Selman

Üzerinde Kudüs olan dergiyi eline aldı. Evirdi, çevirdi. “Bu benim olsun mu?” dedi.
Üzerinde Kudüs olan dergiyi eline aldı. Evirdi, çevirdi. “Bu benim olsun mu?” dedi.

Herkes gitti, şair fotoğrafları kaldı sadece. Yoldan geçen bir genç yaklaştı kamelyaya. Üstü başı kirli, saçı sakalı birbirine karışmıştı; geldi, başını çardaktan içeri uzattı. “Ben de severim şiiri.” dedi. Neredeyse herkesin dilenci sandığı gencin bu sözüne pek aldırış eden olmadı. Şair, “Buyur gel. Biz de severiz şiiri.” dedi. Çekinerek içeri girdi genç. Şair fotoğraflarına baktı. Dergilere baktı.

Irmağın kıyısı panayır yeri gibiydi. Havalar ısınmaya başlayınca sabah saatlerinde çimenlerin etrafı dolmaya başlar, gece yarısına kadar semaverlerin dumanı, çocukların kahkahası eksik olmazdı. Ressam Arif her zamanki yerinde, kimseye umursamadan, hiçbir sese kulak vermeden sanki ilk defa görüyormuş gibi Taşköprü’ye bakıyor, köprünün gözlerini ezberlemek istercesine hafızasına kaydediyordu. Irmağın akışını da heyecanla aklına yazıyordu. Sonra elindeki fırçasıyla başlıyordu köprüyü tuvaline işlemeye. Bu kaçıncı resimdi bunu ne kendi ne de onu tanıyanlar bilirdi. Yıllar var ki hep aynı yerde aynı resmi yaparak köprünün karşısına geçerdi Arif.

Hiç konuşmazdı Ömer. Sadece “kola” derdi. Dilenciliği bile bu kelimeye bağlıydı. Elini açar, yüzüne o bildik gülüşü yerleştirir, “kola” derdi.


Arif’i köşesinde bırakıp biraz ilerideki Ömer’e bakıyoruz. Elindeki poşette yine kola var. Yaz, kış hiç fark etmez, kolası eksik olmazdı Ömer’in. Ekmeğine katık, hüznüne, sevincine ortak olarak hemen kolayı çıkarıp poşetinden, dikerdi başına. İçtikçe içi açılır, yüzüne bir gülme yerleşir, asit boğazını yaktıkça onun yüzündeki gülücük artardı. Hiç konuşmazdı Ömer. Sadece “kola” derdi. Dilenciliği bile bu kelimeye bağlıydı. Elini açar, yüzüne o bildik gülüşü yerleştirir, “kola” derdi.

Onu tanıyan, tanımayan herkes avcuna bozuk paraları bırakır, o da soluğu markette alır, poşetine yeni bir kola koyardı. O gün daha bir kalabalıktı ırmak kenarı. Piknik için gelenler değildi sadece bu kez kalabalığın sebebi. Öğrenme şenlikleri için toplanmıştı insanlar kamelyaların altına. Şenlik işte. Adı üstünde. Müzikler, çocukların mutlu gülüşleri, sürekli koşuşan yetkililer derken ırmak bugün daha bir keyifli ve daha bir yeşildi.

Elindeki fırçasıyla başlıyordu köprüyü tuvaline işlemeye.
Elindeki fırçasıyla başlıyordu köprüyü tuvaline işlemeye.

Kamelyalardakiler hünerlerini gösterme ve ziyaretçileri için öğrenmeyi bir şenliğe dönüştürme yarışına girmişlerdi bile. Ebru yapanlar, spor aletleriyle tatlı bir yarışa girenler, polis köpeklerinin hünerlerini izleyenler, el işi ürünlerin inceliklerini merak edenler, tansiyon ölçmeyi öğrenenler ve daha birbirinden renkli görüntülerle ziyaretçileri kendine çekmeye çalışanlar öğrenmenin bir şenlik olduğunu herkese gösteriyordu. Irmağın karşısı bildik yüzünü hiç değiştirmedi. Sabah çayını ırmak serinliğinde içmek isteyenler ağır hareketlerle çimenlerin üzerine serdikleri sofra bezlerinin üzerini donatmakla meşguldü.

  • Az sonra semaverlerin dumanları da tütmeye başlayınca ırmağın keyfini çıkarmak isteyenlerin de uykuları açılmaya başlayacaktı. Bir taraftan da karşıda ne olup bittiğini merak edenler daha fazla dayanmadı; “Bak bakalım ne oluyor karşıda.” diyerek çocuklarını şenliğin ortasına gönderdi.

Çocuklar rüzgâr gibi koşmaya başladılar. Hıdırlık Köprüsü’nden ışık hızında geçtiler, kendilerini bir anda şenliğin ortasında buldular. Balonlar, dağıtılan hediyeler, yarışmalar derken çocuklar karşıyı unuttu gitti. Semaverlerin dumanı çoğaldı, çocuklar karşıyı iyice unuttu. Daha sonra büyük çocuklardan biri haberci çocukları toplamaya geldi. Çocukların aklı şenlikte, dumanın geldiği tarafa doğru ayaklarını sürüye sürüye gittiler. Kamelyaların birinde de “Şiir Evi” yazıyordu. Şiir gibi süslenmişti dört bir yanı. Dergiler, kitaplar, şair fotoğrafları, hediye kalemler, hediye çocuk dergileri şiirin sesine kulak verecek şenlikçileri bekliyordu. İlk zamanlar pek gelen olmadı. “Halkımız şiiri sevmiyor azizim.” dedi edebiyat öğretmeni. “Bak; herkes oyun, eğlence derdinde.”

Şair bir şey demedi. Yeşilırmak’a baktı. İçi ferahladı. “Gelirler.” dedi. Gelenler oldu. En çok da çocuklar. Kamelyanın çevresinde asılı şair fotoğraflarından en çok şairi tanıyanlara hediyeler verildi. En güzel akrostiş şiir yazanlar ödüllendirildi. Orta yaşlı ziyaretçiler de içlerinde kalan edebiyat coşkusuyla şairleri tanımaya çalıştı. Bütün gün şiirle, öyküyle, masalla geldi, geçti. Akşam inmeye başlamıştı şehre. Artık herkes yavaş yavaş eşyalarını toplayıp şenlik alanını terk etmeye hazırlanıyordu. Keyifli yorgunluk denen cinsten bir ifade vardı yüzlerde. Herkes gitti, şair fotoğrafları kaldı sadece. Yoldan geçen bir genç yaklaştı kamelyaya. Üstü başı kirli, saçı sakalı birbirine karışmış genç geldi, başını çardaktan içeri uzattı. “Ben de severim şiiri.” dedi. Neredeyse herkesin dilenci sandığı gencin bu sözüne pek aldırış eden olmadı. Şair, “Buyur gel. Biz de severiz şiiri.” dedi.

Üzerinde Kudüs olan dergiyi eline aldı. Evirdi, çevirdi. “Bu benim olsun mu?” dedi.
Üzerinde Kudüs olan dergiyi eline aldı. Evirdi, çevirdi. “Bu benim olsun mu?” dedi.

Çekinerek içeri girdi genç. Şair fotoğraflarına baktı. Dergilere baktı. Üzerinde Kudüs olan dergiyi eline aldı. Evirdi, çevirdi. “Bu benim olsun mu?” dedi. Hangisini isterse alabileceğini söylediler. “Çok şiir yazdım ben de. Dağa, taşa, uçan kuşa. En çok da Yaradan’a. Yazmadım aslında. İçimde birikti şiirler. Kendiliğinden. Sonra birden bire dilimden dökülmeye başladı.

  • Şiirsiz duramaz oldum.” “Bir derde düştüm ki ben / Mevlam bilir Mevlam bilir / Yollarına toz olmuşum / Sevdam bilir sevdam bilir”

Bu sözleri duyan herkes günün sonunda kendilerini bir maceranın beklediğini sezinlediler. Toplanmaktan vazgeçip genci dinlemeye başladılar. “Şiir bende ırmak gibi çağlar. Bir şiir okurum sanki dünyanın en huzurlu adamı benim zannederim. Bir şiir okurum, bütün savaşları ben kazandım diye çıkarım meydana.”“Nerelisin?” diye sordu biri. Derin bir nefes aldı genç. Normal bir cevap beklemiyordu aslında hiçbiri. “Dünyanın bir köşesinden. Hepimiz gibi.” dedi.

Şair derin bir nefes aldı. Macera devam ediyordu. “Ankara- Haymana” dedi genç. Tokat çağırdı beni geldim diye ekledi. Gizli bir görevle burada olduğundan bahsetti. Bunu pek ciddiye alan olmadı. “Adın ne?” diye sordu şair. “Demeyim baba, demeyim.” dedi genç. “Dalga geçiyorlar,” dedi. Söyle bakalım dedi herkes merakla. “Selman.” dedi. “Dalga geçilir mi Selman’la.”“Geçiyorlar baba. Bilmeyen kız ismi sanıyor.” “Selman demek bizde Selman-ı Farisi demektir.” Bu sözü duyunca genç bir garip hâllere girdi. Önce gözleri büyüdü. Uzağa baktı. Durdu. “Baba, işte benim adımı Selman-ı Farisi’den dolayı koymuşlar. Bilmeyenler alay ediyor.” dedi ağlamaya başladı. Kamelyanın içi buz kesti. Selman gözyaşları içinde anlattı Selman-ı Farisi’nin hikâyesini. “Vahşi’yi bilir misin?” dedi birisi. “Bilmem mi bilmem mi… Yaşarken kurban olduğum Resulullah’ı görmeden yaşamak ne demek Vahşi bilir.” dedi. Oradan Vahşi’yi anlatmaya başladı gözyaşları içinde. Hem dinlemek için hem de bakalım bunu da biliyor mu diye “Veysel Karani, Hz. Ali, Kerbela…” diyenler oldu.

Selman gözyaşları içinde anlattı Selman-ı Farisi’nin hikâyesini.
Selman gözyaşları içinde anlattı Selman-ı Farisi’nin hikâyesini.

Selman hepsini anlattı. Arada bir şaire dönüp “Babaa, sen başkasın baba!” dedikçe çevredekiler kimseye değil de şaire böyle hitap ettiğini görünce Selman’a daha bir ilgiyle baktılar. Selman şaire “baba” dedikçe şairin oğlu da babasına tedirgin gözlerle bakıyordu. Çevrede izleyen meraklılardan birkaçı video çekmek istedi, fotoğraf çekelim dedi. Selman’ın gözleri doldu. “Beni çekmeyin, kurban olayım. Ben çıkmam fotoğraflarda.” deyince daha bir meraklandı herkes. Gizli gizli çekmek isteyenleri görünce giderim deyip ayağa kalktı. Vazgeçtiler bu ortamı dijitale çevirmekten. Selman anlattı, herkes dinledi. Necip Fazıl’dan, Mehmet Âkif’ten, Yunus Emre’den şiirler okudu Selman. Sonra durdu, durdu. Tam karşısında oturan genç kadına baktı. Baktıkça kadın tedirgin oldu. “Senin büyük bir derdin var, dünyanı alt üst eden, hayatını değiştiren bir dert.” dedi, sustu. Kadının gözleri doldu. Bir şey demedi. Herkes kadına baktı.

Selman anlattı, herkes dinledi. Necip Fazıl’dan, Mehmet Âkif’ten, Yunus Emre’den şiirler okudu Selman.


“Var, derdim var ki ne dert. Anaokulu öğretmeniyim ben. Çocuğum hasta, bakıma muhtaç. Baktıracak kimse bulamayınca öğretmenliğe ara verdim.” deyip ağlamaya başladı genç kadın. Selman da ağladı. Başka biri çıktı. “Ben nasılım?” dedi. “Gamsızsın.” dedi. Kadın hiçbir şey anlamadı. Kamelyanın içi farklı bir havaya büründü. Selman anlattı. Vakit geçti. İzleyiciler arasındaki üniversite öğrencisi izin isteyip evine doğru yola çıktı. Selman kızın arkasından baktı. “Babaa, bu kızın bir derdi var baba. Diyemedi, yutkundu durdu. Diyemedi baba.” dedi şaire Selman ağlaya ağlaya. Şair kamelyanın dışına çıktı. Uzakta ağır ağır giden kızı gördü. Arkasından yetişti. “Bir derdin mi vardı bize söyleyemediğin?” dedi. Kız yutkundu. Bekledi. “Yok ki!” diyebildi gözleri dolu dolu. Hızlı adımlarla uzaklaştı ırmağın kıyısından. Şair dönünce kamelyaya Selman da gitmişti. Kapağında Kudüs olan dergiyi aldığını; “Kurban olurum Kudüs’e, kurban olurum Selahattin Eyyübi’ye.” diye diye gittiğini dediler. Bir de “Sana selamı var, yolu açık babanın.” dediğini söylediler.