Yitik sorunlar: İlahi isimleri bilmek

 Hz. Peygamber: “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır, kim onları sayarsa cennete girer” buyurmuştur.
Hz. Peygamber: “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır, kim onları sayarsa cennete girer” buyurmuştur.

Bazı şeyleri hiçbir şekilde gündemimize almadığımız için unuturuz. Bazı şeyleri gözümüzün içine sokarcasına ifşa ederek unuturuz. Çünkü bizi dönüştürmeyen ve konusuna göre eyleme sevk etmeyen konuşmalar, çoğunlukla konuştuğumuz şeyleri önemsizleştirme, sıradanlaştırma ve unutturma işlevi görür.

Sensiz yola girerisem çarem yok adım atmaya Gövdemde kuvvetim sensin başım götürüp gitmeye Gönlüm canım aklım bilim senin ile karar ider Pervaz ururlar dem be dem uçuban Dost’a gitmeye

Yunus Emre

Batı medeniyetinin baş döndürücü hâkimiyeti altında bocaladığımız son iki yüz yılda klasik dönemde Müslüman düşünürlerin nesilden nesle intikal eden bir kısım temel meselelerini unutulmaya terk ettik. Aslında bu meseleleri konuşmayı terk ettiğimiz için unutmuş değiliz. Tam tersine bazılarını çokça konuştuğumuz, dilimize pelesenk ettiğimiz için unutmaya başladık. Bir şeyi unutmanın çok farklı yolları vardır. Bazı şeyleri hiçbir şekilde gündemimize almadığımız için unuturuz. Bazı şeyleri gözümüzün içine sokarcasına ifşa ederek unuturuz. Bazı şeyleri çokça konuşarak, daha doğrusu hakkındaki konuşmayı gevezeliğe dönüştürerek unuturuz. Çünkü bizi dönüştürmeyen ve konusuna göre eyleme sevk etmeyen konuşmalar, çoğunlukla konuştuğumuz şeyleri önemsizleştirme, sıradanlaştırma ve unutturma işlevi görür. Bu meselelerden biri, ‘ilâhî isimler’i bilme meselesidir.

Bir rivayette Hz. Peygamber: “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır, kim onları sayarsa cennete girer” buyurmuştur.

Bir rivayette Hz. Peygamber: “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır, kim onları sayarsa cennete girer” buyurmuştur. Bu hadis ve benzer içerikli naslar, tasavvuf, kelam gibi çeşitli düşünce geleneklerine mensup âlimleri ilâhî ismi saymanın ne manaya geldiğini anlama çabasına sevk etmiş ve ilâhî isimlerle ilgili pek çok kitap kaleme alınmasına yol açmıştır. Modern dönemde ilâhî isimlerle ilgili herhalde İslam’ın daha önceki dönemlerinde olmadığı kadar ifşaya rastlamak mümkündür. Duvarları süsleyen esmâ-i hüsnâ tablolarından ilâhî isimlerin tek tek açıklandığı televizyon programlarına varıncaya dek geniş bir görünürlük sıralaması oluşturmak mümkündür. Fakat bir ismi veya genel olarak ilâhî isimleri bilmenin ne demek olduğu veya ne anlama gelebileceği hakkında açık ve ciddiye alınabilir bir kanaatimiz olduğu söylenemez. Bu sebeple muhtemelen modern dönemde en çok yabancılaştığımız meselelerden biri ilâhî isimler meselesidir. Hiç kuşkusuz bunda ilâhî bir ismi kavramanın, nazarî tefekkürün yanı sıra ‘iman’, ‘ihlas’ ve ‘ihsan’ kavramlarının anlamını bulduğu derin bir dindarlığı gerektirmesinin büyük bir payı vardır. Fakat dindarlık derinlik bakımından pek çok katman barındırsa bile en azından nazarî tefekkürün eşlik ettiği bir dindarane hayatın mahrum kalmayacağı bir idrakin olduğunu düşünebiliriz.

Sorunu bir örnek üzerinden vazedelim. Mesela Allah’ın ‘âdil’ ismi vardır. Biz genel olarak bu ismi Allah’ın adaletli oluşu şeklinde anlarız. Adaletin de çeşitli açıklamaları olmakla birlikte en yaygın açıklaması “her şeyi hak ettiği yere koymak” şeklindedir. Âdil ismi hakkında yaygın tasavvurumuzun adaletle ilgili belli belirsiz idrakimizle sınırlı olduğunu söylemek abartı olmaz. Fakat çeşitli geleneklere mensup İslam düşünürlerinin eserleri göstermektedir ki bu ismi anlayabilmemiz için birincisi, adaletin ne olduğu (Adalet Nedir?), ikincisi Allah’a nispet edildiğinde ne anlama geldiği (Allah’ın âdil olması ne demektir?), üçüncüsü de Allah’a nispet edilen anlamın bizde bir bilgi ya da marifet olarak meydana gelmesinden ne anlamamız gerektiği (Allah’ın âdil olduğunu bildiğimizde neyi bilmiş oluruz?) sorularının cevaplanması gerekir.

Mesela Allah’ın ‘âdil’ ismi vardır. Biz genel olarak bu ismi Allah’ın adaletli oluşu şeklinde anlarız.
Mesela Allah’ın ‘âdil’ ismi vardır. Biz genel olarak bu ismi Allah’ın adaletli oluşu şeklinde anlarız.

Soruları çoğaltmak mümkündür. Açıktır ki bu sorular, incelikli bir tefekküre, bu tefekküre eşlik eden, onu besleyen, biçimlendiren, aynı zamanda da o tefekkür tarafından yönetilen bir dizi amele ihtiyaç duyar. Dolayısıyla ilâhî isimleri anlama çabasının bir yönü o ismin anlamına dair nazarî tefekkür iken diğer yönü bu anlamla irtibatlı amellerdir. Yani dinin bizzat kendisi, inanç ve amellerden oluştuğu gibi bütün dinî kavramlar da bir yüzü bilgiden diğer yüzü uygulamadan oluşan madalyonlar gibidir. İlâhî isimler de aynı şekilde bilgi ve davranış yönlerine sahiptir.

Amel veya davranış boyutu ihmal edildiğinde kişide nifak hali ortaya çıkarken, bilgi veya tefekkür boyutunun ihmali, ihmal ölçüsünce, müminin Allah’a ilişkin marifetinde ayıklık kaybına yol açar. O halde hadiste geçen ifadesiyle bir ismin “sayılması” (ihsâ), hem bilgi hem de eylemdir ve bunlardan her biri diğerini ikmal eden bir işlev görür. Mesela âdil olmanın ne olduğunu bilmeden âdaletli olunmayacağı gibi davranışlarında âdil olmayan bir kimsenin Allah’ın âdil ismini anlaması da beklenemez. Şayet meseleyi sadece bir tarif bilgisine sahip olmak şeklinde anlarsak tabii ki adaletin ne olduğunu bilmek için âdil olmaya gerek olmadığını düşünebiliriz. Fakat dinî düşünce gelenekleri ve bilhassa sûfîlerin söylediği gibi, bir ismi bilmek, o ismin zuhuruna mazhar olmayı yani âdil ismi âlemde neyi yapıyorsa o fiilleri yapabilmeyi mümkün kılar. Buna göre Allah’ın âlemdeki fiilleri, isimleri aracılığıyla gerçekleştiğinden bu âlemdeki her şey bir ilâhî ismin eseridir.

  • Dolayısıyla ilâhî isimler, âlemdeki her şeyin bağlı bulunduğu veya kendisinden neşet ettiği ilkeler konumundadır. İnsan da âlemin bir parçası olduğuna göre insanda gerçekleşen veya insanın gerçekleştirdiği bütün bilgi ve davranışlar da bir ilâhî isme bağlı ve onun eseridir. Bu bakımdan bir ilâhî ismi bilmek, o ismin varlıktaki sonuçlarını kavramayı ve bu sonuçların gerçekleşmesine vesile olmayı sağlayacak bir ilkeye sahip olmak demektir. Fakat ilâhî isimleri anlama çabasını çevreleyen bir takım küllî esaslar vardır ve bu esasların ihmal edilmesi, ilâhî isimlerden nasipsizlik ve mahrumiyete yol açabilir. Aşağıda bunların üçüne işaret etmeye çalışacağım.

Birincisi:Allah’ın nihaî tahlilde kuşatılmaz oluşu nedeniyle kural gereği herhangi bir ismin tüketilmesi imkânsızdır. Dolayısıyla bir ismi bilmek, kulluk süreciyle birlikte devam eder. Kulluk ise kendi kendisini tahakkuk ettiren bir bilme ve eyleme sürecinin adıdır, yani kişi kul olmak için kulluk eder, başka bir şey olmak için değil. Bu bakımdan bir ismi bilmek, o isim kapsamında mütalaa edilebilecek her şeyin Hakk’a ait olduğunu idrak etmek demektir. Evet, ismi bilmek aynı zamanda o isimle donanmak demektir. Mesela ‘âlim’ ismini bilen kimse âlim olmakla nitelenir. Fakat kulun âlim ismiyle nitelenmesinin başlangıcı, devamı ve sonu, ilmin gerçek sahibi Allah’a aittir. İbnü’l-Arabî bu durumu, ilâhî isimleri bilmenin ilk adımı kabul eder ve taalluk olarak adlandırır. Taalluk, kişinin başlangıç, orta ve sonda Allah’a muhtaçlığı demektir.

Kulluk kendi kendisini tahakkuk ettiren bir bilme ve eyleme sürecinin adıdır, yani kişi kul olmak için kulluk eder, başka bir şey olmak için değil.
İlâhî isimleri bilmek, kişinin Allah’a süregiden muhtaçlığını idrak etmesi demektir.
İlâhî isimleri bilmek, kişinin Allah’a süregiden muhtaçlığını idrak etmesi demektir.

Bu bağlamda ilâhî isimleri bilmek, kişinin Allah’a süregiden muhtaçlığını idrak etmesi demektir. Muhtaçlığın idrakinin yitirildiği ve perdelendiği her durumda kişi ayıklık yitimine uğrar ve dinen şirk kategorisinde değerlendirilmese de gerçekte şirke düşer. Allah’ın kula muamelesi, rahmet ilkesine göre cereyan ettiğinden kulun şirkte bulunduğu pek çok durum, şeran şirk olarak adlandırılmamış ve kişi mümin addedilmiştir. Bununla birlikte Allah’a yakınlaşmanın dereceleri hakkında İslam âlimlerinin açıklama ve yorumları, dinen mağfiret kapsamına giren şeylerin Allah’a yakınlık ve uzaklığa bağlı olarak değiştiğini de göstermektedir. Nitekim sûfîler “ebrâr için iyilik olan ameller, mukarrebûn için kötülüktür” sözüyle bu anlamı ifade ederler.

İkincisi: Her bir ilâhî isim, Allah’ın ismi olduğu için hem kendi anlamına hem de ilâhî zâta delalet eder.

Mesela ‘kâdir’ ismi, hem kudret anlamına hem de bu anlama sahip olan ilâhî zâta delalet eder. Dolayısıyla her bir isimden Allah’a ulaşan bir yol vardır. Ebû Süleyman es-Sicistânî’nin deyişiyle esmâ-i ilahiyye, mümini Allah’a ulaştıran merdivenlerdir. Bu bağlamda isimler, insanın idrak sahasına giren her şeyin Allah’a dayandığını ama Allah’ın âlemden müstağni ve yaratılmışlardan münezzeh olduğunu kavramayı sağlar. Bu ilke, nesneler, olgular ve anlamlar ilişkiyi kavrama ve nihaî ilkelerine dayandırma hususunda derin bir tefekkür gerektirir. Çünkü ilâhî isimler, hem birbiriyle olumlu yahut olumsuz anlamda ilişkilidir hem de tamamı aynı zâtın ismidir. Mesela Allah açan ve kapatan yahut öldüren ve diriltendir. Bu isim çiftleri arasında olumsuz bir ilişki vardır. Yine Allah “mürîd” ve “kâdirdir.”

Bu iki isim arasında ise olumlu bir ilişki vardır, zira Allah irade ettiğini kudretiyle var kılar. Bu açıdan bir ismin anlamını bilmek, kelimenin sözlük anlamını öğrenmek değil, ilişkili olduğu isimler bütünü dikkate alınarak ilâhî zâta aidiyetini kavramak demektir. Kul, nesne ve olguları Allah’a dayandırma idrakini güçlendirdiği ve bu idrake göre eyleyebildiği ölçüde isimlerin idrakinde derinleşir. Bu ilke aynı zamanda Allah’ın kula muamelesinin inceliğini de ifşa eder: Bir isimde Hakk’a ulaşmak, kula tümdengelimsel bir şekilde diğer isimleri de genel olarak idrak etme imkânı sunar.

  • Çünkü her bir isim Allah’ın zâtına delalet ettiğinden bir isim kanalıyla ilâhî zâta yakınlık kesbedilirse zâttan diğer isimlere geçme imkânı ortaya çıkar. Evet, böylesi bir yakınlık, bütün isimleri tahkik seviyesinde bilmeyi sağlamaz ama aşinalık kazanmaya vesile olur.

Üçüncüsü: İlâhî isimleri bilme çabası, her şeyden önce kulun kendisinin bu isimlerin eserlerinden müteşekkil olduğunu kavraması ve isimlerin kendi varlığında fâil olduğunu idrak etmesini gerektirir. Aslına bakılırsa bu idrak, sözle ifadesi kolay ama eylemle desteklenmesi çok zor bir çabayla kazanılabilir. Dindeki pek çok erdem hatta gerçek anlamda ihlas ve ihsan ancak amellere böylesi bir idrak eşlik ettiğinde tahakkuk eder. İslam âlim ve âriflerinin tecrübeleri, bu idrakin varlığımız ve fiillerimizi parçalı olarak Allah’a dayandırmakla elde edilemeyeceğini göstermektedir. Fakat Allah’ın varlığı, birliği ve fâilliğine ilişkin derinleştirilmiş nazarî idrak, amellerin sebebi haline getirildiğinde tümdengelime yaklaşan bir bilme ve eyleme sürecini mümkün kılar. Zira bir ilâhî isimde iman, ihlas ve ihsana mazhar olmak, ilâhî rahmet gereği, o ismin tahakkuk ettiği varlık sahasını Allah’a dayandırabilmek ve o isim kanalıyla Hakk’a yakınlık kesbetmek demektir. Tek bir eylem veya amel türünde olsa bile Hakk’a yakınlık, insan hayatının bütününü etkileme potansiyeline sahiptir.

Bir dergâhta dervişler ism-i azamın hangisi olduğunu tartışıyorlarmış. Söz uzamış, kaviller çoğalmış. İçlerinden bir meczup usulca yanındaki dervişin kulağına eğilerek “kimse duymasın ism-i azam ekmek, Adem’den beri herkes onun peşinde koşuyor” demiş. İlâhî isimleri bilmek, Allah manasını tefekkürün odağına yerleştirip “her ismi kendi mertebesinde ism-i azam” haline getirme çabasıdır.