Sızıyı gideren su

Gerçeği ortaya çıkarmak için yalan söylemek zorunda kaldığımız günlerden geçiyoruz. Anlamın bizzat kendisinin anlamının yitirildiği bir yüzyıldan yani.
Gerçeği ortaya çıkarmak için yalan söylemek zorunda kaldığımız günlerden geçiyoruz. Anlamın bizzat kendisinin anlamının yitirildiği bir yüzyıldan yani.

Dara düşsek belki bizi o darlıktan kurtaramaz her seferinde ama bizimle birlikte o kara, kör,dipsiz kuyuya girer de sırtımızdaki darlığın yarısını omzuna alır. Bir şey karşılığında değildir.Senin başarını, kendi defterine de yazar ki bundan imtina etmeyi bırakın, bir bahtiyarlıkçıkardığı açıktır. Demem o ki, arkadaşlık vardır. Ama uzaklaşmıştır.

Sevgili, bir mercek. Bunu daha önce de söylemiştim. Optiğin icadın­dan bile eski. Hep var, hep vardı. İnsanoğlunun tüm kültürel çabası ona dönük. Şiirler de şarkılar da filmler de onun için. Bütün yapıp etmelerimiz ona. Bütün kadim anlatılar onun için. ‘Suna dedimse sen’ diyen Sezai Karakoç da ona, Leyla dediyse tüm cihana namını salan Fuzuli de... Diyesilermiş ki Hitler’in bütün hikâyesi Eva’nın defterinde yazılıymış. Freud’a yer yok yanımızda. O değil. Jung hiç değil. Bunlar ve gibileri de değil. Ne demiştik? Sevgili bir mercek. Seni sana geri veren, seni sana büyük ya da küçük değil, olduğun gibi gösteren bir mercek. ‘Aslında’ olduğun gibi…

Başka gözlerin göremediğini gören ‘şey.’ “Allah, suretlere değil, kalplere bakar” buyuruyor Resulullah. ‘İlahi bir şey var seni sevişimde’ de budur işte. Hatırlayın ki, ‘Getirin şu Mecnun’u divane eden Leyla’yı da görelim’ demişti Harun Reşid. Getirmişlerdi de ‘bu kara kuru kız için miymiş hepsi’ diye geçirmişti aklından. Leyla da, kendisinin değil asla, Mecnun’un kıymetini göster­mek için davranıp; ‘Siz bir de Mecnun’un gözleriyle bakın’ deyivermiş­ti. İnşa eden, nazarın kendisi çünkü

Üzgünüm. Üzgünlük en yaygın mesleği hepimizin. Herkes her yerde bir şekilde üzgün. Giderek bir var olma biçimi üzgünlük. Yetimler üz­gündür. Aralarında bir bağ yok biliyorum ama yetinmemek zengindir. Müşterisi bol bir alışveriş. Sürekli mutlu olmayı öğütlüyor bu yüzyıl. Öğütlere kulak asmamamızı söyleyen de kendisi üstelik. Mutlu olmak ne? Bu konudaki fikirlerimiz oturmuş değil. Melal, hüzün, gam, keder, kahır ve sair… Bunlar değil mesele. Bunlar gerçek çünkü. O değil. Plastik bir tarafı var. Bu yüzden bu çağın ‘sık kullanılanlar’ına ekli. Her yerde karşımızda.

Sürekli mutlu olmayı öğütlüyor bu yüzyıl. Öğütlere kulak asmamamızı söyleyen de kendisi üstelik.
Sürekli mutlu olmayı öğütlüyor bu yüzyıl. Öğütlere kulak asmamamızı söyleyen de kendisi üstelik.

‘Arkadaş arkadaşın meşhuruydu.’ Hakan Arslanbenzer, Namus şii­rinde diyor bunu. Bu dize, adı ‘namus’ olan bir şiirde geçebilirdi zaten. Geçelim. Devamı da var; “Şimdiki gibi değildi yani.” Söylemekten korktuğum her şeyi söylemeye çalışmış işte şair. Ama bizde var. Bugün de var. Zayıflamış bir zincirden söz ediyor olsak da var. Bireyselleşme, yabancılaşma şudur budur diye diye tespit etmeye çalıştıkları İkinci Dünya Savaşı’nı görmüş modern insanın sonudur bu. Ama ne son! Denilmiştir ki kırk gün bir akıllı üzerinde sosyal tespitte bulunulsa insan kendisine karıncalanır. Durum odur.

Sonra dünya daha hızlı dönmeye başladı, o hızdan istifade daha bir yuvarlak çeh­reye kavuştu.
Sonra dünya daha hızlı dönmeye başladı, o hızdan istifade daha bir yuvarlak çeh­reye kavuştu.

Önce beylik bir laf: ‘Arka-daşlık çıkarlar üzerine kuruludur.’ Bey lafıdır tutalım. Sana ‘arka’sını dönenin çıkarı üzerine yani. ‘Şimdiki gibi değildi’ evet. Eskiden böyleydi; dost, dostun çıkarı için dururdu dünyaya karşı. Nasıl ki ‘ite çakala karşı yârin kapısında’ durulurdu, tıpkı öyleydi. Ba­baya posta konulup da onun incitilmek bile istenmediği yıllarda böyleydi. Sonra dünya daha hızlı dönmeye başladı, o hızdan istifade daha bir yuvarlak çeh­reye kavuştu. Sonrası malum. Gazete diye bir şey çıktı ve üçüncü sayfaların önce muntazaman cinayetlere sonra türlü sapkın ilişkilere ayrıldığı devirleri gördük. Sonra kötü şarkılar ve aynı kıza vurulunca aradan çekilmeyip de arkadan numaraların çekildiği yıllar…

Başbakandan daha önemli adamdır arkadaş aslında. Reis-i Cum­hur’dan bile… Mühim adamdır yani. Ahmet Murat’a selam olsun ki insan ne vakit omzunda güzel bir ağırlık hissetse, bu onun elidir. Dara düşsek belki bizi o darlıktan kurtaramaz her seferinde ama bizimle birlikte o kara, kör, dipsiz kuyuya girer de sırtımızdaki darlığın yarısını omzuna alır. Bir şey karşılığında değildir. Senin başarını, kendi defte­rine de yazar ki bundan imtina etmeyi bırakın, bir bahtiyarlık çıkardığı açıktır. Demem o ki, arkadaşlık vardır. Ama uzaklaşmıştır.

  • Şaşırt beni, soyunup org çalayım. Galeano’dan dinlemiştim. Tersine Dünya’sında şöyle diyordu: “2003 yılının 20 Mart günü, Irak uçakları Birleşik Devletler’i bombaladı. Bombaların ardından, Irak birlikleri Kuzey Amerika ülkesinin topraklarını işgal etti.

Ülke büyük bir yıkım yaşadı. Çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu çok sayıda Bir­leşik Devletler vatandaşı sivil öldü ya da sakat kaldı. Tam sayı bilinmi­yor… Savaş kaçınılmazdı. Irak’ın ve tüm insanlığın güvenliği, Birleşik Devletlerin cephaneliklerinde duran kitle imha silahları yüzünden tehdit altındaydı. Buna karşılık, Irak’ın esas niyetinin Alaska petrolünü ele geçirmek olduğu yönündeki söylentilerin hiçbir temeli yoktu.”

Büyük hakikatlerin anlatılabilmesi için büyük numa­raların çekilmesi gerekiyor, diye anlamak da mümkün bunu belki.
Büyük hakikatlerin anlatılabilmesi için büyük numa­raların çekilmesi gerekiyor, diye anlamak da mümkün bunu belki.

Modern edebiyat: şaşırtmak, inandırmaktan daha etkilidir, diyordu Albert Camus. Büyük hakikatlerin anlatılabilmesi için büyük numa­raların çekilmesi gerekiyor, diye anlamak da mümkün bunu belki.

Sürekli mutlu olmayı öğütlüyor bu yüzyıl. Öğütlere kulak asmamamızı söyleyen de kendisi üstelik.

‘Numara.’ Ne yazık ki… Gerçeği ortaya çıkarmak için yalan söylemek zorunda kaldığımız günlerden geçiyoruz. Anlamın bizzat kendisinin anlamının yitirildiği bir yüzyıldan yani. Modernizmin, sırtlan ‘post’u giydiği zamanlardan.

İnsan insanlara güveniyor, bu oluyor. Ziya Paşa merhum, insana güvenmezdi. Tecrübe midir bilemem. Endülüs tarihi çalışmış, belki ondandır. Ağaca yaslanma kurur, diyen atalar sözünün devamı da konumuzdur nihayetinde. Paşa’nınkini bilmem dedim de bakmayın, fakire göre Endülüs’tendir. Fakat bu güven bahsi, sonucu büyük oran­da belli bir tecrübeyi sırtında taşıyor. Ne de olsa ‘insan, insanın kurdu­dur’ demiş, kâfirler… Batı’dan bir cümle aldım diye meseleye batıdan baktığım sanılmasın. Oradan yürür, tenkit yaparım. Biz; insan, insanın umududur, diye inanmış adamlarız sonuçta. Ama güven bahsi önemli. Sonu bilinmesine rağmen, izlenen bir film gibidir etraflıca ele alın­dığında. Güven, öldürür kabul. Ya güven-e-memek? O yaşatır mı ki?

Son tercümelere göre Batı’da teknoloji büyümüş, insanlık ölmüştür. Hızla oraya sürülmüş bir at. Kabul, kelime bugün artık ‘ilk insanların kullandığı kavramlar ansiklopedisi’nin bir üyesi. ‘İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah’a da şükretmez’ buyuruyordu ya Resulullah. İnsanlara güvenmeyen… Hayır, bunu yapmayacağım. Ama üzerine düşünmemiz gerek.