Örneklerle Kuran'ı yerinden etmek

Kur'an algı oluşturmak için değil, algıları yıkmak için nâzil olmuştur.
Kur'an algı oluşturmak için değil, algıları yıkmak için nâzil olmuştur.

Kur'an'ın ilk muhatapları, bize her inen ayetle müthiş sevince, üzüntüye ya da şaşkınlığa düşmeyi göstermişlerdir. Kimse bir sonraki ayette hangi esaslı değişimin yaşanacağından, hangi önyargının yerle bir edileceğinden, emin değildir.

Tâbiîn devri müctehid ve muhaddislerinden Amr b. Dînar anlatıyor: Câbir b. Abdullah'ı (r.a) şunları söylerken duydum: "Ahirette Allah'ın bazı toplulukları cehennemden çıkarıp cennete koyacağını Allah Rasülü'nden şu iki kulağımla işittim." Bu sırada adamın biri itiraz eder: "Fakat Allah Teâlâ ‘Onlar ateşten çıkmak isterler, fakat oradan çıkamayacaklardır.' diye buyuruyor." Câbir b. Abdullah (r.a) kendisine şöyle söyler: "Siz hususî bir hükmü umumî yapıyorsunuz. O ayetin bir öncesini okuyun: ‘ Kâfir olanlar var ya, yeryüzünde olan her şey, bunun yanında bir o kadarı daha onların olsa ve kıyamet gününün azabından kurtulmak için onu kurtuluş fidyesi olarak verseler, onlardan asla kabul edilmez; onlar için elem verici bir azap vardır.' Burada kâfirler anlatılıyor." Rivayette sahabenin ağzından çıkan kilit ifade; "Siz hususi bir hükmü umumi yapıyorsunuz" cümlesidir. O böylelikle ayette kâfirlerin kastedildiğini anlatırken diğer taraftan bidat ehlinin vahyi çarpıtma yöntemlerinden birini altını çizer: Ayeti asıl konusundan saptırmak; böylelikle istenilen düşüncenin kanıtı hâline getirmek, her tarafa çekmek...

Onlardan sonra benzer tahrife Mutezile fırkası düşmüştür. Süfyân b. Uyeyne Mutezilî bir adamın mezhep imamlarından Amr b. Ubeyd ile yaşadığı hadiseyi nakleder. Amr Kâbe'de, Hıcr tarafında namaz kılarken yanındaki adamın kalkıp Amr b. Dînar'ın meclisine gitmiş ve ondan cehenneme giren bazı kimselerin daha sonra buradan çıkıp cennete gireceklerine dair Cabir b. Abdullah'ın Allah Rasülü'nden duyduğu hadisi dinlemiştir. Az sonra Amr b. Ubeyd'e "Ey sapık! Sen bize cehenneme giren hiç kimsenin bir daha buradan çıkmayacağını söylememiş miydin? Oysa işte Amr b. Dînar tam aksi yönde bir hadisten bahsediyor" demiş ve bundan böyle kendisinden uzaklaşmıştır.

Tefsir ve fıkıh birikimiyle bilinen sahabelerden Abdurrahman b. Ebzâ'nın yanına bir gün Hâricîlerden bir adam gelir ve şu ayet-i kerimeyi okur: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur. Böyle iken kâfir olanlar başka şeyleri Rablerine denk tutuyorlar." Devamında İbn Ebzâ'ya "Bu şekilde Rablerine başka şeyleri denk tutanlar, kâfirler değil midir?" diye sorar. Sahabe "Evet" cevabını verir. Adam gittikten sonra sahabenin yanındakiler kendisine adamın Hâricîlerden olduğunu söylerler. O bunun üzerine adamı çağırtır ve "Bu ayet kimin hakkında nâzil oldu biliyor musun?" diye sorar. Adam "Hayır" deyince sahabe şu uyarıyı yapar: "Ehl-i kitab hakkında nâzil oldu. Şimdi git ve ayeti sakın kendi sınırının dışında değerlendirme." O böylelikle adamın ayeti kendi Hâricî düşüncesine delil getirmesinin önüne geçmiş olur. Hâricîlere göre, Hz. Ali döneminde Hakem Olayı'na katılan Müslümanlar kâfir olmuşlardır. İlgili ayetin de bunu gösterdiğini düşünürler.

Yine Hâricîlerin bir tahrifine dair İsa b. Abdurrahman'dan nakledilir: Şa'bî'ye "Eğer onlara uyar (dediklerini yapar) sanız şüphesiz siz de Allah'a şirk koşmuş olursunuz." âyetini sordum ve "Hâricîler bu ayetin idarecilerle ilgili olduğunu söylüyor" dedim. Şa'bî "Yalan söylemişler" dedi ve şöyle devam etti: "Bu ayet müşrikler hakkında nâzil olmuştur. Onlar Allah Rasülü'nün ashabıyla tartışarak şunu söylerlerdi: "Allah'ın öldürdüğü hayvanları (murdar eti) yemiyor, fakat kendi öldürdüklerinizi yiyorsunuz." Bunun üzerine Allah Teâlâ şu ayeti indirmiştir: "Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah'a şirk koşmuş olursunuz." Böylelikle ayette "Eğer murdar eti (meyte) yiyip onlara uyarsanız şüphesiz Allah'a şirk koşmuş olursunuz" buyrulmaktadır.

Bütün bu rivayetler, bize bir ayeti anlamada nüzul sebebinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Elbette bu sebepler, ayetin maksadının sadece ilgili hadise olduğu, dolayısıyla kendisinden genel ibretler devşiremeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Bu da bir başka kolaycılık olur, vahyin evrensel özüne hâlel getirirdi. Usûl-i tefsir ilminde bu nokta "Lafzın umumiliği dikkate alınır, sebebin hususiliği değil" kaidesiyle özetlenmiştir. Bir adam işlediği günahı Hz. Peygamberimize (s.a.v) haber verince hakkında şu ayet nazil olur: "Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt kabul edenlere bir öğüttür." Bunun üzerine sahabe "Ey Allah'ın Rasülü, bu durum sadece bu olay için mi geçerli?" diye sormuş, Hz. Peygamberimiz "Aksine bütün insanlar için geçerli" buyurmuştur. Bu noktada tabiîn müfessiri Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'nin sözünü de hatırda tutmak gerekir: "Ayet bir kişi hakkında iner, fakat daha sonra herkesi kapsar."

Başka ifadeyle, ayeti yakın ve uzak hemen her şeye elverişli hâle getiren düzeyden koruyan makûl bir gerekçeye ihtiyacımız bulunuyor.

Peki, hem ayetin hususi sebebini hem umumi muhtevasını nasıl bir arada değerlendireceğiz? Biri bizi diğerinden sarf-ı nazar etmeye zorlamayacak mı? Bunun cevabının incelik istediği âşikar. Taberî'nin tespitinin iki açıyı cemetmek açısından bize ışık tutacağını zannediyorum: "Ayet, herhangi bir sebeple nâzil olabilir. Daha sonra aynı sebebi taşıyan her olaya umumi hâle gelir." Dikkat edilirse, hem aynı sebebi taşımaktan hem umumilikten bahsedilerek arada bir denge kuruluyor. Başka ifadeyle, ayeti yakın ve uzak hemen her şeye elverişli hâle getiren düzeyden koruyan makûl bir gerekçeye ihtiyacımız bulunuyor. Klasik literatürde bunun adı tercihtir; bir mananın şer'î, luğavî, siyakî ve nüzulî gibi delalet yollarından biriyle tercih edilmesi... Dolayısıyla anlam karışıklığının önüne geçmek için önerdiğimiz reçetenin de yine vahiyden süzülen, tutarlı bir tercih yolu olması gerekiyor. O hâlde ilgili örneklerin bize gösterdiği şekilde, Kur'an'ı yerinden etmemek için dört hatırlatmada bulunalım:

1. Hap şeklinde, yekpare uygulanabilecek bir Kur'an'ı anlama metodundan söz edilemez: Tefsirle ilgili binlerce farklı rivayetin, yer yer birbirini nakzeden mebzul naklin ortaya koyduğu gerçek, Kur'an'ın tek parça hâlinde, kolaylıkla ulaşılabilecek bir anlama ve uygulama rehberinin olmadığıdır. "Vardır ve işte budur" diyenler, maalesef ve belki iyi niyetle kendi anlayışlarını dayatmaktan öteye geçemezler. Bunu açık yüreklilikle kabul etmezsek, sürekli çıkmaz adreslere sapar, talî mevzuları esas mesele hâline getirmeye uğraşırız. Kur'an her şeyden önce belirli zaman diliminde dinamik akan hayata karşı bir hitap olduğu ve onlarca farklı bileşeniyle o canlı atmosferi birebir bugüne taşıyamayacağımız için kopuk halkalar, cevapsız sorular daima olacaktır. Bu bir belirsizlik ve umutsuzluk ifadesi değil, aksine ayetlere karşı dikkat ve liyakat hatırlatmasıdır. Aynı nedenle demek ki tevhid ve teslimiyete dayalı mümince bir yaşamın kendisi Kur'an'ı anlamak için ilk şarttır. Evet, canlı hayat daima bir adım önde gidecek, vahiy yerinde uyarılarla dinamik akışa rota kazandıracaktır.

2. Kur'an'da zikredilen şeyle ondan anlaşılan şeyi ayırmak gerekiyor: İlki bizatihi vahyin lafza döktüğü, belki nüzul sebebiyle desteklenen, doğrudan Hz. Peygamber asrının siyasi ve sosyal gündemiyle alâkalı iken, ikincisi nassın çağlar üstü ve konjektürden bağımsız vechesidir. Ez cümle biz din adına çıktığımız bütün yollarda vahiyden ilham alırken, sadece belli vasıfları haiz bazı durumlarda doğrudan bir ayeti delil olarak alabiliriz. İlki bütün müminleri, ikincisi ilgili kişileri bağlar. İlkinde asgari imanî teslimiyet yeterli iken ikincisinde ilmî teçhizat gereklidir.

3. Kur'an ihtilafa değil, ittifaka vesile olduğu kadar anlaşılıyor demektir: Sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîn devrinin oluşturduğu ilk üç neslin sayısız örneğinde gördüğümüz üzere, ayetlerin manası ve muradı üzerindeki tartışmalar nihayetinde detaylı mevzulardır ve hiçbir şekilde Müslüman toplumun vahdet omurgasını etkilememiştir. Hakem olayı gibi hadiseler ilmî ya da ahlâkî kaygılarla değil, siyasî gayelerle çıkarılmış çatışma ve ayrışmalardır. Dolayısıyla bugün ümmet birliğinin sağlandığı oranda ayetleri doğru anlıyor ve hatta yaşıyoruz, birbirine uç cemaat ve hiziplere bölündüğümüz oranda nasları yerinden edip çarpıtıyor, indî görüşlerimize alet ediyoruzdur. Hz. Peygamberimizin bu husustaki uyarısı ilginçtir: "Kalpleriniz kaynaştığı sürece birbirinizle Kur'ân müzakeresi yapın. İhtilafa düştüğünüzde kalkıp gidin."

4. Kur'an algı oluşturmak için değil, algıları yıkmak için nâzil olmuştur: Günümüzde Kur'an ayetlerine yaklaşımda düşülen diğer esaslı hata, birazcık vahiy ünsiyeti ve meal-tefsir mütalaasıyla ciddi bir Kur'an algısına, vahyî bakış açısına sahip olduğumuzu zannetmemizdir. Maalesef belli noktadan sonra Kur'an bize laf söylemez, karşımızdakilere söyler. Ayetler bizden yana hasımlarımıza cevap yetiştiriyordur âdeta. Ayetler bir zaman sonra bizi şaşırtmaz, biz başkalarını şaşırtmak için kullanırız. Bu kendinden eminlik, aslında ezber söylemin tezahürüdür. Oysa Kur'an'ın ilk muhatapları bize her inen ayetle müthiş sevince, üzüntüye ya da şaşkınlığa düşmeyi göstermişlerdir. Kimse bir sonraki ayette hangi esaslı değişimin yaşanacağından, hangi önyargının yerle bir edileceğinden, hangi olayın akla gelmeyen iç yüzüne dikkat çekileceğinden, hangi umulmadık ihtarın geleceğinden emin değildir.

O kadar ki "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" , "Allah seni affetsin! Niye onlara izin verdin?" , "Hayatının çekiciliğine gözlerini dikme" gibi onlarca Kur'an ayeti en başta Hz. Peygamberimizin vahyin karşısında ne kadar edilgen, naif, dönüşüme hazır, alçak gönüllü ve ezberden uzak olduğunu gösterir. Bizde okunan her ayet, bir sonraki ayetin etkisine engel olabilirken, mevcut bilinç yeni bilinçlenmeye set vururken, ilk nesil muhataplarında vahyin önceki izi, sonraki süreçler için etkiyi daha da artırmaktadır. Bugün için Kur'an, âdeta Kur'an'ın önünde engel gibi algılanır olmuştur. Evet, onlar da tam da vahiyden bu kadar etkilendikleri için hayatı bu kadar etkilemiş; kendi içlerinde dönüştükleri için dönüştürebilmişlerdir. Şu hâlde bizim de hayata karşı etkisizliğimizi, vahyin bize olan etkisizliğinde aramamız gerekir.