Piyanonun başında Tolstoy sonunda ben

Piyanonun başında Tolstoy sonunda ben
Piyanonun başında Tolstoy sonunda ben

Onu sadece görmek bile insanda huşu duygusu uyandırıyor. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorsunuz.

İlk okuduğum Tolstoy “İnsan Ne İle Yaşar” kitabıydı. Kitaptaki bütün hikâyeler, özellikle “Efendi ile Uşağı”, Müslüman bir yazarın kitabı etkisi bırakmıştı bende. Zaten Tolstoy’un birçok hikâyesi kıssa havasındadır ve iletmek istediği mesaj kaygısıyla kaleme alınmıştır. Çocukların eğitimi için masallar yazdığı da bilinir mesela… Yıllar sonra tekrar okuduğum “Efendi ile Uşağı” bu kez büyük bir edebiyatçının hiçbir ayrıntıyı atlamayan, zamanın geçişini adeta kendimiz yaşıyormuşuz gibi yakından hissettiren temiz üslubuyla baş başa bırakmıştı beni. Kitapta kar yağıyordu ve ben odamda üşüyordum. Demek ki geçen zaman kitabı okumaktan yazarı okumaya geçirmişti beni. Belki yaşlılığımda yapacağım bir okuma “hikâye”nin henüz kendini bana açmamış kapılarından içeri girmeme de vesile olur. Kim bilir…

Hayatını okuduğumuzda gözlerindeki savaşın son nefesini verene kadar sürdüğünü görmek mümkündür. Toprak sahibi bir aristokrat olmanın bütün konforuyla ömür boyu savaşmıştır Tolstoy.

Tolstoy denince Dostoyevski, Dostoyevski denince Tolstoy isimleri hep yan yana gelir akla. Aynı milletten ve aynı yüzyıldan olmaları bu çağrışımı doğurur, doğaldır bu. İkisi de büyük yazarlardı, ikisi de hala okunur, tartışılır. Onları büyük yapan onca neden vardır ama bunlardan bir tanesi sanırım sanatlarının ve eserlerinin büyüklüğü kadar mühimdir: İkisi de dava adamıydı. İkisi de milletlerinin yazarı olmaktan vazgeçmediler. İkisi de Rus olmanın ve o tarihin içinden eser vermenin zemininden ayrılmadılar. Tolstoy bunu daha sanatkârca ve ustalıkla yaparken Dostoyevski biraz daha sarsıntılı ve fırtınalı ve de telaşla yaptı. Tolstoy her şeyden evvel bir yazar olduğunun bilinciyle oturdu eserinin başına, Dostoyevski’nin ise hemen söylemesi gerekenler vardı ve eserinin estetiğini gözetecek halde değildi. Zaten hayatı eserlerini andıran sahnelerle doludur. Aynı yıllarda yaşayan bu iki yazarın birbirlerine çok yakın olmadığını biliyoruz. Dostoyevski bir yazısında Tolstoy’dan sitayişle bahsettiği halde Tolstoy böyle bir şey yapmaz Dostoyevski için. Üstelik Tolstoy’un Hıristiyanlık karşıtı görüşleri Dostoyevski’yi ondan soğutur sonraları…

Hayatını okuduğumuzda gözlerindeki savaşın son nefesini verene kadar sürdüğünü görmek mümkündür.
Hayatını okuduğumuzda gözlerindeki savaşın son nefesini verene kadar sürdüğünü görmek mümkündür.

Tolstoy aklıma geldiğinde, onu dedeme benzetmek bir yana, hayatının eserinden daha büyük olduğunu düşünürüm. Yukarıda sözünü ettiğim dava adamı vasfı burada devreye girer. Hayatını okuduğumuzda gözlerindeki savaşın son nefesini verene kadar sürdüğünü görmek mümkündür. Toprak sahibi bir aristokrat olmanın bütün konforuyla ömür boyu savaşmıştır Tolstoy. Halkın yoksulluğundan ülkedeki kıtlığa, eğitim sorunlarından toprak ve sermaye meselesine, Hıristiyanlığın yetmeyişinden maneviyat yolculuklarına, idam cezası karşıtlığından, bir hayat felsefesi ve ahlakı geliştirmeye kadar 82 yıllık hayatı hem kendiyle hem toplumla hatta tarihle kavgayla geçmiştir. Türlü serserilikler ve günahlarla dolu gençliğinin kefaretini kendini insanına adayarak ödemeyi seçti Tolstoy. Yaşadığı yerde çocuklar için okul açması, bir alfabe kitabı yayımlaması, bunu yazdığı romanlardan daha fazla önemsemesi, eğitim ve pedagoji alanında bilgisini arttırmak için Avrupa’da yolculuklar yapması, ülkesindeki yoksulluklar için yazılar yazıp kampanyalar düzenlemesi ve bunların hem ülke hem Avrupa çapında ses getirmesi onu manevi lider, bir nevi ruhani çar mertebesine yükseltti. Hem kendi savaşını hem toplumsal mücadelesini birbirinden ayırmaksızın sürdürdü.

  • Ömrü 150 yıl olsaydı bile Tolstoy bu savaşı muhtemelen bir barışa ulaşamadan sürdürecekti. 82 yaşında evinden gizlice kaçıp Yasnaya Polyana’da izbe bir tren istasyonundan ölüme yolculuk yapması hem bütün hayatını özetler hem de böylesi dinmeyen bir ruhun hayat hikâyesi için “doğal” bir sondur aslında.

Tolstoy’un tanrı olmak istediğini söyleyen cümleler de okudum. Burada kastedilenin kelimenin tam manasıyla insan olmanın ufuklarına yolculuk yapmak olduğunu düşündüm. Ona duyduğum saygı ve sevgi yıllar geçtikçe daha da arttı. Sadece büyük bir yazar olarak değil onu büyük bir devrimci ve çilekeş olarak da gördüm. Bir ülkenin yazarı olmanın, bir tarihin yazarı olmanın kişinin hayatının sadece kendine ait olmadığını ve kendinden ibaret olmadığı gerçeğini öğretti bana. 19. Yüzyılda bir Rus bir yazar olmak ne demekse Tolstoy’un hayatı bunun bariz bir göstergesidir. Hatta sadece 19. Yüzyıla ait bir hayat da değildir onunki. Ölümünden sonra bile etkisi devam etmiş, üzerinde koparılan fırtınalar dinmemiş, Tolstoy’un felsefesini savunan ve yaşayan Tolstoycular hem Rus devriminin ilk yıllarında hem de sonraki yıllarda pek çok zorlukla uğraşmışlardır.

Sistem Tolstoy’u yok sayamadığı gibi tam anlamıyla da benimseyememiştir. Başlarda hem Lenin’in hem devrimcilerin kendi siyasetlerinin başlangıç noktası olarak gördükleri Tolstoy sonraki yıllarda nerdeyse burjuva damgasıyla yaftalanıp dışlanmıştır. Eserlerinin eksiksiz basımı bile yıllar süren çalışmalardan sonra yapılabilmiştir

Tolstoy’un hayatı eserinden neden büyüktür? Bir kere hayatında acısını çektiği her şeyin eserini vermiştir. Kitapları hayatının bir yansımasından ibaret desem abartmış olmam. Aslolan hayatıdır ve bu yüzden kitaplarının arkasına bakışlarımızı çevirdiğimizde yazdıklarından daha göz alıcı bir hayat karşılar bizi. Avunamayan, yetinemeyen, inanan, inanmak isteyen, inanamayan, neredeyse kendi dinini yaymaya kendini adayan, aforoz edilen ama halkın gözünde neredeyse aziz haline gelen, daima sadeliği ve Rus köylüsü gibi olmayı isteyen, kendi büyüklüğünde boğulurken bile toprak gibi olmanın hasretini çeken, ömrünün son yıllarında bile Almancadan Arapçaya, Latinceden Yunancaya kadar pek çok dili öğrenmek için çabalayan, bazılarını öğrenen, hayatı çok severken bile ölümüne hazırlıklar yapan, inanç ve inançsızlık arasında gelip giderken çareyi tasavvurundaki din yorumunu yaşamak ve yaşatmakta bulan, yazar, köylü, çiftçi, aristokrat, günahkâr, sofu, tüccar, eğitimci, asker, baba, koca, sevgili, kanaat önderi, siyasetçi, münzevi olmayı ömrüne sığdıran, hülasa insan olmanın bütün duraklarında olmayı kendine yakıştıran bir Tolstoy aslında bugünden baktığımızda romanlarındaki karakterlerden daha güçlü ve gerçek bir karakterdir. Hayatı roman gibidir ve Tolstoy kendi karakterlerinden daha esaslı bir roman karakteridir de.

Savaş ve Barış romanında bir ressam gibi, yaklaşan felaketin ve savaştaki bir asker gibi savaşın tablosunu çizer
Savaş ve Barış romanında bir ressam gibi, yaklaşan felaketin ve savaştaki bir asker gibi savaşın tablosunu çizer

Savaş ve Barış romanında bir ressam gibi, yaklaşan felaketin ve savaştaki bir asker gibi savaşın tablosunu çizen sanatkar Tolstoy, İvan İlyiç’in Ölümü’nde ruhun ölüm karşısındaki haritasını en ince ayrıntısıyla tasvir eder. Bu uzun hikaye boyunca ölüm sayfalarca yaşar ve sonunda “ölüm biter”.

Anna Karenina’da kadını, erkeği, aşkı, insanı, kibarlar âlemini tüm yetkinliğiyle anlatırken de aşkın ve günahın zararlarını da sezdirir romana bir denge unsuru olarak koyduğu ve kendisine en çok benzeyen Levin karakteriyle…

Dikkatle okunduğunda Anna Karenina’ın aslında aşkı olumsuzlayan bir roman olduğu da anlaşılır. Tolstoy burada Levin’den yanadır ve Anna’yı intihara sürükleyen şeylerden uzak ve sakin hayatıyla Levin bize “doğru bir hayat” örneği olarak sunulur. Yoksa Levin niye olsun ki romanda? Son büyük romanı Diriliş’te Tolstoy kendi yolculuğunun son duraklarındadır artık ve bir vaiz gibi konuşur romanın başkişisi Nehlüdof’u günahlarından arındırırken…

Tolstoy o sabah hiç uyumamış gibi uyandı. Köylü gömleğini asık ama bilge yüzüyle sırtına geçirdi, sırtıma geçirdi. Sabaha baktı, yaşıyor olmanın bütün yükleriyle doluydu Tolstoy ama sabah hafif ve kuşların hatırasından ibaretti sanki. Tütünü boşladığından beri daha zinde buluyordu duyuyordu kendini. Kuvvetli. Kemerine avucunu geçirip gerindi. Merdivenleri yaşına göre hızla inip ahıra gitti. Atının alnını okşadı ve ona sevgi sözleri söyledi. Eyeri atın sırtına koydu ve atına atlayıp sabaha karıştı.

Kısa süre sonra ormana dalmıştı. Ağaçların kutsal kokuları, nemli kuru yapraklar, hayvanların güzel sesleri sakallarını okşayarak atını koşturuyordu. Gittikçe hızlandı. İçinde piyano seslerine yazdıklarının feryatları karışıyordu. “Rusya” diyordu kendine “Rusya ana! Oğlunu bağışla.”

Yasnaya Polyana bakışlarından uzaklaşırken dönüp baktı. Kitabının bir sayfası gibiydi çiftliği ve sanki şimdi ona baktıkça yazıyordu onu, bir daha, bir daha, bir dağa. Hep bir şeyin eksik kalacağını bilmenin bilgeliğiyle koşturdu atını ve rüzgâr beyaz gömleğini okşadı durdu. Yeniden dünyaya gelseydi, bu yaşına yine aynı yollardan geçip gelir miydi?

Elbette!

  • Gorki, “Tanrı gibi adam.” dediği Tolstoy’u “ Onu her şeyden daha çok uğraştıran, açıktan açığa kemiren düşünce, Tanrı düşüncesi. Gerçekte bir düşünce değil de, kendinden daha yukarılarda duyduğu bir şeye karşı çılgınca bir direnme gibi bir şey bu zaman zaman.” sözleriyle anlatır.

Onu tek başına deniz kenarında otururken gören Gorki’nin şu satırları, hakkında okuduğum en güzel cümlelerdir: “ Birden çılgınca bir duygulanmayla, ayağa kalkarak el sallayacağını, sallar sallamaz da denizin cam gibi kaskatı kesileceğini, taşların kımıldamaya, bağırmaya başlayacağını, çevresindeki her şeyin canlanıp bir ses kazanacağını düşündüm. (…) ruhumda kıvançla korku vardı, böylece her şey tek bir mutlu düşüncede kaynaşmıştı: Bu adam yaşadığı sürece öksüz sayılmam yeryüzünde.”

Zaten bütün büyük yazarları yeryüzünde öksüz olmadığımızı bilmek için okumuyor muyuz?