Yatsının sünneti

Hızımı almış giderken trafik lambasının kırmızısı yanınca durmak zorunda kaldım.
Hızımı almış giderken trafik lambasının kırmızısı yanınca durmak zorunda kaldım.

Çocuklar bir yandan tatil bitmeden pikniğe gitmek için ısrar ederlerken, öte yandan arkadaşlar malum “Amerika meseleleri” için meydanda eyleme çağırıyorlar. Bir saat sonra elimde yelpaze ile kendimi mangalın başında bulunca bunu hiç yadırgamadığımı fark ediyorum. Hatta piknik bir an önce bitsin de hiç olmazsa eylemin sonuna yetişeyim demek yerine “Semaverin altına odun atın.” dediğime bile şaşırmıyorum.

Eklemlendiğim hayatın bir parçası olarak yaşamaya devam ediyorum. Sipariş listesi cebimde, mutlaka alınacakların yanında çift yıldız, diğerleri birkaç gün bekleyebilir. İlk girdiğim süper marketin ne zaman “süper” olduğunu düşündüm. Hatta önce bakkaldı burası. Karşıdaydı. Bu tarafa geçince birdenbire “market” oldu. Sonra ne olduysa birden “süper market”e dönüştü. Tabelanın köşesindeki minicik yazılmış “AVM” yi hiç saymıyorum.

İlk girdiğim süper marketin ne zaman “süper” olduğunu düşündüm. Hatta önce bakkaldı burası. Karşıdaydı. Bu tarafa geçince birdenbire “market” oldu.

Tamam, hatırladım. Yandaki duvarı yıkıp marketi genişlettiler önce. Market arabası geldi, sepetler kalktı ortadan. Kocaman yazılarla ve ok işaretleri ile bölümler ayrıldı birbirinden. Şarküteri, manav, baharat, ekmek, deterjanlar, içecekler ve kasiyerlerin olduğu çıkış bölümü. Evet, kasiyer var artık süper markette. Sürekli gülmeye çalışan ve öyle durması istenen bir kızın elindeki barkot okuyucudan gelen “dıt dııtt dıııt” sesleri ile ürünler bir yerden geçiyor öbür tarafta poşete giriyor. Tam süper marketten çıkarken “Servis lazım mı abi?” dedi bir ses. “Yok.” dedim.

Sen ne zaman büyüdün de süper market oldun, sayısı binleri bulan mantar gibi biten zincirlerle yarışmak için ancak süper olmak gerek diye düşündün herhalde. Yani bunlar da hayatın akışına eklemlenmiş ister istemez. Ayakta kalmak diye bir şey var artık.

Market arabası geldi, sepetler kalktı ortadan.
Market arabası geldi, sepetler kalktı ortadan.

“Eklemlenmek” denince, insan bir anda kendini hayatın akışına kaptırabiliyormuş. Hissetmeden, durgun bir su gibi hem de. Çocuklar bir yandan tatil bitmeden pikniğe gitmek için ısrar ederlerken, öte yandan arkadaşlar malum “Amerika meseleleri” için meydanda eyleme çağırıyorlar. Bir saat sonra elimde yelpaze ile kendimi mangalın başında bulunca bunu hiç yadırgamadığımı fark ediyorum. Hatta piknik bir an önce bitsin de hiç olmazsa eylemin sonuna yetişeyim demek yerine “Semaverin altına odun atın.” dediğime bile şaşırmıyorum.

Hızımı almış giderken trafik lambasının kırmızısı yanınca durmak zorunda kaldım. Dururum zaten her zaman. Cezasında falan değilim. İlk aklıma gelen can güvenliği. Tamam, hayatın akşına kaptırdık kendimizi de o kadar da değil. Bu ışıklara da akıllı falan diyorlar ama hiç sanmıyorum. Kafasına göre takılıyor gibi geliyor bana. Bir bakmışsın kırmızı, bir bakmışsın sarı olmuş, yeşile geçme işi ise oldukça nazlı gerçekleşiyor.

 Elim ne zaman ve nasıl bir hızla kornaya gitti anlamadım.
Elim ne zaman ve nasıl bir hızla kornaya gitti anlamadım.

Neyse, kırmızı ışıkta durdum. Önümde bir araba var. Işık kırmızıdan sarıya geçti, benim elim ne zaman ve nasıl bir hızla kornaya gitti anlamadım, birden bire bastım kornaya. Sarı ışık daha yanmanın keyfini çıkarmadan benim kornanın sesi yankılandı. Hiç yaptığım bir şey değildi bu. Kendime inanamamakla birlikte trafik daha fazla alt üst olmasın diyerek bastım gaza, kornaya bastığım aracın yanından geçerken “Kusura bakma.” anlamında bir el işareti yaptım. Adam anladı mı anlamadı mı bilmiyorum; bana garip garip bakarak o da kornaya basarak yoluna gitti.

  • Irmak serinliğinde yürüyoruz. Akşamları sadece burasının kahrı çekiliyor. Ana baba günü derler ya tam da o cinsten bir kalabalık var her yerde. Kenardan kenardan yürürken bir yandan dans eden sulara bakıyoruz, bir taraftan da kalabalığın arasında yol bularak yürümeye çalışıyoruz.

Irmağın içine doğru yapılan bölümlerde bir aile piknik pozisyonunu almış, kimseye aldırmadan serdikleri kilimin üstünde ırmak serinliğinin tadını çıkarıyorlar. Bir de ellerindeki çekirdeğin. Baktım ki çekirdeklerin kabukları uçuşa uçuşa ırmağı boyluyor. Kafamı sağa sola sallayarak içimden “Bu millete iyilik yaramıyor. Yazık değil mi cânım ırmağa!” dedim. Tabi içimden. “Uyarmayacak mısın?” dedi eşim. “Gerek yok, zabıtalar geziyor. Onlar uyarır.” dedim. Eşim yüzüme baktı. “Sana bir şeyler oldu. Sen fırsat vermezdin böyle şeylere.” dedi. Duydum. Duymamış gibi yaptım. “Suyun rengi ne güzel değil mi?” dedim. Daha da ileri gidip, “Dondurma alayım mı?” bile dedim. Eşim eğildi yüzüme doğru, “Sen, dışarıda, dondurma…” gibi ardı ardına bir sürü sözcük sıraladı. Yürüdük gittik tarihi köprünün kıyısına doğru.

Akşamdı. Evin sakin anlarından bir an… Elimizdeki kitapları okuyoruz. Odanın sessizliğinde harflerin sesi duyuldu duyulacak. Epey zaman okuduktan sonra ayracı kaldığım yere koydum. Baktım, oğlum serüven kitaplarının yeni bir serisine başlamış bile. Kitabın yarısına da gelmiş. “Oğlum, maç var mı bugün, aç da seyredelim.” dedim. Kitabın kaldığı yerine işaret parmağını koyan oğlum bir anda ayaklarımın ucunda bitti. “Maç mı izleyeceğiz?” dedi. “İzleyelim bakalım.” dedim. Oğlum kumandayla kanallar arasında ilerlerken “İyisin değil mi baba?” dedi. “İyiyim, iyiyim.” dedim.

Erkenden yattım. Başımı yastığa koyar koymaz bir uyku geldi ki çöktü üstüme kaldı. İçerden gelen sesi hayal meyal duydum. “Yatsıyı kıldın mı?” Benden cevap gelmeyince; “Yine sünneti kılmadın değil mi?”

Yorganı çektim başıma. İyice karardı oda.