Yazmasaydım çıldıracaktım

Sait Faik Abasıyanık.
Sait Faik Abasıyanık.

1906’da doğduğu için iki büyük dünya savaşına şahit olan, hikâyelerinde azınlıklara da yer verdiğinden hümanist olarak nitelendirilen, yazdığı hümanist metinler Ömer Seyfettin öykücülüğüne bir cevap olarak görülen, edebiyat fakültesine kaydolan ama burada sadece 2 yıl okuyup ardından ekonomist olmak için yurt dışına giden, bohem hayatı sebebiyle ekonomist olamayıp ailesinin isteği ile ülkesine geri dönen,

öğretmenlik ve adliye muhabirliği yapmayı deneyen ama babasının vefatının peşinden kendisine kalan mirasla sevdiği bohem hayatını müreffeh bir şekilde yaşamaya devam eden, toplumu düzeltilecek tüm doğrulardan ari hatalı düşünce ve davranışlar yekûnu bir yapı olarak görmeyen ve sadece toplumla aynı hayatı yaşamak isteyen, şiirden romana birçok türde eser veren, romanlarını tefrika usulü yazan ama ilk romanı çıkışından kısa bir süre sonra siyasiler tarafından toplatılan, farklı kültürleri ve disiplin alanlarını tanıyor olması sayesinde çağdaş yazarlardan ayrılan, öykülerinde dışlanmışları, fakirleri ve işçileri işleyen, sevginin eksikliğini bütün felaketlerin habercisi sayan, 1953 yılında çağdaş edebiyata desteği sayesinde ABD Mark Twain Derneği şeref üyeliğine seçilen, ödülü aldıktan bir yıl sonra sirozdan hayatını kaybedip Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedilen, asıl adı Mehmet Saik olan yazarımızdır Sait Faik Abasıyanık.

Sait Faik’in yaşayış biçimi ve seçtiği karakterler birçok meslektaşından farklıdır. O dönem; milliyetçiliğin öne çıktığı, yazarlara bu temde kitapların ve içeriklerin ısmarlandığı bir dönemdir ve müelliflerin neredeyse büyük bir kısmı toplumu yontulacak ham bir madde olarak görmektedir. Sait Faik böyle düşünmez, alışmış olduğu hayat biçiminin dışına çıkarak, kendi yaşantısının aksine dışlanmışları, hor görülenleri, unutulanları işler ve zamanın yazar çizer ehlinin dayattığı ölçüleri reddeder.

İşçilerin ne kontratı var ne saati. Her zaman yarım saat, bir saat fazla çalıştırılırdı. Hasta olunca umursanmamak… Hiçbir şeylerini düşünmemek… Yalnız yalnız kesesini doldurmak… 12 yaşında çocukları çalıştırmak, bunları okutmamak… İşte işverenin zihniyeti!” gibi cümlelere neredeyse her konuşmasında rastlanır ve bu cümlelerle kapitalizmin karşısında durur. Zaten bozulan insan ilişkileri, insanı ezen düzen, sanayileşme ve teknolojinin götürdükleri onu hep rahatsız etmiştir. “Haksızlıkların olmadığı bir dünya… İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya… Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerin bol bol bulunmadığı… Pardon efendim! Bol bol bulunmadığı ne demek? Hiç bulunmadığı bir dünya…” der. İşte böyle deryadil fikirleri araları açık olan edebiyat camiasıyla ve toplumu –şüphesiz burada edebiyatçılarımızın tamamının ve toplumla aralarının açık olduğunu söylemiyoruz ancak böyle bir durumun nadiren de olsa varlık gösterdiğini inkâr edemeyiz- birbirine teyeller. Sait Faik kimin yanında, kimin karşısında durduğunu söylemekten çekinmemiştir.

İçinde olduğu burjuvadan kaçan, onunla çatışan biridir Sait Faik. Üstelik insanların empoze ettiği şeyleri kabul etmediği gibi edebiyatın kurallarını da esnetmeye çalışır. Günlük hayattaki serkeşliği kalemine de yansır, dilin belli şemalarına uymaz. Çoğu eleştirmen bu yüzden kendisini oldukça savruk bulmuştur. Sait Faik, “Yazdığı okunmuyor. Bir yazar okuyucunun karşısına çıkarken azıcık kendine özen gösterir.” minvalindeki sözlerle sık sık tepki alır.

Yazdıklarının savruk bulunmasının elbette bazı sebepleri vardır. Yarım cümleleri çok sevmesi, önemli cümleleri pat diye orta yerinde kesmesi, sokak Türkçesi, şive ve hatta argo kullanması, kitabî dile mesafeli olması, dil bilgisi hataları, olay akışındaki minik aksaklıklar… Ancak tüm bunlara rağmen dönemin yazarları Ömer Seyfettin ile Reşat Nuri arasındaki biçim anlayışını aşamazken Sait Faik o kabızlığı çözen öykücülerimizden biri olmuştur. Ve yine savrukluk olarak nitelendirilen bu özelliklere rağmen insanın toplum içerisindeki değersizliğini en iyi işleyen kişilerden biridir. O savaşların ve İstanbul’un hikâyecisidir. Belli bir hayat çizgisine tutsak kalmış insanları konu edinmeyi sever. Dilinden ve kaleminden hiç düşürmediği İstanbul’u, düşüren ve düşürülen insanların kaynaştığı suçlu bir şehir olarak görür. Şehirde iyi insanları görünce sevinir ama hain, cahil, sömürücü kişileri görünce de kendini adalara atar. Burası onun âdeta yapay cennetidir. Aynı Baudelaire’nin yaptığı gibi.

Sait Faik İstanbul hikâyecisi olarak anıldığı kadar şiirin öyküsünü yazmakla da edebiyat tarihinde yerini almıştır. Dili şiire yakındır. Dilinde edebî sanatları kaygısızca ve gelişigüzel kullandığını ama yine de şaşırtıcı estetik birleşimler yaptığını görürsünüz. Bu yüzden onda gelenekselleşen öykü izlerini göremeyiz. Zaten bu yüzden birçok eleştirmen kendisine, “Rüzgâra çobanlık eden isim” demiştir. Alemdağ'da Var Bir Yılan, Sait Faik’in ölmeden önce yayımlanan son kitabı ve öykücülüğünün zirvesi kabul edilir.

Yazın dünyasında deniz, balık, İstanbul, adalar, doğa, savaş, argo, şive gibi anahtar kelimelerle akıllara kazınan Sait Faik’in eserlerinden birçoğu senaryolaştırılmıştır. Hatta aralarında TRT’de yayınlananları da vardır. Havada Bulut’u hatırlarsınız… İşte o dört bölümlük yapım Ayfer Tunç sayesinde dizi hâline getirilmiş, öykülerinden Menekşeli Vadi (Vesikalı Yarim) ve Mahpus (Irmak) da film olarak çekilmiştir.

“Ben hikâyeciyim diye sizden ayrı şeyler düşünecek değilim. Sizin düşündüklerinizden başka bir şey de düşünemem.” diyerek toplumun karşısında değil, yanında durduğunu her seferinde dile getiren Sait Faik 1954 yılında hayatını kaybeder. Yazarın yaşamı boyunca sık sık gittiği Burgazada’daki köşk, Sait Faik Müzesine dönüştürülür ve sanal müze olarak da hizmete açılır. Vefatının ardından annesi oğlunun anısına her yıl en iyi öykü kitabına verilmek üzere Sait Faik Hikâye Armağanı’nı hayata geçirir. Ancak annesi de vefat ettikten sonra bu oluşum Darüşşafaka Cemiyetinin himâyesine devredilir. Darüşşafaka Cemiyeti hâlâ Sait Faik Hikâye Armağanı vermeye devam etmektedir. Jüride 2010 yılından itibaren Doğan Hızlan, Prof. Dr. Murat Gülsoy, Prof. Dr. Jale Parla, Metin Celal, Hilmi Yavuz, Nursel Duruel ve Darüşşafaka Cemiyeti tarafından atanan Beşir Özmen yer almaktadır.