Ütopya distopya korona

Ütopya bir rüya, distopya bir kâbus anlatısıdır.
Ütopya bir rüya, distopya bir kâbus anlatısıdır.

Ütopya ile distopyanın temel farkı, değişimi göğüsleme biçimleridir. Ütopya okura değişimin yol açtığı kaosa karşı ideal devlet ve toplum kurgusu sunarken, distopya kaosun sonuçlarını egzajere ederek okura mesajını verir.

Thomas More'un Ütopya adlı eseri ile Anthony Burgess'ın Otomatik Portakal kitaplarını karşılaştırmak bize iki kavramın daha iyi anlaşılmasında bir imkân sunabilir.
Thomas More'un Ütopya adlı eseri ile Anthony Burgess'ın Otomatik Portakal kitaplarını karşılaştırmak bize iki kavramın daha iyi anlaşılmasında bir imkân sunabilir.

İlk kez İngiliz hukukçu ve devlet adamı Thomas More tarafından kullanılmış olan Ütopya sözcüğü, yer anlamına gelen topos'un önüne, yok anlamını içeren "ou" olumsuz takısının ve iyi ve güzel anlamlarına gelen "eu" takısının getirilmesiyle oluşturulmuştur. Hem "olmayan yer" hem de "güzel/ mutlu yer" manalarını haizdir. Sonraki dönemlerde ütopya, ideal toplum tasarımlarının genel adına dönüşmüştür. Distopya ise ilkin İngiliz ekonomist ve parlamenter John Stuart Mill tarafından ortaya atılmış, yer anlamına gelen topos sözcüğünün önüne kötü ve hastalıklı anlamlarını veren "dys/dis" takısının getirilmesiyle oluşturulmuştur. Böylece, distopya, hastalıklı bir toplum ve devlet kurgusunu imler ve dolayısıyla ütopyanın anti-tezi olarak tezahür eder. Thomas More'un Ütopya adlı eseri ile Anthony Burgess'ın Otomatik Portakal kitaplarını karşılaştırmak bize iki kavramın daha iyi anlaşılmasında bir imkân sunabilir. Bu karşılaştırmanın her ne kadar anakronizm ile malûl olduğu eleştirisi getirilebilirse de iki eser aynı coğrafyada ve değişimin dönüşümün kucağında kaleme alındıklarından kentlileşme ve kapitalizm parantezinde incelenebilirler.

More'un Ütopya'sı; Batı Avrupa merkezlerinde makinelerin boy göstermeye başladığı, dokuma endüstrisinin gelişimiyle paralel olarak tarımsal alanların otlaklara dönüştüğü, kentlerin insan akınına uğradığı dolayısıyla çalışma kültürünün ve yaşam standartlarının kökten değişime uğradığı bir dönemde yazıldı. "Koyunların insanları yediği ülke" İngiltere, yoksulluk, veba, dinsel çatışmalarla toplumsal fay hatlarının kırıldığı bir deprem üssüne dönüşmüştü. Burgess'ın Otomatik Portakal'ı yazdığı dönemin Birleşik Krallığı ise 2. Dünya Savaşı'ndan galip çıkmış olmasına rağmen savaşın travmatik etkilerini üstünden atamamış, içerde gelir eşitsizliğinin yükseldiği, geniş ailenin koltuğunu çekirdek ailenin aldığı, "ayak takımının" sokaklarda kol gezdiği bir yapı arz ederken, küresel hegemonyayı da ABD'ye kaptırmış, deniz aşırı kolonilerini teker teker kaybetmeye başlamış ve Sovyet tehdidi ile karşı karşıya kalmıştı. Özetle, More, İngiliz Krallığı'nın Birleşik Krallığa, Burgess ise Birleşik Krallığın İngiltere'ye dönüştüğü zamanda kitaplarını yazdılar.

Burgess ise Birleşik Krallığın İngiltere'ye dönüştüğü zamanda kitaplarını yazdılar.
Burgess ise Birleşik Krallığın İngiltere'ye dönüştüğü zamanda kitaplarını yazdılar.

Bu açıdan ütopya ve distopya yazınına siyasi, iktisadi ve sosyolojik değişimlerin kaynaklık ettiğini söyleyebiliriz. Ütopya ile distopyanın temel farkı, değişimi göğüsleme biçimleridir. Ütopya okura değişimin yol açtığı kaosa karşı ideal devlet ve toplum kurgusu sunarken, distopya kaosun sonuçlarını egzajere ederek okura mesajını verir. İronik bir şekilde ütopyalar düzeni değiştirme vaadiyle sistem yıkıcı/ devrimciyken, distopya -böyle bir gayesi olmasa da- sistemi meşrulaştırıcı bir özü barındırır, adeta ölümü gösterip sıtmaya razı eder. Öte yandan ütopya bir rüya, distopya bir kâbus anlatısıdır. More, İncil'deki göksel egemenliği ve cenneti yeryüzüne indirmeye çalışır, Burgess ise yasanın, düzenin ve tırnak içinde cennetin, iradeyi ve özgürlüğü insanların elinden alacağını işaret eder. More'un Ütopya'sında herkes akşam sekizde yatıp sabah dörtte kalkar, günde altı saat çalışır. Herkesin evi tekdüzedir. Yemekler kamusal alanlarda beraberce yenir.

İnsanoğlu hala doğa ile kavgayı kalkınma, değerleri aşındırmayı ilerleme, maddi gücü en yüksek erdem sayıyor. Yaratıcı-yıkım anlayışıyla beraber düşünüldüğünde, koronavirüs salgınıyla küresel kapitalizmin geriye düşeceği tahminlerinin gerçekçi olmadığı aşikâr.

More'un mutlu ve güzel ülkesi, zenginlik ile fakirlik arasındaki farkların silikleşmesine rağmen köleliğin yasal olduğu, tektipçi, farklılığın yeşerme imkânı bulamayacağı bir cumhuriyet hüviyetindedir. Otomatik Portakal'da ise şu sorunun etrafında döneriz; eğer kötülüğü seçme özgürlüğümüz yoksa iyilik ne kadar iyiliktir, iradeden bağımsız iyi gerçekten iyi midir? Romanın ilk bölümünde baş karakter Alex; tecavüz, hırsızlık, gasp, darp, cinayetleriyle okurda tiksinti uyandırırken ikinci bölümde cezaevinde maruz kaldığı tedavi okurda acıma hissi uyandırır. Devletin şiddeti ve toplumu kontrolü, bir sosyopata bile merhamet hissi uyandıracak denli hastalıklıdır. İnsanı insan kılan şeyin seçme özgürlüğü olduğu vurgusuyla Otomatik Portakal adeta bir demokrasi övgüsüne dönüşür. Demokrasi övgüsü aynı anda Sovyet Rusya eleştirisidir. Burgess, Otomatik Portakal'da bunu, Orwell'in 1984 düzenine giden yolun taşlarının nasıl örüldüğünü kurgulayarak yapmıştır.

More'un Ütopya'sında herkes akşam sekizde yatıp sabah dörtte kalkar, günde altı saat çalışır. Herkesin evi tekdüzedir.

Her iki esere bakarak, distopyanın ütopyanın antitezi olduğu görüşünü destekler örnekleri de yoğun bir şekilde bulabiliriz. Öyle ki bazı pasajlarda Burgess'ın eserini More'a nazire olarak yazdığı hissine kapılabiliriz. Ütopya, More'un Kral 8. Henry'nin talimatıyla Kastilya Prensi Charles'ın saygıdeğer heyetiyle bir araya gelişiyle başlar. Heyettekiler belagat sanatını iyi bilen, hukuki konularda bilgili, deneyimli insanlardır. Otomatik Portakal'ın giriş bölümünde ise baş karakter Alex, uyuşturucu süt karışımının servis edildiği bir barda çetesiyle beraberdir. Yanında oturan arkadaşı ağzında salyalar akıtarak konuşmaktadır. Heyetin yerini çete, belagatin yerini ne dediği anlaşılmaz gençler almıştır. More heyet görüşmelerinden sonra Peter Giles adlı "olağanüstü alçakgönüllü, iyi yetiştirilmiş bir genç" ile sohbet eder. Alex ve çetesinin bardan ayrıldıktan sonra ilk işleri de kütüphaneden çıkan bir adama acımasızca saldırmak olmuştur. Bir tarafta medeni bir tartışma ve iyi yetiştirilmiş bir gençle sohbet, diğer tarafta kitap taşıyan bir adamın kanlı bir şekilde hırpalanması.

Ütopya adasının 54 kentinde tek dil konuşulur, Otomatik Portakal evreninde ise Aleks ve çetesi Rusça ve İngilizce karşımı bir dille anlaşmaktadır.
Ütopya adasının 54 kentinde tek dil konuşulur, Otomatik Portakal evreninde ise Aleks ve çetesi Rusça ve İngilizce karşımı bir dille anlaşmaktadır.

Ütopya adasının 54 kentinde tek dil konuşulur, Otomatik Portakal evreninde ise Aleks ve çetesi Rusça ve İngilizce karşımı bir dille anlaşmaktadır. Ütopya'da kent mimarisini önceleyen bir esenlik yurdu modeli varken Otomatik Portakal'da kent, içinde Umutsuzluk Caddesi ve Tükeniş Sokağının bulunduğu bir yerdir, mutsuzluğun nesnesidir, sokaklar güvenilmezdir, özellikle geceleri yaşlı ve güçsüzler için bir cehenneme dönüşür. Sonuç olarak, Batıda insan merkezli düşünme biçiminin belirleyici hâle gelmesiyle mantık, sanat, din, ilah var olana dönüştürülüp insanlığın nesnesine dönüştürülmüştür. İnsanın rasyonel hayvan (canlı) olduğu varsayımıyla iyi-güzel, kötü-çirkin, doğru-yanlış dinsel tanım ve tasniflerde değil, insan düşüncesinde ve düşünde olduğu anlayışıyla; mitoloji ve altın çağcı mistik anlatılar yerine ütopya ve distopyalar ikame edildi.

  • Var olana dönüştürme Rönesans döneminde mimaride, modern dönemde dilde inşa şeklinde tezahür etti. Böylece More'un ütopyası kent merkezli bir mimariyken, Burgess'ın distopyası dilde bir tasarım olarak karşımıza çıktı.

Kapitalizm, hümanist metafiziğinin çocuğudur. Weber'in protestanları tarih sahnesinden çekilip yerine Nietzsche'nin nihilistleri gelmiş olsa da kapitalizmin yaratıcı- yıkım gelişimi tanımı yerinde sapasağlam duruyor. İnsanoğlu hala doğa ile kavgayı kalkınma, değerleri aşındırmayı ilerleme, maddi gücü en yüksek erdem sayıyor. Yaratıcı-yıkım anlayışıyla beraber düşünüldüğünde, koronavirüs salgınıyla küresel kapitalizmin geriye düşeceği tahminlerinin gerçekçi olmadığı aşikâr. Kendimizi distopik bir hikâyenin aktörleri gibi hissedişimiz tam da yukarıda işlendiği gibi kapitalist düzeni meşrulaştırıcı bir etki doğuracaktır. Tüm dünyada sokağa çıkma yasakları, sıkıyönetim uygulamaları, ithalat-ihracat kısıtlamaları ile devletlerin rolünün ve otoriterleşmenin artışı bir noktada taşınamaz bir yük haline gelecektir.

  • Ayrıca kendi içine gömülen devletlerin, otoriter hükümetlerin varlığı uluslararası örgütlerin çözüleceğini çok uluslu şirketlerin tahakkümünün kırılacağını göstermez.

Bilakis büyük kapitalistler için otoriterleşen hükümetlere nüfuz etmek demokratik devletlere nüfuzdan daha düşük maliyetlidir. Pandeminin, 11 Eylül sürecinin sona erişini tescillediğini, yeni bir ötekinin varlığını ifşa ettiğini söyleyebiliriz. "Uluslararası terörizmle mücadele" artık kolaylıkla alıcı bulmuyor. Bundan sonra uluslararası örgütlerin ve devletlerin güvenlik stratejilerinde birincil tehdit, salgınlar, açlık ve iklim değişiklikleri olacağını söylemek de kehanet sayılmaz. Çevre, gıda ve sağlık güvenliği yeni çatışma alanları olarak karşımıza çıkacaktır. Diğer yandan başta ekonomi, eğitim, sağlık, güvenlik ve iletişimde dijitalleşmenin artacağını ve siber savaşların da daha sofistike hale geleceğini öngörebiliriz.

Bağlantılı olarak en köklü değişimin vücut bütünlüğünün dokunulmazlığında yaşanacağını, yerini zihin dokunulmazlığı idealine bırakacağını düşünüyorum; belki bu durumda Otomatik Portakal yeniden gündem olur, kim bilir…