Osmanlı Limni Adası'nı şifa için fethetti

Mehmet Dilbaz ile Osmanlı coğrafyasında salgın hastalıkları, karantina yöntemlerini, hekimlerin ve din adamlarının salgın günlerindeki tutumunu konuştuk.
Mehmet Dilbaz ile Osmanlı coğrafyasında salgın hastalıkları, karantina yöntemlerini, hekimlerin ve din adamlarının salgın günlerindeki tutumunu konuştuk.

1831 ve 1847 yıllarında Odessa ve Trabzon başta olmak üzere Karadeniz'deki şehirlerden İstanbul'a gelen gemiler vasıtasıyla kolera şehirde büyük salgına neden oldu. 1847 yılında karantina maksatlı kurulmuş olan Kavak İstasyonu ile Karadeniz hattından gelen gemiler 10 gün süresince karantinaya alınmaya başlandı. Ne var ki şehirdeki salgın bir kere başlamıştı.

Mehmet Dilbaz ile Osmanlı coğrafyasında salgın hastalıkları, karantina yöntemlerini, hekimlerin ve din adamlarının salgın günlerindeki tutumunu konuştuk.

Şüphesiz tarih boyunca insanoğlunun en çok muzdarip olduğu salgınlar günümüze kadar veba ve kolera salgınlarıydı. Milyonlarca insanın ölümüne neden olan veba, 17. yüzyılın sonlarından itibaren Batı Avrupa için bir sorun olmaktan çıksa da ticaret yollarının üzerinde bulunan Osmanlı coğrafyasında görülmeye devam etmiş ve önemli yıkımlara neden olmuş. Osmanlı'nın veba ile mücadelesinden, karantina yönteminden yola çıkalım isterim Mehmet Hocam…

İnsanoğlu, salgın hastalıklar yüzünden tarih boyunca çok büyük acılar çekti. Her ne kadar bu salgınların önemli bir kısmını veba ve kolera salgınları oluşturuyor olsa da Amerika kıtasının keşfinden sonra çiçek hastalığının İspanyollar tarafından bu tertemiz kıtaya taşınması sonucu Maya, Aztek ve İnka toplumlarının nerdeyse yarısı hayatını kaybetti.

Dünyada bilinen ilk bulaşıcı hastalıklardan olan çiçek hastalığının izleri, Mısır Firavunu Ramses'in mumyasında bile görülüyordu. İnsanlık tarihini etkileyen bir diğer büyük salgın ise İspanyol gribi idi. İlk olarak Amerika'da ortaya çıkan ve devamında tüm dünyayı saran bu büyük salgının adı o döneminde sadece İspanyol basınının yaptığı haberlerle gündeme geldiği için "İspanyol gribi" adını almıştır. Bu o kadar büyük bir salgındır ki o zamanki dünya nüfusunun %5'ine denk gelen 100 milyondan fazla insanın ölümüne neden olmuştur. Bunu günümüz rakamlarıyla kıyas edecek olursak 400 milyon insanın salgın yüzünden öldüğünü düşünmemiz gerekir ki korkunç bir rakamdır. Dünyanın başında mahşerin dört atlısı gibi dolaşan veba, kolera, çiçek ve grip salgınları, pek çok toplumsal değişikliğe de neden olmuştur.

Temel düstur; öncelikle hastalık yaşanan beldeye gitmemek, şayet o beldede iseniz orayı terk etmemek üzerine kuruluydu. Osmanlı hekimleri ilk etapta hastanın temiz ortamda bulunmasını sağlıyordu.

Özellikle 1347-1351 yılları arasında yaşanan büyük veba salgını sonrası Avrupa'da ciddi nüfus kayıpları meydana gelmiş, bu kayıplar sonucu geniş araziler sahipsiz kalmış, üretilen tarım ürünleri azalan nüfusa fazla gelince yeni ticari imkânlar doğmuştur. Bu durum belli bir kesimde zenginlik ve refah düzeyinin artmasına neden olurken eğitim kalitesi de artmış ve bu durum, Rönesans'a giden yolun açılmasına neden olmuştu. Osmanlı coğrafyasının özellikle vebayla tanışması epey eskiye dayanır. Beyliğin temellerini atan ve İmparatorluğa giden büyük medeniyetin oluşmasında büyük katkıları olan Orhan Gazi'nin veba yüzünden vefat ettiğini biliyoruz. 6. yy'dan itibaren dönem dönem veba belasıyla uğraşan, Karadeniz'deki Cenova kolonilerinin yarattığı büyük ticaret hareketinin en önemli aktarma merkezi olan ve 14. yy'da yaşanan büyük veba salgınının Avrupa'ya taşınmasında köprü rolünü üstlenen Konstantinopolis'in fethiyle birlikte Osmanlılar veba tehlikesinin bilincine varmaya başlamışlardı.

Fatih Sultan Mehmed döneminde yaşanan veba salgını, Sultanın şehri terk ederek Rumeli topraklarına geçmesine neden olmuştu. 18. yy'ın başlarından itibaren veba Avrupa için bir sorun olmaktan çıkmaya başladıysa da Osmanlı coğrafyasında 2. Mahmud dönemine kadar yaşanan süreçte varlığını sürdürmekteydi. 1830'ların başında Osmanlı'yı etkileyen kolera salgını yüzünden "Meclis-i Tahaffuz" isimli karantina meclisi kurulmuş ve gerekli tedbirler alınmaya başlanmıştı. Dönemde yaşanan salgın hastalık için eski zamanlardan beri tecrit için kullanılan Kız Kulesi yetersiz kalınca Kuleli Kışlası ilk Tahaffuzhane, yani karantina tesisi olarak kullanılmaya başlanmıştı. Bu süreçte Çanakkale'de bir karantina istasyonu kurulmuş, Akdeniz'den gelen gemiler burada durdurularak denetlenmişti.

  • İlerleyen yıllarda bu istasyonlara Karadeniz'den gelen gemilerin denetlendiği Kavaklar İstasyonu eklenmiş, İmparatorlukta Sinop, Trablusgarp, Beyrut ve Basra gibi önemli liman kentlerinde Tahaffuzhaneler açılmıştı.

Veba salgını sonrasında Kolera, vebada uygulanan karantina yöntemlerinin Kolera salgınında pek de işe yaramadığı görülüyor. İki salgının coğrafyamızdaki etkileri, etkilerdeki farklılıklar, ortaya çıkışları nasıl ve ne şekilde oldu? Yanlış bilmiyorsam koleranın çıkış kaynağı olarak Hindistan gösteriliyor. Ve kolera ilk defa Anadolu'da Erzurum'da görülüyor. Fransız hekim Verrollot'nun Erzurum'daki Karantina hekiminden elde ettiği bilgilere göre, 40.000 kişilik Erzurum'da bu dönemde 1.700 kişi salgından dolayı hastalanıyor çok kısa bir sürede…

Efendim, kolera da en az veba kadar büyük tehlike arz eden bir hastalıktır. Vebanın ilk işaretlerinin Moğolistan taraflarından çıktığı biliniyor, Kolera ise Hindistan kökenli. Malum Hindistan'da ana kültür Ganj Nehri ve Ganj Vadisi üzerine şekilleniyor.

Temel uygulama; hastanın diğer sağlıklı insanlardan tecrit edilmesi, temiz ve havadar bir mekânda kalmasının sağlanması, bedenen güçlü olması için iyi beslenmesi gibi gerekli tedbirlerin alınması idi.
Temel uygulama; hastanın diğer sağlıklı insanlardan tecrit edilmesi, temiz ve havadar bir mekânda kalmasının sağlanması, bedenen güçlü olması için iyi beslenmesi gibi gerekli tedbirlerin alınması idi.

İçme suyundan yıkanmaya, dini ritüellerden ölü yakmaya kadar pek çok faaliyet Ganj Nehri'nde yapılıyor. Temizlikle tezat oluşturan bu uygulamalar yüzünden, hayli eski zamanlardan beri kolera hastalığı yerelde yaygın durumda. Salgınlar sık görülüyor ama bu durum genelde Hindistan coğrafyasıyla sınırlı kalıyor. Portekizlilerin kurdukları ticaret kolonileri ve İngilizlerin Hindistan'ı işgali ile başlayan süreçte salgının küresel bir hâl alması kaçınılmaz oluyor. Bölgeye çıkan İngiliz askerleri vasıtasıyla Asya'nın farklı yerlerine taşınmaya başlayan kolera salgınları, Afganistan üzerinden İran ve Azerbaycan'a, oradan Rusya'ya ve devamında da Avrupa'nın merkezine kadar ulaşıyor.

1830'larda Hac mevsimiyle başlayan kolera salgını, Hicaz bölgesinde bulunan hacılardan yarısının vefat etmesine neden oluyor. Bu süreçte, koleranın en çok etkilediği merkezlerin başında İran geliyor. O dönemde İran, karantina konusunda hiçbir altyapı çalışması olmayan bir ülke. Devletin sağlık kurumlarının yetersiz oluşu ve fakirlik hastalığın hızla yayılmasına neden olurken, devamında hastalığının doğu bölgelerimizden ülkemize girmesi de kaçınılmaz oluyor. Anadolu'da Erzurum'da görülen ilk salgın hastalık süratle yayılmış ve kısa sürede tüm Doğu Anadolu'yu etkisi altına almıştı. Gerek Tiflis ve gerekse Erzurum üzerinden Trabzon'a gelen hastalık, şehirdeki hayatı durma noktasına getirmişti. O dönemde Karadeniz sahil şehirleriyle tek ulaşım imkânı denizyolu ileydi. Karadeniz içinde yapılan karşılıklı vapur seferleriyle hastalık tüm Karadeniz limanlarına yayıldı. Başkent İstanbul ise hem Trabzon hem de Odessa'dan gelen gemiler vasıtasıyla büyük salgınla tanıştı.

Osmanlı'da bol ve temiz hava alması sağlanan hastanın aynı zamanda iyi beslenmesi için gerekli tedbirler alınıyor, Tıyn-i Mahtum denilen beyaz killi toprak tablet haline getirilerek hastalara yediriliyordu.

Osmanlı hekimleri salgın zamanlarında veba ve kolera günlerinde neler uyguluyordu tedavilerde? Havayı temizlemek için Üzerklik ve Ardıç dalı tütsüsü kullanıldığını biliyorum.

Temel düstur; öncelikle hastalık yaşanan beldeye gitmemek, şayet o beldede iseniz orayı terk etmemek üzerine kuruluydu. Osmanlı hekimleri ilk etapta hastanın temiz ortamda bulunmasını sağlıyordu. Bol ve temiz hava alması sağlanan hastanın aynı zamanda iyi beslenmesi için gerekli tedbirler alınıyor, Tıyn-i Mahtum denilen beyaz killi toprak tablet hâline getirilerek hastalara yediriliyordu. Bu toprak Limni Adası'ndan çıkartılıyordu. Başta veba olmak üzere çeşitli zehirlenme vakalarına iyi geldiği bilinen bu killi toprağın faydalarını bilen Fatih Sultan Mehmet, Limni Adası'nı bu değerli maddeyi elde edebilmek için fethettirmişti. Bunun dışında, içme sularının kaynatılması adeti de biliniyordu. Orta Asya geleneğinden gelen tütsü kullanımı, salgın zamanlarında şehirlerin genelinde yaygınlaşıyordu. Evlerde, Tekkelerde ve camilerde tütsü olarak kullanmak amacıyla başta üzerlik ve ardıç dalları olmak üzere çeşitli reçineler, sandal ağacı ve kekik gibi hoş kokulu bitkiler yakılırdı.

Salgın dönemlerinde hekimler yukarıda bahsettiğim şekilde dönemin fenni neyi uygun görüyorsa o şekilde tedbirlerini alıyordu.
Salgın dönemlerinde hekimler yukarıda bahsettiğim şekilde dönemin fenni neyi uygun görüyorsa o şekilde tedbirlerini alıyordu.

Sokaklar, özel görevliler vasıtasıyla sirkeli sularla yıkanırdı. Salgın hastalıkların tedavisinde kullanılan bazı özel bitkiler vardı. Bunların başında kekik gelir. Kara turp bitkisi balla macun hâline getirilip hastaya yedirilir, rezene bitkisi kaynar suya atılarak bekletilir ve hastalara içirilirdi. Osmanlı hekimleri genel anlamda salgın hastalığın mantığını biliyorlar ve ona göre davranıyorlardı. Temel uygulama; hastanın diğer sağlıklı insanlardan tecrit edilmesi, temiz ve havadar bir mekânda kalmasının sağlanması, bedenen güçlü olması için iyi beslenmesi gibi gerekli tedbirlerin alınması idi. Şehirler genel anlamda temiz tutuluyor, o zamanki usullere göre dezenfekte edilmeye çalışılıyor, güzel kokulu bitkilerle tütsü yapılarak havanın temiz ve ferah bir hâle gelmesi için çalışılıyordu.

Osmanlı hekimleri, din adamları, devlet ehli salgın zamanlarında toplum psikolojisi adına ne gibi önlemler almışlardı?

Salgın dönemlerinde hekimler yukarıda bahsettiğim şekilde dönemin fenni neyi uygun görüyorsa o şekilde tedbirlerini alıyordu. Din adamları kısmında ise salgınlarda özellikle cuma namazları sonrasında tövbe istiğfar ediliyor, minarelerden ise salât-ı şerifler okutuluyordu. Sadece Müslüman ahali değil, Hristiyan ve Yahudi cemaatleri de kendi ibadethanelerinde salgının geçmesi için sürekli dualar ediyor, ayinler yapıyorlardı. Karantina mantığının bilinmediği dönemlerde ibadethaneler açıktı ve günümüzdekine benzer tedbirler alınmıyordu. Bu dönemde en büyük problem halka hâkim olan ecel geldiği anda öleceğiz, öyleyse bir korunma çabasına girmenin ne gereği var anlayışı idi. Bunun verdiği rahatlık duygusu bazı dönemlerde salgınların yaygınlaşmasında etkili rol oynadı.

  • Devlet ise bu gibi durumlarda halka yardımlar yapıyor ve cömert yüzünü gösteriyordu. Özellikle Tekkeler salgınlarda büyük iş görüyor, salgınlar yüzünden ortada kalan ailelere sahip çıkıyor, barınma imkânı sağlıyordu.

Koleranın Odessa'dan gelen bir gemiyle başkente, yani İstanbul'a sirayet etmesi sonucu Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi Kolera Risalesi adlı bir kitapçık hazırlayarak bunu devlet büyüklerine, sivil ve askeri görevlilere ve mahalle muhtarlarına dağıtarak hastalığa karşı tedbirli olunmasını tavsiye ediyor. Bu gibi eserlerin sayısı, içeriği, etkisi hakkında konuşalım derim. Bir de İstanbul üzerinde, başkent olması dolayısıyla kolera günleri nasıl ve ne şekilde geçiyor?

1831 ve 1847 yıllarında Odessa ve Trabzon başta olmak üzere Karadeniz'deki şehirlerden İstanbul'a gelen gemiler vasıtasıyla kolera şehirde büyük salgına neden oldu. 1847 yılında karantina maksatlı kurulmuş olan Kavak İstasyonu ile Karadeniz hattından gelen gemiler 10 gün süresince karantinaya alınmaya başlandı. Ne var ki şehirdeki salgın bir kere başlamıştı. İlk etapta şehrin fakir mahallelerinde yayılan salgın, mevsimin ılıman geçmesiyle birlikte yavaşlama sürecine girmemiş, yetersiz beslenme ve yetersiz temizlik şartları yüzünden salgın bitene kadarki süreçte 4 binden fazla can almıştı. Bu süreçte şehirde korku ve panik havası hâkim olmuş ve sosyal hayat durma noktasına gelmişti. 1831 salgınından sonra, 3.Selim ve 2.Mahmud dönemlerinde Mekke, Medine ve İstanbul kadılıkları yapan, soydan hekim bir aileden gelen Hekimbaşı Behçet Mustafa Efendi tarafından yazılan Kolera Risalesi isimli kitap, bu salgında da faydalı olmuştu.

Mustafa Behçet Efendi'nin henüz koleranın mikrobik bir hastalık olduğunun bilinmediği dönemde yazdığı eser, başta devlet adamları olmak üzere halka kolera konusunda yapılması gerekenleri ve alınması gereken tedbirleri anlatıyordu. Aynı dönemde Hekimbaşı İsmail Paşa'nın yazdığı bir Kolera Risalesi daha vardı ve hastalık konusunda alınması gereken tedbirleri içeriyordu. Osmanlı coğrafyasında yaşayan halkların anlaması için yerel dillerde basılan risalede hastalığın yayılmasına neden olan yiyecek ve deniz ürünlerinin açıkta satılmasının yasaklanması tavsiye ediliyordu. Bu süreçte, şehirde açıktan et kesip satan pek çok kasap da kapatılmıştı. Koleranın bir sonraki ortaya çıkışı ne yazık ki Balkan Harbi'nde oldu. Savaşı kaybetme nedenleri arasında ilk sırayı ordunun yetersizliği alsa da savaş zamanı şiddetli geçen kış şartları, yetersiz beslenme ve sağlıksız koşullar koleranın salgın hâline gelmesine neden olmuş ve orduyu kırıp geçirmişti.