onu anmak, onu taklit etmek üzeredir. Ve dilimiz de ve gücümüz de ve ömrümüz de onu övmek bahsinde asla yeterli olmayacaktır.

Açık konuşalım, Hıristiyanların Hz. İsa’ya isnat ettikleri iftiranın benzeri tarih boyunca Hz. Peygamber’e isnat edilmediği gibi, bundan sonra da söz konusu bile olmayacaktır. Dile ne getirilirse getirilsin yeterli olmayacağı gibi abartılı da olmayacaktır. Olmamıştır da.

Şimdi kitabın son sayfasını yeniden hatırlayalım: En son 15 Temmuz gecesinde. ‘Artık mümkün değil’ denilerek hiç ihtimal verilmeyen olmuş, cinnet ve kaos Türkiye’nin kapısını çalmakla da kalmamış, onu alıp uçurumun eşiğine getirmişti. O cinnet halinde, herkesin sonuçlarına memnuniyetle katıldığı şekliyle tüm minarelerden ve bütün dillerden ‘salâ’lar okunmuştu. Günler boyunca. Direnmek isteyenin direncini o salâlar sağlamıştı. Hatırlayın.

Direnmek isteyenin direncini o salâlar sağlamıştı. Hatırlayın.
Direnmek isteyenin direncini o salâlar sağlamıştı. Hatırlayın.

Biraz uzaklaşıp, şuradan bakalım: Bir uçurumun eşiğine sürüklendiniz, sizin askerleriniz sizin silahlarınızla sizi öldürmeye başladı. Korkunç bir akıl tutulması karşısındasınız. Kaos ve cinnet, kargaşa ve keşmekeş ülkenin her sokağına yayılmış, terk edilen akıl, her cadde başında zorbalıkla arz-ı endam edip, kuvvetini gencecik çocukların ve ihtiyarların üzerine yollamış. Gözünüzden sakındığınız ülkeniz alevler arasında kalmış. Ve siz tüm bu kaosun arasında, insanlar ölürken, ülke yangın yerine dönerken… Siz, usulca durup Hz. Peygamber’i övüyorsunuz.

Evet, ömrümüz onu sevmekle nihayet ‘bulacak.’ Ancak, O’nu ‘bulma’nın yolu da nihayetinde O’nu sevmekten başka bir şey değildir.

Bunun anlamını anlayabiliyor muyuz? Sanmıyorum. Alevler afakı sarmışken Resulullah’ı övmenin anlamı nedir? Öldürülmek üzereyken durduğunuz yerde ayağa kalkıp Hz. Peygamber’e selam göndermek ne demektir? Daha da somutlaştıralım; ülkede darbe olurken, Hz. Peygamber’e “Ey Allah’ın yarattıklarının en hayırlısı! Esenlik senin üzerine olsun” demenin anlamı nedir?

Yaşadığımız şeyle, yaptığımız şey arasında nasıl bir alaka var? Bunu bütünüyle anlayamasak bile denemeliyiz. Büyük geleneğimiz ve kurucu aklımız, hakikati bu toprakların genlerine işlediler.

  • İlmek ilmek örülen akıl, bize var olmamızın ve varlığımızı sürdürmemizin yegâne yolunu söyledi. Ne dediğimizi fark etsek, bey çocukları yine ejderlerle savaşacak, buna inanmalıyız.

Hatırlayalım, verdiğimiz sözü ve ‘salâ’yı: “Ey Allah’ın Resulu! Salât ve selam senin üzerine olsun. / Ey Allah’ın sevgilisi! Salât ve selam senin üzerine olsun. / Ey Allah’ın arşının nuru! Salât ve selam senin üzerine olsun. / Ey Allah’ın yarattıklarının en hayırlısı! Salât ve selam senin üzerine olsun. / Ey öncekilerin ve sonrakilerin efendisi! Salât ve selam senin üzerine olsun. / Hamd, âlemlerin rabbi olan Allah içindir.”

Başlıktaki sözü, şöyle de anlayınız lütfen: Evet, ömrümüz onu sevmekle nihayet ‘bulacak.’ Ancak, O’nu ‘bulma’nın yolu da nihayetinde O’nu sevmekten başka bir şey değildir.

Tekrar ederek: var olmanın yegâne yolu olarak; Ey, öncekilerin ve bundan sonra tüm gelecek olanların efendisi! Salat ve selam sana olsun!

Biz, bu ezberle yaşarız.