Türk İslamcılığının karşılaştığı tehlikeler

İslamcılık
İslamcılık

1970’li yıllarda Fethullah Gülen ana akım Nurcu gruptan yavaş yavaş ayrılarak bildiğimiz klasikNurculuğun dışında yeni bir yöntem ve metodolojiye yöneldi. 70’li yıllarda kendisiyle yakınçalışan Nurcuların ifade ettiğine göre, bu dönemde kendisinin Mehdi ya da Mesih olduğunadair bir kanaat kendi cemaati içerisinde yayılmaya başladı.

CİNS dergisi için Türk İslamcılığının kökleri ile alakalı genişçe bir yazı dizisi başlatmıştık.

Bu yazılarla bugün lisede, üniversitede okuyan gençler; ülkenin tarihi, kültür kökleri, dini düşüncenin gelişimi ve geçirdiği evreler hakkında bilgi sahibi olsun amacını güttük. Elbette ki, belirli bir yaş kuşağında, özellikle 12 Eylül’den sonra İslamcılık düşüncesine yakın insanlar bu tarihten haberdardır. Türk siyasi hayatı o kadar dalgalı ve büyük gelişmelere sahne oluyor ki, neredeyse bir yıl içerisinde yüz yıllık hadiseler yaşanıyor ve biz bunlara tanık oluyoruz. Dolayısıyla tarihi köklere ait bilgiler de perdeden kayıp gidiyor.

Osmanlı’dan bugüne cereyan eden dinin hakikati, ona inanan müminler ve onların oluşturduğu organizasyonlar dışında, elbette ki sömürge imparatorluğunun da yaptıkları ve tecrübe ettiği bazı deneyimler vardı.

Önceki yazılarda daha ziyade İngilizler’in Hindistan işgalinden başlayıp bugüne kadar gelen süreçte sömürge imparatorluğuna karşı olan dinin sahih akidesine inanan, sünnet yolunu takip eden gerçek tasavvuf inancına sahip Hoca Ahmed Yesevi’nin kabrinden Bosna Hersek’e kadar uzanan İslam düşüncesinin sağlam temellerini anlatmaya çalıştık. Osmanlı’dan bugüne cereyan eden dinin hakikati, ona inanan müminler ve onların oluşturduğu organizasyonlar dışında, elbette ki sömürge imparatorluğunun da yaptıkları ve tecrübe ettiği bazı deneyimler vardı. Sömürge imparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde İslam topraklarının tamamını işgal etmişti. Herkes bilir ki, teritoryal işgaller bir gün son bulur; Anadolu’da, Afrika ve Ortadoğu’da olduğu gibi halk gerekirse kazma kürekle mücadele edip, canını feda ederek bu işgalden kurtulur. Teritoryal işgalden daha sofistike ve daha ağır bir durum var ki, işgal altındaki halklar işgalin boyutlarını hissetmezler bile. İngilizlerin öncülüğündeki Batı sömürgeciliği sadece toprakları işgal etmekle kalmadı, aynı zamanda önce Osmanlı, sonra İslam dünyasının tamamında kültürel kodlarımızı ve direnç noktalarımızı da berhava etti. İslam dünyasının önderleri, liderleri, devlet adamları tamamıyla kendi kültürel kodlarından ayrılıp Batı değerleriyle hareket etmeye başladı. Ayrıca dini ve kültürel değerleri savunan insanlar da toplum gözünde aşağılandı, hakir görüldü ve toplum dışına itildi. İslam dünyasının tamamında dini eğitim veren kurumlar, medreseler kapatıldı. Sahih dini akideyi temsil eden geleneğe bağlı tekke ve zaviyeler kapatıldı. Adeta din Müslüman coğrafyada yasaklı hale geldi.

300 yıllık sömürge geleneğine sahip olan Batı sömürge imparatorluğu öncelikli olarak İslam dünyasından cepheden yürüttüğü yok etme siyasetinin yanı sıra bir taraftan da İslam dünyası içerisinde yeni sapık inançlar ve ideolojiler inşa ederek İslam dünyasını içeriden parçalamanın da yoluna gitmiştir. Yazılarımızda çokça vurguladığım sömürge imparatorluğunun Müslümanlarla cepheden yüzleştiği ilk deneyim Hindistan deneyimiydi. Dolayısıyla sapık dini oluşumlara ilk orada rehberlik etmeye başladı. Kadıyanilik ve Bahailik çok ince planlanmış, Müslümanlar içerisinde oluşturulmuş iki yeni itikadi akımdır ki, bugün İran’dan Hindistan’a kadar bütün bölgelerde yaygındır. Daha sonra Suudi Vehhabizmi’nin radikal kanadı, İngilizler tarafından desteklenerek geleneksel Hariciliğe yakın bir noktaya getirilmiştir. Bugün devam eden süreçte El Kaide, IŞID, Boko Haram gibi şiddet yanlısı örgütler de doğrudan bu gelenek, kültür ve akide oluşturma yeteneği üzerinden inşa edilmiştir.

  • Charlie Hebdo saldırısı olduğu zaman Daily Sabah’taki köşemde; Batı sömürge imparatorluğunun İslam dünyasında ümmete iki yönlü darbe vurduğunu yazmıştım. Bilindiği gibi vasat ümmet, Hz. Peygamber’in tarif ettiği ümmettir.

Bunun dışında iki durumla daha karşılaşıyoruz; ilki şiddete sürüklenmiş ümmet ikincisi de pasifleştirilmiş ümmet. Çok dikkatli bir gözle, Kur’an, Sünnet ve gelenek ile oluşan kültürümüz çerçevesinde meseleyi ele aldığımızda, şiddet yanlısı Müslümanlarla, pasifleştirilmiş Müslümanların farklı biçimler ve görünüşler altında sömürgecilere hizmet ettiği anlaşılmaktadır. Batı uygarlığının bir taraftan IŞID, El Kaide gibi şiddet yanlısı organizasyonu var. Diğer taraftan da tersinden en pasifmiş gibi gözüken Kadıyanilik, Bahailik ve Fethullahçılık gibi örgütlenmeleri var. Bu yazımızda mümkün mertebe Fethullahçılık hareketinin İslam’ın temel kodlarından ne kadar ayrı düştüğünü anlatmaya çalışacağız.

Fethullah Gülen ana akım Nurcu gruptan yavaş yavaş ayrılarak bildiğimiz klasik Nurculuğun dışında yeni bir yöntem ve metodolojiye yöneldi.
Fethullah Gülen ana akım Nurcu gruptan yavaş yavaş ayrılarak bildiğimiz klasik Nurculuğun dışında yeni bir yöntem ve metodolojiye yöneldi.

Birinci Dünya Savaşı yıllarında Batı dünyası ağırlıklı olarak İslam ülkelerinde laik, Batı değerlerine inanan, kendi ülkesinin ve dünya gerçekliğinin Batı’dan ibaret olduğunu zanneden yöneticilerle iş tuttu. Soğuk savaş sonrası İslam dünyasındaki gelişmelere bakarak Batıcılardan yavaş yavaş uzaklaşıp her ülkede dindarlarla pozisyon tutmaya başladı.

Fakat Batı’nın birlikte çalışmış olduğu dindarlar, Allah inancı, peygamber inancı, vahiy telakkisi sağlam Müslümanlar olmadı, her ülkede İngilizler’in 300 yıllık tecrübesiyle oluşturduğu dinin özünden koparılmış; hurafelerle, mehdilik inancıyla güçlendirilmiş gruplarla iş tuttu ya da tam tersi şiddete meyyal El Kaide ve IŞID gibi gruplarla ortaklığı yeğledi.

1970’li yıllarda Fethullah Gülen ana akım Nurcu gruptan yavaş yavaş ayrılarak bildiğimiz klasik Nurculuğun dışında yeni bir yöntem ve metodolojiye yöneldi. 70’li yıllarda kendisiyle yakın çalışan Nurcuların ifade ettiğine göre, bu dönemde kendisinin Mehdi ya da Mesih olduğuna dair bir kanaat kendi cemaati içerisinde yayılmaya başladı. Bu konuda onlarca tanıklık zikredilebilir. Latif Erdoğan’ın kendisiyle yapmış olduğu “Küçük Dünyam” mülakatı, ermişlik, mehdilik ve kendisini kainatın merkezinde görme iddiası ve sözlerinden dolayı toplumdan gelen tepkiler yüzünden devam ettirilememiştir. O mülakata bakan, hazretin mehdilik iddialarını çok iyi kavrayabilir. Yine bilindiği gibi, Hz. İsa Filistin topraklarında, Beyt’ullahim diye bir kasabada doğmuştur. Bugün Pensilvanya’da yaşayan terör örgütünün başı (mesih), Beyt’ullahim’in Batı dillerindeki karşılığı olan Bedlehem denen bir kasabada yaşamaktadır.

1970’lerden bugüne kadar, gizli bir mesiyenik, mehdiyete inanan ve bütün eğitim süreçlerinde Kur’an ve Sünnetin bağlayıcılığından uzak, İslam’ın ahkama dair emirlerine karşı oldukça lakayd, bilinmeyen bir amaç üzerine yetiştirilen insanlar; rüyalarla ve hurafelerle oluşturulmuş bir öğretinin müntesipleri oldular. Biz inanıyoruz ki, bu akide inşası tesadüfi değildir, daha önce Hindistan’da, Arap topraklarında, Afrika’da, İran ve Pakistan’da denenmiş, test edilmiş, başarıya ulaşmış uygulamaların bir başka versiyonudur.

Bu yapı, iddialarıyla ve müntesiplerine aşıladığı sapkınlıkla, modern akımlar arasında en çok IŞİD’la benzeşmektedir. Hem IŞİD’ın hem Fethullah Terör Örgütü’nün dini bir amacı olmadığı halde dini en yüksek motivasyonla kullanarak insanları muhabbet fedaisi, ölüm fedaisi ya da canlı bomba haline getirebilmektedir. Son yaşadığımız hadiseyle bu durum iyice netleşmiştir.