Yorulmak, sevmenin başlangıcıdır

Ali Ural sevmeyi, sevmenin hâllerini, sevmekten hâlsiz düşmüşleri ve sevginin modern ve kadim olanla ilişkisini Cins'e anlattı.
Ali Ural sevmeyi, sevmenin hâllerini, sevmekten hâlsiz düşmüşleri ve sevginin modern ve kadim olanla ilişkisini Cins'e anlattı.

Yorulmayı, sevmenin sonucu olmaktan çok başlangıcı olarak anlamayı tercih ediyorum ben. Meyveyi seveyim ama toprağı, suyu, gübreyi, budamayı, ilaçlamayı, çapalamayı sevmeyeyim, olur mu öyle şey! Bir tek elmada bin yorgunluk vardır. Tarladaki korkuluk, çiftçinin ta kendisidir. Emeğinin yanında bulunamadığı için korkusuna gömlek giydirerek dikmiştir oraya. Bir ağaçtan ödünç aldığı kuru dallardır gömleğini dalgalandıran. Sevmek biraz da korkmaktır çünkü. Kaybetmekten korkmuyorsanız sevginizden kuşku duyabilirsiniz.

Bu ay Cahit Zarifoğlu'nun "Sevmek de yorulur" dizesinden yola çıkarak hazırladığımız dosyada şair ve yazar Ali Ural'a "Sevmek de yorulur mu?" diye sorduk. Ali Ural sevmeyi, sevmenin hâllerini, sevmekten hâlsiz düşmüşleri ve sevginin modern ve kadim olanla ilişkisini Cins'e anlattı.

"Sevmek de yorulur" diyor Cahit Zarifoğlu. Siz ne dersiniz peki, sizce sevmek yorulur mu ya da sevmek midir yorulan yoksa insan mı?

Haydi sen bütün onlara git benimle

Son sigaramdın

Gidişin antinikotin

mısralarını işaret sayarsak, "Sevmek de yorulur," sözünü "Sevmek bile bir yere kadar," olarak anlayabiliriz belki. Şair, bir alışkanlıktan söz ediyor gibidir, ayrılıkla ihtiyaç duyulan.

Sevgiyle inşa edilmiş olacak ki aile, sevginin çoğaldığı bir yer olsun. Çocuklarınızla yalnız dünyaya gelmelerinin vesilesi olarak bağ kuramazsınız. Onları kalpten sevmeden gözleri ışıldamayacaktır.

Fakat yine de isyandan çok gizli bir hoşnutluk sezilir bu ayrılıkta, razı olunan bir gidiş. Ayrılığın eşiğinde "Yordun beni," ya da "Yoruldum ben," demek yerine olumsuz sıfatı "sevme" fiiline yüklemektedir şair. Sevgiliye gölge düşürmemek için bir çeşit istiaredir yaptığı. Bana soracak olursanız ki sordunuz, yorulmadan sevmek mümkün değildir. Yorulmayı, sevmenin sonucu olmaktan çok başlangıcı olarak anlamayı tercih ediyorum ben. Meyveyi seveyim ama toprağı, suyu, gübreyi, budamayı, ilaçlamayı, çapalamayı sevmeyeyim, olur mu öyle şey!

Bir tek elmada bin yorgunluk vardır. Tarladaki korkuluk, çiftçinin ta kendisidir. Emeğinin yanında bulunamadığı için korkusuna gömlek giydirerek dikmiştir oraya. Bir ağaçtan ödünç aldığı kuru dallardır gömleğini dalgalandıran. Sevmek biraz da korkmaktır çünkü. Kaybetmekten korkmuyorsanız sevginizden kuşku duyabilirsiniz. "Sevmek de yorulur"da ırmaklarını kaybeden göllerin hüzünlü hikâyesi de var. Mevcudu muhafaza etmek için mevcuda yeni şeyler katılması gerekiyor çünkü. "Yorulur" kelimesi yerine "kurur" kelimesini de kullanabiliriz pekâlâ burada. Irmaklarını kaybeden göller kurur. Hayretini kaybeden sanatçı özgün esere yürüyemez. Bakışların yenilenmesi gerekiyor yorulmaması için. Bakışları yenileyecek bir tazelenme çabası.

İlk önce kime "evet" demişsek ilk onu sevmişizdir

Temel bir sevgi var mıdır bizi diğer farklı sevme çeşitlerine yönlendiren, daha doğrusu şöyle: Önce hangi sevgi var olur kalbimizde?

İlk önce kime "Evet" demişsek ilk onu sevmişizdir. "Evet, dediler" bizim muhabbet mayamızdır. Daha bedenlerimiz yaratılmadan söylemişizdir. Sevginin bedenler değil, ruhlar âleminin meyvesi olduğunun da kanıtıdır bu. Kâinat tanıktır, "Kalubela"dan beri sevmekteyiz. Aşkımızı ilan ettiğimizi inkâr edemeyiz artık. Unuttuk diyemeyiz. Sonra annemizden kopup dünyaya karıştık. Aklımız erdiğinde suya bakıp kendimizi sevdik. Narsist değildik, hayır. Yaşamak için buna ihtiyacımız vardı. "Kendimiz" diyoruz ya, o da başka bir hikâye.

Peki, kimdik biz?

Sahi kimdik biz? Hiç hesapta yokken nasıl nefes alıp vermeye başladık dünyada. Kendimizi bildiğimizde Rabbimizi bileceğimiz söylendi. Çünkü yoktan var edeni hatırlayacaktık.

Kendimizin farkına varmamıza bağlıydı bu. Bir ses bırakabilmek için gökyüzünde, hayatta kalmalıydık. Ne kadar izin verildiyse o kadar. Seslerin kaybolmadığını okuduk kadim kitaplarda. Varlığı zatının gereği olan, var olmak için hiçbir şeye ihtiyacı olmayan yalnız Yüce Allah'tı. Sonra onu sevmemizin kanıtı olarak bir insanı sevmemiz istendi bizden. Son Peygamber'i: "(Ey Muhammed) de ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayıcıdır, merhamet edicidir." (Ali İmran, 31) Ne yazıyordu Bezm-i Âlem Valide Sultan'ın mühründe: "Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, / Muhammed'siz muhabbetten ne hâsıl?"

Geçmişten bugüne aile bir kurum olarak sevginin inşasında ve eğitiminde nasıl bir rol üstleniyor? Sevmek öğrenilen bir şey midir?

Sevgiyle inşa edilmiş olacak ki aile, sevginin çoğaldığı bir yer olsun. Çocuklarınızla yalnız dünyaya gelmelerinin vesilesi olarak bağ kuramazsınız. Onları kalpten sevmeden gözleri ışıldamayacaktır. Kalpten sevmek, düğmesine basıldığında harekete geçen robotlar inşa etmek değildir. Kalpten sevmek, sizin yolunuzda yürümek istemeseler de onları sevmeye devam edebilmektir. Rahmetli babaannem, "Bülbül evladı bir gün gelir öter," derdi. Eğer bülbülsek çocuklarımızın aslına döneceklerinden kuşkumuz olmamalı. Değilsek bülbül olmaya çalışmalıyız. Sözle sınırlı kalmamalıdır sevgi, yaşama sevinci veren bir faaliyete dönüşmelidir. Her birey varlığının kabul görmesini bekler dünyada. Barınma, yeme ve okul ihtiyaçlarını karşılayarak çocuklarımızın varlığını kabul etmiş olmayız. Kendilerini ifade etme fırsatı vermek kimi zaman önlerine konmuş bir tas çorbadan daha sıcak olabilir. Anlamlı bir hediye ciltlerce kitabın dokunamadığı bir kalbi harekete geçirebilir. Yerinde bir takdir solmaya yüz tutmuş bir heyecanı ateşleyebilir.

  • Bir sorunun çözümünde pay sahibi olmak, bir kişiliği güçlendirebilir. Yanlışları bilgi ve model eksikliği çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor. Hayatında eline kitap almamış bir baba, okuma tavsiyesini dikkate almayan çocuğundan nasıl şikâyetçi olabilir. Sevmek öğrenilebilir evet, bütün mesele kimden ve nasıl öğrenileceğidir.

Sevginin kaynağı merhamettir

Ya sevgi ve merhamet ilişkisi...

Sevmek ve merhamet arasındaki ilişkiyi de bu çerçevede değerlendirebiliriz. Merhametin azaldığı bir dünyada sevginin çoğalması beklenebilir mi! Sevgi merhamete dayanıyor. Acıma duygusunu kaybetmiş bir genç için yaşlı anne babası bir yükten; acıma duygusunu kaybetmiş bir işveren için hastalanan işçisi, bir beladan ibarettir. Savaş bölgelerinde kaçırılıp organları çalınan çocuk haberleriyle başlıyoruz bazen güne. Böyle sabahların güneşinden kim söz edebilir! Merhametsizliğin hışmından yalnız insanlar değil, hayvanlar da kurtulamıyor. Hayvanların da davacı olacağı bir kıyamet günü bekliyor insanlığı. Oysa âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (s.a.v.) şu müjdeyi vermişti bize: "Allah Teâlâ rahmeti yüz parça yaptı. Doksan dokuz parçasını kendi yanında tuttu, bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle bütün yaratıklar birbirlerini severler. Hatta kısrak yavrusunu emzirirken dokunur korkusu ile bir ayağının tırnağını yukarı kaldırır."

"Seni seviyorum," derken "Beni seviyorum," diyor modern zamanların sevgilisi. Bu bir dil sürçmesi değil, bir kalp sürçmesi.

Sevgi rahmettir, aşk felaket

Bir de aşkın ve sevginin ilişkisini konuşmak gerekiyor belki burada. Aşk ve sevgi nasıl ayrılır birbirinden? Bazen karıştırıyoruz sanki ikisini, aynı mıdırlar ya da nasıl farklılaşırlar? Sizin aşka ve sevgiye dair bir tanımınız var mıdır?

Yağmurla sel nasıl ayrılır birbirinden! Sevgi rahmettir, aşk felaket. Sevgi aşka dönüşür istila edince kalbi. Duvarları yıkar, eşyaların ayaklarını yerden keser, önüne kattığı her şeyi sürükler. Hücumunu ifşa etmemiştir, ne ara geldiği bilinmez. Rüyada avladığından kafese koyamamıştır avını. Gözünü açtığında "pırr" diye uçmuştur kuş. Göz göre göre kördür. Gündüz körü. Akıl bağlamaktan gelir, aşk kopmaktan. Gündüz delisine bak, rüyada akıllanıyor yalnız. Fakat güneş sarı bir nehir gibi dolar odaya. Sevgi evcil bir kedidir, başını okşatır. Aşk yırtıcı bir çita. Hızıyla başını döndürür ırmağın. Hacminden fazla yük almış bir tekne gibi yalpalar aşk, her an suyun dibini boylayabilir. Sevgi rüzgârıysa ağır ağır götürür yelkenliyi emin koylara. Aşk sarhoştur, sevgi ayık. Aşk seyyahtır, sevgi mukim. Aşk yayadır, sevgi atlı.

“Aşk seyyahtır, sevgi mukim Aşk yayadır, sevgi atlı.”
“Aşk seyyahtır, sevgi mukim Aşk yayadır, sevgi atlı.”

Mutluluğu yaşarken kavramak zordur

"Kavuşmak" üzerinden düşündüğümüzde, sevgi sizce böyle bir "climax" noktasına sahip midir gerçekten, yoksa yaşanılan o kavuşmadan daha güzeli midir sevgide aranan, makbul olan?

Kavuşmak tüketmek değildir. Arapların bir sözü var: "Arkadaşın bal olsa da hepsini yiyip bitirme!" Dostlukla ilgili söylenmiş bu sözün bütün ilişkiler için geçerli olduğunu düşünüyorum. Boşluklar yalnız sanatta değil insan ilişkilerinde de dengeyi sağlıyor. Nefes alınacak alanlar bırakılmalı sağlıklı bir ilişki için. Hem böylece insan, hayatı boyunca birbirinde keşfedilecek şeyler bulabilir. Ufuk çizgisi sen ona yaklaştıkça uzaklaşır ve erişilemez olur. Ufku esrarlı yapan da budur. Biz Türklerin "Kızılelma"sı da hep fethedilecek bir yerlerin sezdirilmesiyle ilgilidir. Bir mesuliyeti yerine getirdiğimizde işimiz bitmiş olmaz. Adını henüz koymadığımız başka bir görev "Kızılelma" adıyla bizi beklemektedir. Mutluluğun büyük bir hedefe ulaşmakta değil, sıradanmış gibi görünen zamanlarda saklı olduğuna dair pek çok şey söylenmiş. Bunlardan biri de Kazancakis'in Zorba romanında geçiyor: "Mutluydum; biliyordum bunu. Bir mutluluğu yaşarken onu kavramamız zordur; ancak o geçip de arkamıza baktığımız zaman, birdenbire biraz da hayranlıkla, ne kadar mutlu olduğumuzu anlarız."

Sevgiyi ancak aynı kaynaklardan içmek perçinler

Burada daha başka bir pencere açmak ve hem bugünü hem bugünün sevgisini konuşmak adına, bireyselliğin hat safhada olduğu modern yaşamın sevgiyi yaşayış şeklimize etkisi nedir, diye sormak istiyorum. Buradan hareketle, modern yaşamın sevgiyi perçinlediğini ya da körelttiğini söylemek mümkün mü?

"Seni seviyorum," derken "Beni seviyorum," diyor modern zamanların sevgilisi. Bu bir dil sürçmesi değil, bir kalp sürçmesi. Leyla'yı sevdiği için Leyla'nın mahallesindeki köpeği de seven Mecnun'un yeri yok bu dünyada. Hızlandırılmış bir hayat içerisinde bütün davranışlar karikatürleşiyor. İlk siyah beyaz filmlerdeki hızlandırılmış yürüyüşler, yemek yemeler, sohbetler, ayrılmalar gibi... Hiçbir anın derinliği yok. Kaybedecek vakit yok çünkü. Bir araya gelmek ne kadar kolaysa ayrılmak da o kadar kolay. Aşk mektubu tarihe gömüldü. Yakında ayrılık ikonlarıyla son verilecek ilişkilere. Tabiattan uzak bir hayat işi daha da zorlaştırıyor. Çingeneden bir dal çiçek almakla, kırda bir dal çiçek koparmak aynı şey değil. Hafızada saklamak yerine İnstagram'da saklanıyor fotoğraflar. Daha doğrusu aşikâr ediliyor. Ne yediğinizi de herkes biliyor nereye gittiğinizi de. Size özel hiçbir şey yok hayatınızda.

Boşluklar yalnız sanatta değil insan ilişkilerinde de dengeyi sağlıyor. Nefes alınacak alanlar bırakılmalı sağlıklı bir ilişki için.
Boşluklar yalnız sanatta değil insan ilişkilerinde de dengeyi sağlıyor. Nefes alınacak alanlar bırakılmalı sağlıklı bir ilişki için.

Fotoğraflarınıza bakan arkadaşlarınız aralarında, "Sevgili yapmış," diye konuşabiliyorlar. Yapılan bir şeye dönmüşse sevgi/li vay hâlimize! Sevgiyi ancak aynı kaynaklardan içmek perçinler. Bir kitabı aynı anda okumak, bir besteyi aynı anda dinlemek, bir sergiyi aynı gün gezmek, bir filmi aynı mekânda izlemek... Aynı masada yemek yemekten daha kıymetlidir bu. Birlikte derinlere dalan iki dalgıç gibi paletleriyle suyu dalgalandırarak ve kabarcıklar çıkararak keşfetmek...

Peki, temelinde sürekli bir iktidar savaşının var olduğu ilişkilerde sevgi nasıl bir yol izliyor sizce?

Bir simülasyon değildir sevgi her anını yöneteceğin. İktidar savaşına dönüşmüşse ilişki, son tahlilde ekran kararır. İstediklerini yaptırarak sevgi çıtasını yükseltemezsin. İstediklerinden tamamen vazgeçerek de. İradelerin çarpışması değil iradelerin anlaşması gerekiyor. İki iradeden ortak bir irade çıkarmaktır birliktelik.

  • "Sevmek de Yorulur" şiiri şöyle başlıyordu: "Bir adam bir kadın var içimde iyice anladım / Bana bunu sessizce anlatıyorlardı..." Kimse tek başına değildir o hâlde, tek başınaymış gibi hareket edemez. Diyelim ki ettiler. O zaman sevgi ikisini de bir köşede bırakıp kaybolur gözden.

Cinayetleri coğrafya ve tarihin perdesiyle örtemezsiniz

Sevgi, ontolojisi açısından; insana, kalbinin ve aklının merkezine kendisinden başka bir varlığı aldıran bir duygu. Peki, bu duygu nasıl oluyor da daha sonra bencilce işlenmiş fiiller nedeniyle mutsuz sonlara ve tarifsiz acılara gebe olabiliyor? Zamanın ve coğrafyanın bu örneklerde ne gibi bir etkisi var sizce?

Koşulsuz sevilmek kalbin en derin arzusudur belki. Yeryüzünde hiç olmazsa bir kişinin bizi her şeyimizle kabul ettiğini görmeye duyduğumuz susuzluk. Her hâlimizle kabul görme ihtiyacı. Gerçekte kim olduğumuzu anladığında bizden vazgeçmeyen, ruhumuzun aydınlığı kadar karanlığına da nüfuz eden, kuşku duymadan açılan ve güvenle açmaya teşvik eden birinin varlığına duyduğumuz özlem. Böyle bir kapı olmasa kalbimizi ve aklımızı başka bir ruha açabilir miydik? Gerçekte kim olduğumuzu görmeye istekli, hikâyemizi saatlerce bitmek bilmeyen bir dikkatle dinlemeye hevesli olan birine kapılmamız doğal değil mi! Huzursuz kalplerimize dinginlik verecek bir misafirlik değil miydi aradığımız? Bu misafirlikte an geldi bir hatıra denizi serildi ayaklarımıza. Elimizi o denize daldırdığımızda avucumuzda kalan taşların, deniz kabuklarının, yosunların kendimize ait olduğunu görerek şaşakaldık! Sevgilinin kusurları bizim kusurlarımızdı.

Daha önce yüzleşmediğimiz yetersizliklerimiz, sisli yanımız... Sırf bu yüzden ruhumuza ayna tutan, bizi bize yakınlaştıran sevgiliyi incitmemeyi başarmalıydık. Fakat o korku yok mu! O kaybetme korkusu! Sinsi bir zehir gibi nasıl da damarlarımızda yayıldı! Derin bir sevginin ifadesi olabilecekken nasıl da kimyası değişerek soldurdu neşemizi.

Kendi kusurlarımızdan kurtulmak için nasıl da sevgilinin kusurlarına yöneldik. Bir insan sevdiğine sesini yükseltebilir mi! Yükselen sesinde boğulacağını hiç düşünmemiş midir? Elini kaldırmasını söylemiyorum bak! Taş olmaz mı sevgiliye kalkan el! Öldürmek mi! Bunu hiçbir tahrikle izah edemeyiz. Coğrafya diyemeyiz. Tabiat âhengin temsilcisidir çünkü. Tarih diyemeyiz. Tarihin perdesiyle cinayeti örtemezsiniz.