Üstünü sıkıca ört ki ışıldasın hakikat!

İllüstrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım
İllüstrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım

Dünya yerinde sabit durmaz sürekli değişir, yenilenir. İhtiyaçlar, maddi âlem, insani ilişkiler, teknik ve teknolojiye bağlı birey ve toplum meseleleri insanı arayışlara, beklentilere iter. İhtiyaçlarla hakikatin derin bağları var. Varlığı belirleyen, insanları bir yöne sevk eden ne ise, işte o hakikatin kendisidir.

Bir taraftan Protogaras gibi düşünürüz; hakikat görecelidir, herkese göre değişir, öznel gerçeklikleri hakikat yapmada mahirdir insan. Bir taraftan da mutlak hakikati aramakla geçer ömrümüz. Anlaşılan o ki aslında hakikat, mutlağı, kesinliği aramanın kendisidir! Terry Eagleton'un Katolik inancıyla seküler kültür arasındaki diyalektiğinin bir sonucu "her yerde mutlağı arar sonluluğu buluruz" deme şansına sahibiz. Çünkü insan dünyada, simgesel düzende sonsuzla karşılaşmaz; sonsuzun ve mutlağın kıyılarına yakınlaşır ama onunla yüz yüze gelmez. Bir aralıktan, bir yarıktan hakikatle, mutlakla karşılaşır gibiyse de hâl ehlinin tecrübe ettiği bilgisine vâkıf olabilir ancak.

Bir taraftan Protogaras gibi düşünürüz; hakikat görecelidir, herkese göre değişir, öznel gerçeklikleri hakikat yapmada mahirdir insan.
Bir taraftan Protogaras gibi düşünürüz; hakikat görecelidir, herkese göre değişir, öznel gerçeklikleri hakikat yapmada mahirdir insan.

Mutlakla, sonsuzlukla etkileşimlere karşın başlangıç ölümle olur. Bu nedenle insanın mutlak hakikat bağlamındaki çabası beyhude kalır; mutlağı tecrübe, hep aramanın kendisindeki "ışımalar"da kendini gösterir. Can-ı gönülden, aşkla, sahicilikle yapılan aramalar, yolculuklar mutlağın kendisini değil tadını almamıza yeter ancak! Bildiğimiz, bulduk dediğimiz her şey kısa sürede eriyiverir, yok olur dünya hayatında; geriye sadece aramanın tutkusu, keyfi, hazzı, vecdi kalır! Hakikatin hem sübjektifliği hem izafiliği ve esasında bakılırsa dönem dönem farklı varlık, hakikat, gerçeklik telakkilerinin çıkması "oluş"un sürekliliğinden kaynaklanır.

Dünya yerinde sabit durmaz sürekli değişir, yenilenir. İhtiyaçlar, maddi alem, insani ilişkiler, teknik ve teknolojiye bağlı birey ve toplum meseleleri insanı arayışlara, beklentilere iter. İhtiyaçlarla hakikatin derin bağları var. Varlığı belirleyen, insanları bir yöne sevk eden ne ise, işte o hakikatin kendisidir.

Modernitenin hakikati, reddedilemez derecede pozitivizme, rasyonalizme endekslenen hakikat algısı postmodernizmde çoğullaşır, hakikat tümellerde, tekte değil tekillerde, tikellerde hâliyle herkestedir.


Zamanın belirlediğinin, hayatlarımızı orada sabit tutan değil de sürekli sevk edenin hakikat olması, işe yarayan, tatmin eden, ihtiyaçları karşılayan, karakterimizi ve insanlığımızı belirginleştiren işte o, büsbütün hakikatin bizatihi kendidir. Tam bulduk dediğimizde, tam olduk dediğimizde, tam rahata erdiğimizi düşündüğümüzde, tam dinleneceğimizde, tam yiyeceğimizde, tam soluklanacağımızda "hakikat belirir"; tekrar kalkarız, yeniden başlarız, bozulanı tamire, hastayı iyileştirmeye, eskiyeni yenilemeye, kırığı onarmaya, eksiği tamamlamaya yöneliriz. Her yönelme bir tamlama, tamamlama, mükemmelleştirme ameliyesidir, hâliyle hakikate yaklaşma azmi. Bu bir yandan da dünyanın eksiklerle var olduğunu gösterir. Eksikleri giderme, eksiltmeleri durdurma hakiki olana yakınlaşma ister istemez eksiklerden var edilmiş dünyayı aşma manasına gelir.

Varlığı belirleyen, insanları bir yöne sevk eden ne ise, işte o hakikatin kendisidir.
Varlığı belirleyen, insanları bir yöne sevk eden ne ise, işte o hakikatin kendisidir.

Hakikat, Mutlak, Tanrı

Platon'dan bu yana görünenlerin, dış alemde var olanların hep basit ve yalın gerçeklikler olduğu aslında insanın bu "geçicilikleri" aşmaya yatkınlığı üzerinde durulur. Tıpkı Fichte gibi… Fichte Alman Tini'nin mutlak ile kurduğu dolaysız ilişki nedeniyle Tanrısallığa yakındır. Gerçek yaşamı bu bakımdan durmadan değişen, çeşitlenen gerçeklikte değil değişmeyen, varlıkların ezeli temeli olan Tanrısal özde görür. Tanrı'da görür mü? Tanrısal özün bir biçimde varlıklardaki bulunuşluğuna bağladığı için hayır. Hegel'in "mutlak"ı da zaten varlıkların uhdesindedir artık. İbn Arabi'nin "hâl ehli"nin hakikate ulaşabileceğini, Yaratan'ın varlıklarda temaşa edilebileceğini söylemesi de Batı felsefesindeki Tanrısal öze yatkınlıktır. Hakikate giden yolda "hâl ehli", ihlas, ahlâk ve amelle hakikate varır. Vahdet-i Vucüd'da ve esasında İslam düşüncesinde "mutlak, hakikat ve mutlak hakikat" Allah'tır. Hegel de mutlağı Tanrı yerine kullanır. Hakikat bütünde der Hegel, bütün Tanrı'ya karşılık gelir; mutlak bu bakımdan aşkınlıkla karşılanmaz, tin gerçekliğin kendisinde, evrende tezahür etmiştir.

Hakikat bütünde der Hegel, bütün Tanrı'ya karşılık gelir; mutlak bu bakımdan aşkınlıkla karşılanmaz, tin gerçekliğin kendisinde, evrende tezahür etmiştir.
Hakikat bütünde der Hegel, bütün Tanrı'ya karşılık gelir; mutlak bu bakımdan aşkınlıkla karşılanmaz, tin gerçekliğin kendisinde, evrende tezahür etmiştir.

Hakikat bu açıdan evrendekinin, var olanların bütünle, evrenselle, mutlakla bağlantısını ortaya çıkarır; Hegel diyalektiğinde bu nedenle keşfe yönelik usûl de kendini gösterir. Tabii Hegel bunu toplumsala uyarladığında, millet bütünlüğüne irca ettiğinde, devletin söylemine yerleştirdiğinde "bir kimsenin kabul ettiğini başkaları onaylayınca hakikat olur" ilkesi ortaya çıkar. Kant hakikati deneyimden bağımsız bir bilgiye de bağlar. Bu da Batı medeniyetinin modern dönemdeki görünürlüğünün yansıması değil, bir bakıma hakikati algılamada olgusallığa yatkınlığı da gözetir.

Zizek'in sarahaten izah ettiği gibi özne "kendinde"yi kavrayamaz; kendinde ile ilişkili olduğu belirtilen tüm içerik aslında insanlar tarafından yüklenmiş, dünyasal kaygılarla bezenen, zamanın ruhuna ve o anki ihtiyaçlara göre şekillenen anlamlar, fanteziler, mecburiyetlerle örülüdür. Mutlak bilme diye bir şey söz konusu olamaz. Kişi dünyada, simgesel düzende mutlağı tecrübe edemez; "mutlak"ın mekânı, zamanı, varoluş evreni dünyasal ile bir arada durmaz çünkü. Bu yüzden Kant'ın "neyi bilebilirim" sorusu insanı hakikate daha çok yaklaştırır.

Hakikat simgesel düzenin bağlamından, bağlarından ve bağlantısından uzakta durmayı başarana kapısını açar.

Ne kadar göz o kadar hakikat

Kişi tecrübe ettiğini mi, duyularındakini mi, mistik deneyimlerini, vecd hâlindeki taşkınlıklarından taşanları mı bilebilir… Aklın sınırlarındaki bilme mutlağın sınırlarına yaklaşamaz çünkü… İslam düşüncesine göre akıl dairesi ile mutlak dairesi kesişmez. Birçok gözün birçok hakikat gibi telakki edilmesi, Hristiyan teolojisindeki özellikle Katolik Kilisesi'nin monolitik, tek düze bakışını kırmakla ilgili. Yanılgıların, çifte gerçeklik içermesi "hakikatin orada bir yerde"ki varlığını bulma ihtimaline de yaslanıyor. Alain Badiou'nun "katlanılabilir her düzende bir hakikat"in varlığını dile getirmesi de insan ve dünyada bulunmanın, ihtiyaçları gidermenin, fiziksel ve ruhsal doygunluğun da bir sonucu. Bu da yine ikircikli bakışın hakikati bir şekilde gerçeklik sahasında görmenin de getirisi… Mutlak hakikat, içkin ve aşkın karakterinden dolayı insanın dünyasallığını anlamlandırır fakat dünyayı anlamlandırmaya kalktığımızda hakikati hemen tanımlayabilir, görebilir, bulabiliriz de. Hakikat var, varolanlar, özneler onu ya tasdik eder ya reddeder… İkisini birden yapmasa bile arayışa girer.

 Postmodern hakikat bireyden de taşan iktidarlar getirerek dünyayı erkler çakışmasına da tabi tutmuştu.
Postmodern hakikat bireyden de taşan iktidarlar getirerek dünyayı erkler çakışmasına da tabi tutmuştu.

Modernitenin hakikati, reddedilemez derecede pozitivizme, rasyonalizme endekslenen hakikat algısı postmodernizmde çoğullaşır, hakikat tümellerde, tekte değil tekillerde, tikellerde hâliyle herkestedir. Her özne bir hakikattir. Postmodern hakikat bireyden de taşan iktidarlar getirerek dünyayı erkler çakışmasına da tabi tutmuştu. Yorumların hatta izlenimlerin varlığı hakikati örter çünkü; postmodern insanın yorumlaması hakikat yolculuğunun yerine geçebilir zira. Baudrillard'ın düşüncenin belirsizliğiyle hakikatin ve gerçekliğin takası arasında kurduğu ilişki bu yorumlamaların da bir yerindeki yapısallığını gösterir. Postmodern yorumlamanın hakikatle girdiği takas zaman içinde yine Heideggeryen "tarihsel yazgı"ya evrilir; yazgı ile hakikati bağladığında insanın kendini, eylemlerini anlamlandırması ve meşrulaştırması daha kolay olur çünkü. Çokça da tekrarlanan "olgular yok, yorumlar vardır" mottosu Nietzsche'nin dönemini aşarak esasında içinde bulunduğumuz dijital devrim çağı için çok daha anlamlı. Hakikate en uzak dönemde bulunuyoruz. Bırakın hakikati bulmayı, gerçekliği bile kavrayacak, olayların, olguların sahiciliğini, gerçekten vuku bulup bulmadığını bile anlayacak durumda değiliz.

Bilhassa internet ile beliren "haber akışı"nda, sosyal medyadaki akışlarda o kadar çok haber gelir ki...
Bilhassa internet ile beliren "haber akışı"nda, sosyal medyadaki akışlarda o kadar çok haber gelir ki...

Bilhassa internet ile beliren "haber akışı"nda, sosyal medyadaki akışlarda o kadar çok haber gelir ki bunların ne kadarının gerçek ne kadarının hakikate uzanabilecek boyutta olduğunu derin araştırmalarla bilebiliriz. Bize bir korona virüsünün bulunduğu, bunun dünyayı sardığı, öldürücü etkisi anlatılıyor. Tecrübe etsen bile yakalandığın hastalığın korona olup olmadığını, gerçekliğini ve bunun hakikatini bilemiyorsun. Koronayı gerçek kabul etsek bile hakikatine ulaşabilecek iç görü, muhasebe, episteme, keşf hâlinden şimdilik çok uzağız. Korona gerçek fakat salgınlar hakikat… Bir başka hakikat ise salgınlarla, felaketlerle, savaşlarla "insanın terbiye" edilmesi, vasata çekilmesi, özeleştiriye gidebilmesidir. Dünyada bir ekonomik, toplumsal, siyasal krizin var olduğu gerçek fakat bunun korona virüsünden değil kapitalizmin ve neoliberal doktrinin kendi çelişkisinden doğduğu, 2008 yılında patlak verdiği ise hakikat. Hâlbuki akışlar, bilgiler, yapılan araştırmalar, bilimsel çalışmalar hakikati geçtik, gerçekleri bile örtmeye özgü.

Hakikat herkese gelir mi?

  • İnsanın dünyadaki varlığı, olayların, olguların, iktidar ve iktisadi ilişkilerin sevk ettiği yoldaki varlığıyla daha çok belirginleştiği için, olma düzeyleri de buna göre şekillenir. Asgari yaşam, ihtiyaçlar için yaşama, olmak veya sahip olmak için yaşama, daha fazlası için yaşama kendi içinde hakikati ışıtır.

Kafasını sokacak evine, karnını doyuracak işine şükredene hakikat yüzünü göstermişken geçen seneki satış ve kâr rakamlarını tutturamadığı için karalar yakana hakikat yüz çevirir! İnsanın dünyasallığı ne derece güçlenir, yükselirse hakikate yaklaşması o derece geriler! Dünyada para kazanmanın, kariyer sahibi olmanın iyi bir yaşam getirdiği gerçek; hâlbuki olgulardaki bu gerçeklik hakikatin üzerini örter. Hakikat öncelikle iyi yaşamın ne olduğunu sorgulamayla başlar çünkü; bir tane garibanın şefkatine nail olmayanın zengin ve kariyer sahibinin gerçekleri hakikati açmaz tam tersi örter! Hakikat simgesel düzenin bağlamından, bağlarından ve bağlantısından uzakta durmayı başarana kapısını açar. Gerçeklerdeki ve gerçeklik sahasındaki saflığı bozan karışımlar insana hakikatten daha cazip gelir.

İnsan kandırılmak ister, gözlerinin boyanmasını, parlak sözleri, ütopyalardan bahsedilmesini, gerçekleşmeyeceğini bildiği şaşaalı vaatler duymak ister. Bunlara ulaşamadığında, gerçeklere erişemediğinde boşluğa, hiçliğe kapılır, hiçbir hakikat barındırmayan görünüşleri asıl olarak saymayı isteriz; konforumuz, varoluşsal güvenlik alanımız gerçekleri sunuldukları hâliyle kabul etmeye yöneltir kişiyi. Hakikat arayışı çetrefil, zahmetli, sarp olduğu kadar tehlikelidir fakat görünüşlere, gerçeklere intibak etmek rahatlatır. Sorun bu gerçekleri kabullene kabullene hakikat görmemizde hatta başkalarına da vecd içinde, coşkuyla, sahih haber getiriyormuş gibi kabullendirme çabamızda. Bizim kabul ettiğimizi başkaları onayladığında hakikat sayılır çünkü; bu yanılsama hakikatin "herkese yüzünü gösterebileceği" zehabı asıl yenilgiyi doğurur. Hakikat yanılgıdadır, yıkılan inançlarda, çöken gerçekliklerde, olguların kağşamasında… Gerçekler açığa çıktığında değil hayal kırıklığıyla dağıldığında hakikate yaklaşabiliriz.