Alman ırkçılığı kollektif bir korkuya dayanır

Alman milliyetçiliği, 1980'lerde ülkede sayıları giderek artan yabancı işçilere karşı ortaya çıkan reaksiyon ile ırkçılık suretinde tekrar ortaya çıktı. 2000'li yılların ortalarına kadar herhangi bir yerde Alman bayrağını sallamak yahut Prusya kartalını bir şekilde bir yere çerçeveleterek asmak ağır şekilde eleştirilmenize, hatta Nazi olarak itham edilmenize sebebiyet verebilirdi.
Alman milliyetçiliği, 1980'lerde ülkede sayıları giderek artan yabancı işçilere karşı ortaya çıkan reaksiyon ile ırkçılık suretinde tekrar ortaya çıktı. 2000'li yılların ortalarına kadar herhangi bir yerde Alman bayrağını sallamak yahut Prusya kartalını bir şekilde bir yere çerçeveleterek asmak ağır şekilde eleştirilmenize, hatta Nazi olarak itham edilmenize sebebiyet verebilirdi.

Günümüz Alman ırkçılığının temel motivasyonunun 19. Yüzyılda çıkan Alman milliyetçiliği fikri ile aynı olduğu şüphe götürmez. Alman ırkçıları “en yüce ideal ve en yüce kültür olarak kabul ettikleri Almanlığı bir tasalluta karşı” korudukları fikrinden yola çıkarak hareket etmektedir. Söz konusu tasallut “akşam ülkesine” yönelmiş olan İslamlaşma ve savaşsız bir işgal sürecinden ibarettir. Bu işgal sürecinin önüne geçmek adına her türlü cinayeti işlemek ve savaş metodunu kullanmak kendilerince meşru görülmüştür.

Bu yazı 30 Mart 2020 tarihinde, Gerçek Hayat dergisinin 1014. sayısında yayınlanmıştır.


Türk milliyetçiliğinin kendisini Oğuz Kağan ve Metehan figürleri üzerinden var etmesi misalinin bir benzeri Alman milliyetçiliğinin kendisini Çeruska Şefi Hermann (Arminius) ve Sakson beyi Vidukind üzerinden var etmesi örneğiyle karşımıza çıkar. Her iki figürün ortak noktası, Alman milletini dışarıdan gelen tasallutlara karşı savunmuş olmaları ve düşmanlarına karşı kanlı savaşlar vermiş olmaları olarak kabul edilmiştir.

  • Her ne kadar mezkûr iki kahramanın yaşadığı dönem itibariyle bir Alman milletinden bahsetmek mümkün değilse de kabilelerine karşı geliştirdikleri koruyuculuk 19. yüzyılda Alman milliyetçiliğini vaz ederken, dönemin aktörleri tarafından Alman milleti uğruna kendini feda etmek şeklinde okunmuştur. Bu sebeple 19. yüzyılın önemli bir kısmını bir millet olma çabalarıyla geçiren Almanya -ki henüz günümüz Almanya’sına benzer bir Almanya'dan da bahsetmek bu dönem için mümkün değildir- söz konusu kimseleri kendine bir rol model olarak seçmiştir.

1830 ve 1848 hâdiseleri Alman milliyetçiliği içindeki savunmacı retoriğin giderek yükseldiği bir dönemdir. Dolayısıyla ‘Alman idealizmi’nin ve ‘Alman romantizmi’nin Almanlığı dil üzerinden tanımladıkları ve çok yüce bir şey olarak niteledikleri bu dönemde eş zamanlı olarak bir savunmacı söylemin ortaya çıkışının altını çizmek lazımdır.

Bu refleks elbette 19. yüzyıl ile ortaya çıkmış değildir.

Martin Luther “Alman Milleti’nin Asillerine” isimli risalesinde benzer bir refleksi ortaya koymakta. Esasen Fichte ve Schiller gibi yazarların Alman dilini, kültürünü ve milletini överken sahip oldukları temel motivasyonun da savunmacı bir temeli olduğunu iddia etmek hakikate uzak düşmek anlamına gelmeyecektir. Zira Friedrich von Schiller’in “Alman Yüceliği” (Deutsche Größe) isimli şiirinde karşımıza çıkan psikoloji, Fichte’nin Fransız dilini küçümserken ve Alman dilini yüceltirken ortaya koyduğu ile aynıdır. Her ikisi de Prusya sarayına hâkim olan Fransız kültürüne karşı bir reaksiyonu ortaya koymakta ve aslında öykünülen şeyin hiç de matah bir şey olmadığına, asıl yüce olanın Alman olan olduğuna atıfta bulunmaktadır.

Hitleri Üreten Şartlar

Alman milliyetçiliği, 1980'lerde ülkede sayıları giderek artan yabancı işçilere karşı ortaya çıkan reaksiyon ile ırkçılık suretinde tekrar ortaya çıktı.
Alman milliyetçiliği, 1980'lerde ülkede sayıları giderek artan yabancı işçilere karşı ortaya çıkan reaksiyon ile ırkçılık suretinde tekrar ortaya çıktı.

Fransızlar ile Almanlar arasında yer alan bin yıllık gerilim ve Büyük Karl’ın varisi olma mücadelesi, Fransızların bir adım öne geçmesi ile kültürel bir yok oluş endişesini beraberinde getirmiştir. Savunmacı bir milliyetçilikten ziyade övücü ve yüceltici bir milliyetçilik tipi olduğu iddia edilen bu pozisyonda dahi bir müdafaa psikolojisi vardır. Bir şekilde millet olarak var olabilmek ve dışarıdan gelen tasallutlara karşı milletinin yanında yer almak söz konusu Alman psikolojisinin kökenine sirayet etmiştir. Bu halet-i ruhiye kendisini Birinci Cihan Harbi sonrası imzalanan Versay Anlaşması’na karşı ortaya konan reaksiyonlarda da göstermiştir. Alman dışişleri bakanı Gustav Stresemann Versay Anlaşmasının yerine gelmesi mümkün olmayan ağır hükümlerine itiraz ederken “bırakınız yaşayalım ve ayağa kalkalım, yoksa meydana gelecek olan şey büyük bir patlamadır” derken adeta İkinci Cihan Harbi’nin haberini vermekteydi.

Böyle bir ortamda fakirliğin ve haksızlığa uğramışlık hissinin kol gezdiği bir toplumda Naziler büyüyecek ve yayılacak elverişli ortamı bulmuşlardı. Hiç kimse “en yüce millet” olan Alman milletini aşağılayamazdı ve Versay sonrası yaşanan süreç tam bir aşağılamaydı.

  • Üstelik Fransızlar, Almanları ekonomik olarak da sömürmekteydi. Dahası Almanların Fransızlara karşı bir askeri başarısızlığı olmamasına rağmen bu durum bu hâle gelmişti. Bu ve benzeri argümanlar her köşe başında dillendirilmesiyle birlikte Alman kavminin, evlatlarınca savunulması gereken yüce bir millet olduğu fikri tahkim edildi.

Bütün Köşe Başlarını Yahudiler Tutmuş

NSDAP iktidarında Yahudilere karşı girişilen saldırılarda da öncelikli motivasyonun aşağılamaktan ziyade intikam almak olduğu görülür.

Yahudiler Alman halkını sömüren ve toplumda cari fakirliğe sebep olan asalaklardır ve bunun hesabını vermek durumundadırlar. Bütün köşe başlarını Yahudiler tutmuş, Almanların –örneğin Hitler’in- hak ettiği eğitimi almalarına ve layık oldukları makamlara gelmelerine mânî oldukları bir sistem yaratmışlardır. Bu ve benzeri söylemler ile Yahudiler’e karşı ekonomik boykot ile başlayan bir saldırı süreci içine girilir. Auschwitz, Matthausen, Buchenwald gibi onlarca toplama kampında binlerce Yahudi’nin ölümü ile sonuçlanacak olan büyük patlama işte bu korumacı söylem ile ateşlenen kıvılcım sonrası olur.

Yabancı İşçilere Karşı Yeni Nazizim

Alman aşırı sağı kendisine gerek kamu alanında, gerekse politik arenada 20 sene önce tahayyül edilemeyecek kadar mümbit bir alan buldu.
Alman aşırı sağı kendisine gerek kamu alanında, gerekse politik arenada 20 sene önce tahayyül edilemeyecek kadar mümbit bir alan buldu.

Nazi rejimi döneminde yaşananlar sebebiyle ikinci Dünya savaşı sonrası uzun bir süre yeşermesine fırsat verilmeyen Alman milliyetçiliği, 1980'lerde ülkede sayıları giderek artan yabancı işçilere karşı ortaya çıkan reaksiyon ile ırkçılık suretinde tekrar ortaya çıktı. 2000'li yılların ortalarına kadar herhangi bir yerde Alman bayrağını sallamak yahut Prusya kartalını bir şekilde bir yere çerçeveleterek asmak ağır şekilde eleştirilmenize, hatta Nazi olarak itham edilmenize sebebiyet verebilirdi.

Bu durum Nazi rejiminin Alman halkının omuzlarına yüklediği ağır yük sebebiyleydi. 1980'ler ile başlayan ırkçı saldırılar ve bu saldırılara zemin teşkil edecek olan fikirlerin bir şekilde kendisine taraftar bulması bu döneme kadar Alman kamuoyunda oldukça gayri meşru kabul edilmekteydi. Buna mukabil 11 Eylül sonrası yaşanan süreçte İslam'ın ve Müslümanların acımasızca ve fatalist şekilde eleştirilmesinin meşru kabul edilmesi ile birlikte Alman aşırı sağı kendisine gerek kamu alanında, gerekse politik arenada 20 sene önce tahayyül edilemeyecek kadar mümbit bir alan buldu. Bu alanı yaratan en önemli unsur Alman toplumunun bilinçaltında bir şekilde var olan korkudur.

Faşizm Açısından Değişen Bir Yok

Günümüz Alman ırkçılığının temel motivasyonunun 19. Yüzyılda çıkan Alman milliyetçiliği fikri ile aynı olduğu şüphe götürmez.

Alman ırkçıları “en yüce ideal ve en yüce kültür olarak kabul ettikleri Almanlığı bir tasalluta karşı” korudukları fikrinden yola çıkarak hareket etmektedir. Söz konusu tasallut “akşam ülkesine” yönelmiş olan İslamlaşma ve savaşsız bir işgal sürecinden ibarettir. Bu işgal sürecinin önüne geçmek adına her türlü cinayeti işlemek ve savaş metodunu kullanmak kendilerince meşru görülmüştür.

Yok Olma Paranoyası

Türk’ün var oluş endişelerinin her hangi bir surette ırkçı bir yaklaşımı doğurmuyor oluşudur.
Türk’ün var oluş endişelerinin her hangi bir surette ırkçı bir yaklaşımı doğurmuyor oluşudur.

Dolayısıyla ifade edilmesi gereken en önemli husus şudur: günümüz Alman ırkçılığı iddia edildiği gibi kendisini diğer milletlerden üstün gördüğü için aşağılayan ve yok etme hakkını kendinde gören bir kabulden ortaya çıkmaz.

Bu tarz bir yaklaşım belki Fransızların kendilerini diğer dünya medeniyetlerinden ve milletlerinden üstün görmeleri ile uyum içinde bir yaklaşım olabilir, ancak Alman toplumunun bilinçaltında var olan ve yüzyıllardır kuşaktan kuşağa aktarılan savunma psikolojisi kimi zaman paranoya suretinde ortaya çıkmakta ve ırkçılığa dönüştüğü kertede kan akıtmaktan çekinmeyen figürler yaratmaktadır. Bu iddiamızı uzun uzun ispat etmemize gerek yoktur zira Neo-Nazi yapılanmaların hemen hepsinin yayınları bir işgalden, saldırıdan, Alman milletinin var oluş mücadelesine atıfta bulunarak yürütülen bir savaştan bahseder.

İdlip sorunu ile birlikte girilen süreçte Türkiye'nin mülteci hareketlerini daha fazla kontrol etmeyeceğini açıklamasının ardından Alman ırkçılarının sosyal medyada içine girdikleri etkileşimler, Almanya'nın ve Avrupa'nın savunmasının Yunanistan sınırlarında başladığı, bu sebeple Yunanistan'a giderek mültecilerin ülkeye girmelerine engel olacakları bir savaşı sürdürmek zorunda oldukları gibi ifadelerle doludur.

  • Burada ilginç olan ve mutlaka değinilmesi gereken şey, Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı sonrası topraklarında herhangi bir saldırıya uğramamış olduğu ve RAF terör örgütünün saldırıları dışında Alman topraklarında herhangi bir şekilde Alman askerlerinin yahut polisinin ölümüyle sonuçlanacak doğrudan bir saldırıya muhatap olmamış olmasıdır. Buna rağmen Alman toplumunun kolektif bilinçaltında yer alan, dış saldırılara karşı kendini koruma ve sürekli bir var olma-yok olma savaşı içinde olma refleksi kendisini en basit hallerde ortaya koymaktadır.

Yukarıdaki satırları okurken ister istemez Türk insanının da belli bir reflekse sahip olduğu yorumunu yapmış olabilecek olan okura reel bir tehdit ile karşı karşıya olmaktan hiçbir zaman için kurtulamamış ve sınırları Ortadoğu’da bulunan bir ülkenin vatandaşlarıyla Orta Avrupa'nın en güvenli merkezlerinden birinde yaşıyor olmanın aynı refleksi üretmemesi gerektiği yorumuyla cevap vermek isterim.

  • Evet, Türk insanının da zihninin bir kenarında sürekli olarak bir varoluş endişesi yer almaktadır; ancak bu endişe kültürel bir varoluş mücadelesinden öte silahlı bir tehdide karşı var olan bir potansiyel varlık endişesi sebebiyledir.

Ezcümle iki refleks birbiri ile mukayese edilebilir iki şey değildir. Mukayese edilmesi mümkün olmayan ikinci husus ise Türk’ün var oluş endişelerinin her hangi bir surette ırkçı bir yaklaşımı doğurmuyor oluşudur. Söz konusu endişeyi her zamankinden fazla ve en derinden hisseden Türkiye bir yandan mülteci politikasını tavizsiz şekilde günümüze kadar sürdürmeyi başardı. Birkaç mahalli hadise dışında Almanya’da yaşananların benzeri kanlı hadiselere şahit olmamış olmamız, benzer endişenin aynı sonuçları doğurmadığının en açık göstergesidir.