Son yılların en beğenilen aşk şiiri hangisi? Şairlerin ortak favorisi var

İstasyonu bulamadığımız adamlar olduğumuz doğru, sevince iş güç sahibi olduğumuzda, ikimizin birden sevineceğine dair taşıdığımız umut da yanımızda, zaman zaman sekteye uğrasa da… “Kalbi kırık birinden daha tamamlanmış bir şey yoktur” diyerek 27 şaire yazılmış “en iyi aşk şiiri hangisidir” diye sorduk… Cevaplar şaşırtıcı değil; çünkü konumuz aşk… Ve elbette “halbuki aşk başka ne olsundu hayatın mazereti?”
Abdüssamed Bilgili
Yazılmış en iyi aşk şiiri Monna Rosa’dır kanımca. Ben bu şiirin yalınlığını, basitliğini severim. Çünküsü yoktur aşkın ama bu şiirin en iyi aşk şiiri olmasının nedeni aşk gibi yalın ve basitliğinden gelir. Bu tezatlık Monna Rosa’yı en iyi aşk şiiri yapar, ona ontolojik bir anlam kazandırır. Tüm bunlarla beraber Monna Rosa şüphesiz Sezai Karakoç’un en iyi şiirlerinden biri değildir ama Türk edebiyatındaki en iyi aşk şiiridir. Biraz da şiirin büyüklüğü buradan gelir. “Boş yelken” ve “kanlı kuş tüyü” gibi ifadeler güncel, yalın ve etkisini hep sürdürür bana göre. Bu yüzden aşk şiiri deyince aklıma gelen ilk şiir budur.
Ahmet Ölmez
En iyi aşk şiiri yazılmak yerine muhtemelen söylenmiştir. Bundan binlerce yıl önce ergenin biri, sevdiği kızın gözlerine bakarak birkaç gündür zihninde tasarladığı dizeleri dökerken yanlışlıkla yeryüzünün gelmiş geçmiş en iyi aşk şiirini söylemiştir. İnsan sevince şiirinin doğal ve gerçek bir muhatabı olur. Bu bağlantıda da en samimi, en güzel, en iyi aşk şiirleri vücut bulur; ama bunlar da mahremdir günün sonunda. Başkalarına yazılmış aşk şiirleri de beni ilgilendirmez, normal şartlar altında bunları okumamış olmam gerekir. Hasbelkader okuduğumda sanatını, şairliğini takdir eder geçerim. Günün sonunda bütün bu şiirler, Cenap’ın tabiriyle “bir garip yelpazedir” benim için.
Ahmet Edip Başaran
Yazılmış en iyi aşk şiiri sadece yaşanmış en güzel bir aşkın tezahürü olabilir. Kaldı mı böyle aşk? Bizi insan olmanın lezzetine, bizi çaresizliğin uzayına, bizi zaman denilen o korkusuz cengâverin kılıcına, bizi umut etmenin o eşsiz güzelliğine sürgün eden o aşk/lar elbette insan yaşadığı müddetçe yaşayacak köhne dünyamızda. Buna inancım tam. Yazmakla yaşamak arasındaki bağı düşündüğümde bir aşk şiirinin en sahici, en içten, en yalın, en insani özünü Monna Rosa’da bulurum ben. Yukarıda bahsettiğim sürgün edildiğimiz yerler de o asil ve özel şiire bir atıf. Arada açar okurum ve o sürgün yediğimiz yerlerden yeni baştan ve daha bir coşkuyla severim hayatı. Dünya dediğimiz şey bir dedikodu gayyası; ama hayat öyle mi? “Âşıklar ölmez,” demiş Yunus. Monna Rosa bize bu sırrı anlatır; çünkü “en güzel şarkıyı bir kurşun söyler.”
Ali K. Metin
Birkaçı arasında birinci sıraya koyacağım şiirde biraz zorlanmıyor değilim; ama Modern Türk şiirimize bakarak düşündüğümde Cemal Süreya’nın Gül şiiri diğerlerinden epeyi öne çıkmakta. Gül, yazılmış aşk şiirleri içerisinde benzersiz bir yere sahip. Aykırı oluşuyla, taşıdığı anlam ve imgelem yüküyle, derinliğiyle benzersiz. Geleneğimizdeki “gül” sembolünü modern insanın gerçekliğine uyarlamasıyla benzersiz. Beşerî düzeydeki dramatik unsurları ve tekillikleri, insani dolayımlarla metaforik olarak dönüştürmesi bu şiire olağanüstü bir anlam halesi kazandırıyor. “Aşk”ın dönüştürücü gücü en sıradan hatta en negatif olanı bile yepyeni bir kendilikle donatmakta: “Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene”. Bir şiirin gücü; duygu yükü, etkisi, dildeki yeniliği ve yetkinliğiyle beraber oluşturduğu tahayyül dünyasının özgüllüğünde gizlidir. Gül şiiri her bakımdan Türk şiirindeki büyük atılımın en iyi örneklerindendir. Modern şiirimizin kalıpları kıran bir aşk manifestosudur.
Aykut Nasip Kelebek
50-55 yaşlarından sonra iyi şiir kaleme almayı başarabilen şair sayısı çok azdır, ben Nâzım Hikmet’i bu istisnalar arasında anıyor ve onun vefatından birkaç sene önce yazdığı Saman Sarısı’nı edebiyatımızın en güzel aşk şiirleri arasında kabul ediyorum. Nâzım bir yanıyla melankolinin zirvelerinde dolaşan diğer yanıyla yirminci asır ortası dünya siyasetinin haritasını çizen ve o çok meşhur “mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin” mısraını da içeren Saman Sarısı şiirinde; bir âşığın o inişli çıkışlı ruh halini harikulade bir şekilde resmeder. Her aşk belli bir imkânsızlık hissini içerir, işte Nâzım’ın Saman Sarısı’nda da kayıp sevgilinin peşine düşülür ve şair kayıp sevgilisiyle birlikte kendi kayıp gençliğini de arar. “Bana aşk şiirinin resmini yapabilir misin” diye bir soru gelseydi, ilk cevaplarımdan biri kesinlikle Saman Sarısı olurdu.
Belya Düz
Metin Eloğlu’nun Lokman Hekim’in Sev Dediği şiiri, hüsn-i ta‘lil sanatı üzerinden anlatım dili oluşturularak adeta akıp giden, Türkçe’nin çok duru bir biçimde ve harika buluşlarla harmanlanarak kullanıldığı, melankoliye kapılmayıp sevinçli bir ruh halinden seslenen, yer yer büyüleyici bir pastorallikle “dışarı”yı gözümüzün önüne getiren, sizi alıp pirüpak bir aşık olmuşluğun ortasına bırakan büyük bir şiir. İnsanın doğayla ve içinde yaşadığı toplumla kurduğu temaslardan taşan etkiler onun sevgiliyle olan duygu dünyasına taşınır. Şair bütün bu alüvyonları ustalıkla serimleyerek sevgisini hayat dolu ve toplumsallaşan bir zeminde anlatmıştır. İncelikle ve en doğal haliyle kurulmuş mısraları okudukça, yüzünüze hafif bir gülümseme konuyor, kalbinize aşka ve insana dair sıcak bir şeylerin aktığını hissediyorsunuz.
Oktay Taftalı
Tartışmaya değer bir konudur: Türk şiirinde çeşitli gerekçelerle, deyim yerindeyse “ana akım” dışında anılan şairler vardır. Söz gelimi: Halit Fahri Ozansoy, Kemalettin Kamu, Halide Nusret Zorlutuna, Fuat Edip Baksı, Ümit Yaşar Oğuzcan ilk akla gelen isimler arasındadır. Bekir Sıtkı Erdoğan da bu sıralamaya dahil edilebilir. Söz konusu aşk şiiri olduğunda, onun Marya şiiri, imge yapısı ve içerdiği unsurların zenginliği bakımından bence eşsizdir. Şair ihtimal dışı bir aşkı, sanki 19. yüzyılın sonunda, yabancı iklimleri çağrıştıran ve bizim için hayli sıra dışı bir ortamda, lejyon gecelerinde, bir sömürge yalnızlığının ortasında yaşamaktadır. Tasvir ettiği ortam ve sergilediği ruh itibariyle, güncel Türk edebiyatında benzer çağrışımlar içeren bir başka metin bilmiyorum. Ana akım içinde hemen hiç değinilmemesine rağmen ses, ritim gibi teknik özellikleri ve poetik lisansı itibariyle de güçlü bir metindir Marya.
Mert Mevlüt Gökçe
Bana göre yazılmış en iyi aşk şiiri 22 yaşındaki bir delikanlıya ait; Sezai Karakoç’a… İnci Dakikaları’nı okuduğumda henüz 17 yaşındaydım. Hiç âşık olmamıştım. Bu şiirin ilk iki mısraı beni kelimelerin yan yana ve alt alta gelerek bir mucizeye dönüşebileceğine inandırdı.
“Sen bana yeni yılsın her dakika / Her dakika bir yaşıma daha giriyorum” Aşkın özeti olan konsantre dikkat halini bu iki mısra ne kadar da kusursuzca açıklıyor. Bir şeye normalden daha sık ya da daha uzun süre dikkat edildiğinde 1. Manik, 2. Aşk’tan söz edilebilir. Manik dikkat süresi fazlasıyla uzun olan kişi demektir. Aşık da öyledir. Her dakika yeni yıla girecek kadar hem de. Evrenin mekanik düzenini nasıl keşfettiği sorulduğunda Newton şöyle demiş: “Gece gündüz onu düşünerek.” Yani âşık olarak. 22 yaşında bir delikanlının kusursuzca anlattığı aşk gibi.
M. Tuğrul Çolak
Aşk, insanın ömründe en az bir kere yaşadığı en yüksek histir, buna inanırım. Var olduğunu duyumsamakla aşk hissi arasında çok güçlü bir bağ olduğuna da. Aşk şiiri bir tema olarak yalın değildir. Aşk şiirinden sayılmayan birçok şiir aşkın insandaki ikincil etkileridir bence. Aşk şiirlerinin niteliği ile bıraktığı kitlesel etki arasında bir korelasyon olup olmadığı da tartışmaya açıktır. Soruşturmanın kompozisyonuna uymak gerekirse Leyla ile Mecnun, Hüsnü Aşk gibi klasiklerden bahis açmayı isterdim. Ama kısa cevap istendiği için bu mümkün görünmüyor. Modern Türk edebiyatında etki bırakan onlarca aşk şiiri var. Ben tepe ışığımı bir şiirdeki dizelere tutacağım. Mükemmelen, sanatın bağrına vura vura giden dizeler içermese de Turgut Uyar’in Bir Gün Bir Sabah şiirinin samimiyetli tesirine. Burada sosyoekonomik gerçekliği gereği, seven, gücünün yetmediği şeylerle sevdiğinin kapısına varmak ister. Gücü azaldıkça artar aşkı. Maddi mağlubiyetini şiirsel düşüncenin içselliği ve inceliği ile zafere dönüştürmüş bir memurun dizeleri. Toplumun, aşkın, kalbin gerçeğidir bu. “Lüle taşından gerdanlığa gücüm yetmemiş / Sana Sapanca’dan bir sepet almışım.”
Burak Ş. Çelik
“Yüzyılın Aşk Şiiri” başlığıyla boş bıraktığım bir sayfa var, bir yokluğun, kaybın şiiri. Aşk, modern çağda bir deneyim değil, tüketim nesnesine dönüşüyor. Kapital, aşkı da metalaştırdı denebilir: filmlerde, reklamlarda, algoritmaların sunduğu eşleşmelerde aşk, satılabilir bir vaat, harcanabilir bir deneyim olarak yeniden üretiliyor. Oysa temsil edilemezdir; planlanamaz, yönetilemez. Boş bırakılan sayfa, hem bu imkânsız temsile hem de aşkın kapitalist simülasyonuna karşı bir direniş. Yazılacak her şiir, aşkı daraltıp bir ürüne çevirirken yazmamak, aşkı özgür bırakabilir. Bu boşluk, çağımızın aşksızlığını da kaydeder. İnsanlar bağlanmaktan, kaybetmekten, sevilmekten korkarken; aşk, toplumsal ütopyadan bireysel fanteziye indirgenmiştir. Boş sayfa, bu büyük eksikliğin hem tanığı hem trajedisidir.
Can Acer
Acem şairi Urfi ölüm hastasıymış; sevgilisinin geldiğini haber vermişler; şu rubaiyi söylemiş: “Nevmîd-i visâl eyleme artık beni ey merg, /En son emelimdir, şunu bâri heder etme; / Cânan geliyor, can gidiyor, şimdi İlâhî, /Bir lâhza eman ver de, Kıyâmet'te diriltme.” Bir başkasının bedeniyle bir lahza yan yana durmak için kıyamette diriltilmemeyi, kendi bedeninden sonsuza kadar vazgeçmeyi, yok olmayı göze almak. Şair lahza dediğine göre sevgiliyi sadece görmeyi ümit ediyor diyebiliriz. Aşığın gözleri sonsuzluğu tek bir karede toplayabilen bir mercek. Ölüm sonrasından vazgeçiliyorsa her inananın ahirette kavuşmayı umacağı Tanrı'dan da vazgeçiliyor demektir. Merceğe sevgiliden düşen ışık, tanrısal ışıktan daha çok parlıyor bu mısralarda. Bu, bedenin parıltısı. Kendi bedenini dışarıda bırakıp --Kıyamet'te diriltme-, bir başka bedenin ışığı altında kendini görünmez kılma arzusu. Mehmet Akif aşk şiiri yazmamasına rağmen bu şiiri tercüme ediyor. Urfi’nin duyarlılığı Akif’in Türkçesiyle birleşince en güçlü aşk şiirlerinden biri ortaya çıkmış.
Eray Sarıçam
Biz'e benzeyen, benzemenin de ötesinde, düpedüz “biz” olan bir şiir; Metin Eloğlu’nun Aşk Mektubu. Eloğlu'nun aşk şiirleri keşke ayrı bir edisyonla basılsa derim hep. Onca argodan, ironiden, yeri geldiğinde komiklikten ve delikanlılıktan çok başka bir yerde ama bunlarla da iç içedir, hatta bunların bir çıktısıdır Eloğlu'nun aşk şiirleri. Lokman Hekim'in Sev Dediği Eloğlu'nun belki de en bilinen aşk şiiridir. Aşk Mektubu’ndan çok daha umutludur; ama Aşk Mektubu ile kıyaslayınca Lokman Hekim çok daha “klişedir.” Tabii karakter sahibi bir klişe... Mektup’un ondan farkı yazıldığı yılların tüm özelliklerini -arabesk havasından umutsuz gerçekliğine kadar- üzerinde taşıyor olmasıdır. Lokman Hekim’de o arabeski görmeyiz mesela. Bu gibi gerekçelerle klişe olanın dışına çıkar Mektup. Güzelliği de burada yatar aslında. Bize bir dönemi sanki bugünmüşçesine hatırlatması, yaşatması. Yazıldığı yıllardan bugüne Türkiye’de ve dünyada çok şey değişti. Ama Mektup okuyanda aşka dair o değişmezi (neyse o değişmez) ilk günkü gibi ortaya çıkarabiliyor.
Hüseyin Akın
Güzelin en güzelini bulmak yorucu bir uğraş. Zaten bu yüzden aşk var. Karar kıldığın, içinde cevaplanmamış soruları cevaplayan şey hangisi ise o güzeldir. Aşk sayısız ve uçsuz bucaksız güzel içinde kendini O’na bırakarak gözün selamını kalbe iletmektir. Bu yüzden belki de yüzlerce şiir içerisinde Nazım Hikmet’in Seviyorum Seni şiirini seçtim. Abartısız, yalın ve nasılsa öyle olan hayatla akraba bir duyguyu aşk kadar sahici bir tarzda dile getirmiş şair. Bu şiirde hiçbir şey ısmarlama değil. Ne Ferhat olup dağları delmeye ne de Mecnun olup çöllere düşmeye hacet var. Ne zaman bu şiiri okusam sevmenin ortalıkta dolaşan değil kana karışan tarafını derinden hissederim.
Hasan Bozdaş
Aşk olmasa şiirle irtibatımız çok sığ olurdu, sadece düşünsel ve dilsel bir tecrübe olarak kalırdı belki. Bu sebeple iyi ki kalbi kucaklayan ve şiiri dirilten olarak aşk var. Yazılmış en iyi aşk şiirini tanımak ise bir o kadar zahmetli, belki de hakkaniyetli davranmak zor. Mesela İlhami Çiçek’in “Leyla bilmez mi gerekli olduğunu” dizesi dönüp dolaşıyor zihnimde. Edip Cansever’in Uzak Yakınlık’ı, İsmet Özel’in Savaş Bitti’si, Turgut Uyar’ın Denize Gidip Dönen Mavilerin Bire İndirgenen Üçlüğü… Burada Attila İlhan da özel bir yerde duruyor ama sanırım masanın başında oturma hakkı Sezai Karakoç’un. Onun Köşe’lerinin hakkı aşk ve içinden geçilen küçük aynalar.
Rıdvan Ardıç
Yazılmış en iyi aşk şiiri, benim için şüphesiz Louis Aragon'un Elsa Triolet'ye yazdığı Elsa'nın Gözleri’dir. Yıllar önce bu şiirle karşılaştığım zaman, ilerleyen serüvenimde daha iyi bir aşk şiiri okuyacağımı sanmıştım. Fakat bu şiirin benim sıralamamdaki yeri hâlâ değişmedi. Üstelik şiiri orijinal dilinden okumadığım halde böyle. Şiirin başından itibaren sonuna dek bozulmayan lirik tansiyon ve okuyucunun dikkatini birden doğaya, farklı coğrafyalara götüren şaşırtma unsurları bence bu şiiri eskimez kılıyor. Belki de bu sebeple, günümüze ait olmayan bir stilde yazıldığı halde, güncel şiir okuyucusunu bile durduk yere bir aşk belasına götürebilecek bir şiir...
Mehmet Can Doğan
Birikim gözetilerek aşk ve şiir ilişkisi üzerine düşünüldüğünde ölçüt hep “en güzel” diye belirlenmiştir; bu ölçüte bağlı kalınarak hazırlanmış şiir antolojileri vardır. Güzellik şiirin etkisiyle, “pathos”la ilgidir. Ölçütü “en iyi” diye belirlediğiniz için şiirin etkisini değil, ahlakını, yapısını, “ethos”u gözetmek gerekir. Belki, siz ikisini de gözetmişsinizdir. Neyse… Bu tür “en”li sorularla karşılaştığımda duraksarım; belleğimdeki şiir adları, dizeler, imajlar birbirine girer. Sonunda söyleyeceğim metinler, o ânın duygusuyla elenir. Şimdi de öyle olmakla birlikte, söyleyeceğim iki şiirin bir âna değil anlara yayılarak bende yaşadıklarını biliyorum. Biri Eşrefoğlu Rûmî’nin “Cihânı hiçe satmaktır adı aşk / Döküp varlığı gitmektir adı aşk” beytiyle başlayan ve hepi topu beş beyitten oluşan şiiri. Yıllar önce okumuş, hatta ezberlemiştim de. İlk bakışta aşkın neliği/mahiyeti üzerine tanımlayıcı bir şiir gibi görünse de içselleştirildiğinde aşkın ne olduğunu değil, ne yaptığını bildiren bir şiirdir bu; belki de bana öyle geliyor, ben öyle algılıyorum. Diğeri, Aziz Şenses’in derlediği ve yorumladığı “Yenice yolları bükülür gider / Zülüf ak gerdana dökülür gider” diye başlayan bir türkü. “Dünyayı kalbura koysan elesen / Sen de benim gibi yâr bulamazsın” dizeleri, türkünün kalbi. Aziz Şenses’in yorumladığı hâliyle üç birimden oluşan bu şiir, benliğin aşkta nasıl varlık kazandığını veya oluştuğunu düşündürür bana. Ontik bir metin. Yapısı da sağlam; aşkta/aşkla dağılan, anlayan ve bütünlenen benlik gibi.
Gökçe Özel
Bu sorunun cevabı: Irmak Boyu Tüccarının Karısı’dır benim için. Şiir Li Bai'ye aittir, ancak Ezra Pound tarafından Cathay adlı eserinde İngilizceye çevrilmiş ve yeniden şekillendirilmiştir. Peki neden en iyi aşk şiiridir bu? Ben, bir kadının bir erkek için şiir yazmasını estetik bulmam. Benim için aşkın doğasına ve tılsımına uygun düşmez. Ama bu şiirde her şey farklıdır: Olaylar bir kronoloji içinde akar ve kadın duygularını doğa üzerinden dile getirir. Burada her şey hem çok açık, hem de çok örtük. Kadın “çok üzgünüm” demez; maymunlar üzgün der. Taşlar yosun tutar, yapraklar erken düşer, çifte kelebekler sararır. Kronoloji de çok kadınsıdır: "Küçükken sen bizim kapıya gelirdin" der; ben sana değil. Çevresinde dolanan da odur, ilk adımı atan da. Evlendikten sonra bile bin kere çağrılması gerekir; ancak sevgiden emin olunca somurtmayı bırakır, toprağına karışır. "Kiang ırmağının kıyılarından geçip geliyorsan / ne olur bana önceden haber sal / Çıkıp giderim seni karşılamaya / Cho-fu-Sa’ya kadar.” Cho-fu-Sa (Rüzgârlı Uzun Sahil) kadının evinden kilometrelerce uzaktadır. Burada ne demek istediğini hepimiz anlıyoruz sanırım :) Şiirle aşkı ilan etmek eril bir yaklaşımdır. Bunu bir kadının tabiatla iş birliği içinde, örtük, mağrur ve hakiki bir biçimde ifade etmesi, gördüğüm en dişi ve en asil aşk şiiridir.
Mehmet Aycı
“Gökteki yıldızın üçü piyade / Yaşım küçük ama derdim ziyade / Niye öyle üzgün üzgün bakarsın /Anan dahi sevmez benden ziyade”
Aşk şiirleri antolojileri hazırlandı biliyorsunuz. Sıradan bir edebiyat okuyucusun kütüphanesinde Cemal Süreya ve İlhan Berk’in antolojileri bulunabilir. Bunlar öznel seçkiler; sınırlıyor aynı zamanda. “Ben bu aşk şiirlerini sevdim” filan. Bütüncül bakarsak, şiiri dönemlere filan ayırmazsak Türk Şiiri başlı başına bir aşk şiiri. Nedim’le Fuzuli’yi yan yana okuyabilirsiniz; bunları türkü sözleriyle ve Karacaoğlan’la yan yana okumazsanız eksik kalıyor. Bir de “türler arası” diyebileceğimiz mesneviler, halk hikayeleri var biliyorsunuz. Bunların tamamı birinci sınıf aş anlatıları; şiir merkezli. Sıralama ve sınırlama biraz imkânsız. Eğer ruhsat olsaydı birinci sıraya Yusuf Suresi’ni, ikinci sıraya Deli Dumrul hikayesini alırdım. Oradaki hikâye de şiire dahil. Söyleyeni bilmediğimiz şair, “anan dahi sevmez benden ziyade” derken Deli Dumrul’un eşinin aşkına ilmek atıyor. Karacaoğlan’la bağlayalım: “Yiğit sevdiğinden soğur / Sarılmayı, sarılmayı.”
Kadir Tepe
Aşkın en iyi hâli mi? Bir yangın raporudur: Senden Sonra… Bayram Tayyip Yaslıca bu şiiri yazmaz, söylenmez kılar; delil bırakır, kaçmaz. Aşkı süslemek yerine suç mahalline çevirir; anonslar keser şiiri, polis telsizleriyle konuşur, köpek havlamaları girer araya, siren sesleri sinir ucu olur. “Bunu sana yazıyorum bak,” der ama o satır bir itiraf değil, infilakın zuhurudur. Tünellerden geçemez, saçlara takılır, gömleklerde kurşun izleri bırakır ama hâlâ yürür, hâlâ çatılara çıkar. Ayazlara tembihlenir, cinnetin sancısıyla doğurulur. Bu şiir bir gül değildir artık; kasıktan kopan, damar söken bir çığırdır. Yaslıca’nın şiiri, aşkın en çıplak, en tehlikeli hâline tutulmuş bir projektördür. Yangını anlatmaz; yangının ta kendisidir. Bir acil çağrı gibi sustukça büyür, ötelenmiş bir yardım gibi geç kalır. Bendeki aşkın anlamı da tam budur: Yaralı, yüksek, yer yer tutarsız; ama gerçek—dili bozuk, nabzı hızlı, yerinden çıkmış bir kalbin sesi gibi.
Leyla Arsal
Cevdet Karal’ın aşk şiirlerindeki metaforlar ve dışlaştırmanın sarsıcı rezonansı hep sıra dışı ve çok özel karşılaşmalar yaşatır okura fakat Bana Verilen Armağan şiiri, rezonansın okur zihnini kuşattığı öznelerarası bir etkileşimle devinimi en üst seviyeye yükseltir. Şiir her okunduğunda tazelik ve dirimin yarattığı titreşimsel çekim alanı bildirişimin sahici bir özdeşleşme ile simüle edilmesini, açığa çıkan duygunun okur zihninde yaşantılanmasını sağlamaktadır. Zihinsel süreçlerin, yani enerji akışının zihinler arasında voltajını hiç düşürmeden, çağrışımı arttırarak gerçekleştirdiği bu döngüsel devinim, bağlantısallığı hep tetikte ve canlı tutmaktadır. Bu ise şiirin okur zihninde devam ettiğinin, enerji (ışık) akışının hiç kesintiye uğramadığının göstergesidir. Bir şiirin yarattığı aksin (rezonans), zihinden zihine geçişindeki kesintisizlik en yüksek başarı/ değer ölçüsüdür diyebiliriz: “Seni sevdim / Bir gülün açımını / Kapılar gibi çarparken sevdim (…) Bir incirin dalı uzadı, içimden geçti/ Durdum öyle bekledim / Bir yapraktan parmağıma bir kara süt / İnerken sevdim” söyleyişindeki metaforik görüntüleme hayranlık uyandırıcıdır.
Şafak Çelik
Soru yaman! Bu seçim elbet öznel olacak çünkü sanat eseri öznel değerlendirmeyle karşılık bulur. Özellikle şiir gibi okurda oluşacak olan imge/imajın ne kadar belirsiz olduğu göz önüne alınırsa… Âşığa yazılan onca şiire rağmen -halk şiirleri, divan şiirleri, türküler, deyişler, modern/postmodern şiirler…- bende hemen iki şiir -her ne kadar teke indirmeye çalışsam da başaramadım, Allah’tan ikisi de bir ağızdan çıkma- karşılık bulur. Yûnus Emre’nin “Ballar balını buldum / Kovanım yağma olsun dediği şiiri ve İşitin ey yârenler aşk bir güneşe benzer / Aşkı olmayan kişi misal-i taşa benzer” dediği şiiridir. İlkinde sırasıyla canum, dükkânum, gümânum, mekânum, bostânum, lisânum, dermânum, divânum ve kovanum yağma olsun diyerek mekân, dil, kuşku ve varlıkla ilgili her şeyden O’nu/aşkı bulduğunda vazgeçmiş bir âşık görürüz. İkincide ise yârenler’e seslenerek aşksız olmanın taş olmakla bir olduğuna işaret eder. En iyi aşk şiiri olarak da bende karşılık; aşk’ı tarif eden, âşıkta nasıl bir etki ve karşılık oluştuğunu anlatan bu iki şiir oluyor.
Salim Nacar
Zarifoğlu’nun mahcubiyetinde saklı o büyük gizliliği severim. Kurduğu dünyanın içinde martılar, okyanus, aspirin, pansiyoncu kadın -hepsi ait oldukları yeri kıskanırlar gibidir- isabetle bulunur. Her şey yerli yerinde, ama açıklanmış değil. Sonra işte karşımda apaçık ve Müslüman adımlarla telefonlara koşan, beton kalıpların içine harç gibi dökülen, gür sakallı, kısa boylu bir delikanlı görürüm. Ilık ama soğuktan sıcağa doğru; kocaman ama yeterince dikkatli değil; bakıyor ama gördüğü yerde iniltiler, girdaplar mukim. Her neyi umduysa, “o iş” olmamış olmalı. En çok böyle günlerde düşünürüm Zarifoğlu’nu. Erimeyi seven bir demir gibi, yüzünü yazın sevimsiz körüğüne hazırlamış. İSTANBUL 1963’ün karındaşıdır bu dizeler ve ben şairden kendimle cenk ederek Müslümanca sevmeyi öğrenmişimdir. Bir de dişlerimizin on altı yaşımızdaki gibi olmayacağını bir gecede.
Ömer Yalçınova
Benim gibi neredeyse her gün şiir okuyan biri için “Yazılmış En İyi Aşk Şiiri”ni seçmek zor. Bütünüyle benimsediğim bir aşk şiiri yok. Her aşk şiirinden bana birkaç mısra kalıyor. Onlardan bir tanesi: Cemal Süreya’nın Ülke şiiri. Ülke’de “yama” diyebileceğimiz mısralar var. Yine de yaşanmışlık ağır basıyor. Tasvirleri etkileyici. Sevilen kadının “kardeşim”, “çocuğum”, “karım” ve “dostum” diye nitelendirilmesi müthiş. Öyle oluyor çünkü. Aşk bunu yapıyor. Ender bir durum. Ayrılık sonrasında fark edildiğinden olsa gerek kaldırılamayacak ağırlıktaki acı da bu şiirde dile gelmiş: “Sen tutar kendini incecik sevdirirdin”. Ülke’nin aşkı, yazıldığı modern zaman içinde ele alışı da onu güçlü kılan unsurlardan biri.
Vural Kaya
"Bu yürek seni seveceğini biliyordu herhalde", demiş Eloğlu. Modern şiirimizin en aşk şiiri en güzel yani. Benim için Lokman Hekimin Sev Dediği… Bakar mısınız? "Hoşnut değillerse bu gidişattan / Akıl etsinler seni sevdiğimi" Sonra; "Sulardaki yakamoz ortancadaki pembe ben seni sevdim diye" Şairler için hele şairin şaire aşk şiirini imlemesi: "İnsan seni sevince iş-güç sahibi oluyor / Şair oluyor mesela" Yani şair sevmeseydi bu büyük aşk olur muydu diyesi geliyor insanın. Koca Veysel’in de dediği gibi; “güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa.” Metin Eloğlu bunu daha başka söylemiş işte: "Seni sevmeseydim ilkbaharı kodunsa bul gayrı / İstanbul diye bir kent yoktu ki yeryüzünde / Umut diye bir şey yoktu ki seni sevmeseydim.”
Fatih Memiş
Sezai Karakoç’un Köşe şiiri, en sevdiğim şiirlerden biridir. Soruya cevap olarak da onu anmak istedim. Köşe, anlamsal ve duygusal açıdan çok katmanlı bir şiir. Doğrudan bir aşk şiiri olarak anılmasa da bende en çok aşk duygusu uyandırıyor. Özellikle şiirin üçüncü kısmı bu duyguyu güçlendiriyor sanırım. Köşe’deki aşk, saplantılı, acıklı ya da yürek burkan bir aşk değil; aksine, şiirde sakin ama derin bir sevginin varlığı duyuluyor. Ayrıca buradaki kavgasız, beklentisiz, inançlı ve arayış yüklü bir aşktır. Bu özellikleriyle okurken bende güçlü bir etki bırakıyor. Ek olarak şiirde, sevgiliyi betimleyen "Merhametin ta kendisiydi gözlerin", "Ve güldün rengarenk yağmurlar yağdı" gibi dizeler, lirik bir söyleyişle sıradanlığı kırarak imgesel bir zenginlik sunuyor. Aşkın açıkça ifade edilmemesi, mistik ve gizemli bir örtüyle sunulması da beni en çok çeken yönlerinden. Köşe, belki açık ve herkes tarafından bilinen bir bekleyiş mekânıdır. Ancak şair, aşkı “bin bir köşeli” olarak tanımlıyor. Bu ifade, benim için aşkın bilinmezliğini, çok katmanlılığını ve büyüklüğünü vurguluyor. Aşk, yalnızca beşerî bir duygu olarak değil, ilahi olanla harmanlanarak da sunuluyor. Bu birleşim, şiiri daha da derinleştiriyor.
Güven Adıgüzel
Yazılmış en iyi aşk şiiri sorusundaki "yazılmış"ı anlayacak yaşa erdim galiba. En iyisi henüz yazılmamış olan değil çünkü, en iyisi hiç aşk şiiri yazmamanın kıyısında iradi olarak beklemek. Beşerî aşkın sınırlarında gezinerek yazılmışlar arasından -Yûnus sözü hariç- bir sıralama yapmak mümkün müdür peki? Zamanın ruh hali gibi cevaplar da sürekli değişerek büyüyor insanda. Atsız’ın Geri Gelen Mektup’u 20’sinde ilk dizesinden itibaren ruhumu ateşe vermişti. Sonra teksir kâğıdına basılmış Monna Rosa’lara rastlayınca, daha iyisinin yazılamayacağına derhal ikna olmuştum. Sone’lere hiç o gözle bakamadım mesela. Süreya’nın Ülke’sine çarpıldığım geceyi de hemen unutuyorum. Sıdkî Baba’dan "Zülf-ü Kâküllerin" naat olsa da aşkın her zerresine ve haline ulaştırıyor beni; ama nihayetinde bir cevap olacaksa, Ahmed Gazzâlî’nin Mâzursun şiirini hizalıyorum buraya. İmam Gazzalî’nin kardeşinin arzı titreten bu rubaisi için "biz aradık, o buldu" dediği rivayet edilir; çünkü mâzurdur mâşûk, bunu en iyi âşık bilir, her gece bilir, defalarca bilir.
Fatma Büşra Helvacıoğlu
Karar vermek zor, zira büyük şairler ne yazarsa aşktan yazar. Halka, iyiliğe, hayata duyulan aşktan; zulme duyulan nefretten, kenardakileri tutup merkeze çekme isteğinden yazar. Yine de bir insanın bir başka insana duyduğu aşkı işleyen şiirler arasında vazgeçemediğim bir şiir var. Hem ifade hem poetika anlamında daha güçlülerini okusam da duygu olarak, bütünlük olarak ilk sıraya Gülten Akın’ın Seni Sevdim şiirini koyarım. Birdenbire sevmelerin, ilk görüşte âşık olmaların insanıyım fakat usul usul sevmekten bahseden bir şiir bende bu kadar iz bırakıyorsa demek ki çok iyi bir şiirdir. Yalın ve derinden işleyen, aşk üzerine tekrar tekrar düşünmeye zorlayan, üstelik aşkı halkın ahvalinden, memleketin gidişatından ayırmayıp öncesine koyan, ötesine ve üstüne çıkaran, böylece sadece bireysel ve romantik bir yere hapsetmeyip aşka büyük güç atfeden Seni Sevdim şiirinin yeri bende apayrı.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.