Tıbb-ı Nebevî ve yemenin ölçüsü

Allah (c.c.)’ın vahyinden yüz çevirenlerin başına nelerin geldiği ve geleceği ortadadır. O hâlde herkesin, Kur’an-ı Kerim ve Hz Peygamber (s.a.v.)’in şifa verici sünnetinden istifade etmesi gerekir. Etmelidir, çünkü rehberi batı olanın derdi bitmez. Sağlığı bozulur, ömrü ve kazancı boş yere heba olur. Nesil bereketi ve sıhhati yok olur.
Allah (c.c.)’ın vahyinden yüz çevirenlerin başına nelerin geldiği ve geleceği ortadadır. O hâlde herkesin, Kur’an-ı Kerim ve Hz Peygamber (s.a.v.)’in şifa verici sünnetinden istifade etmesi gerekir. Etmelidir, çünkü rehberi batı olanın derdi bitmez. Sağlığı bozulur, ömrü ve kazancı boş yere heba olur. Nesil bereketi ve sıhhati yok olur.

Tıbbın gelişen teknolojik yönünden istifade etmeyelim demiyoruz. Mükerrem bir varlık olan insanın sıhhatini koruyan, bozulan sıhhatinin kazanılmasına yardım eden her meşru şeyden elbette istifade edilir. Ancak esas olan, sağlığı korumaktır. Bunun içinse mutfağı ve mideyi Müslümanlaştırmak gerekiyor. Midesi Müslüman olmayanın kalbi ve aklı Müslümanca olabilir mi?

Geçen hafta Tıbb-i Nebevî bahsini açmıştık. Mevlid-i Nebî haftasında konuya devam etmekte fayda var. Ama gelin önce Türkiye’nin hastalık fotoğrafını çekelim bir.

83 milyonluk ülkede her yıl 3 milyardan fazla doktor müracaatı var. Her reçetede ortalama 4 ilaç… Yani 10 milyar kutudan fazla “ilaç” içiliyor veya satılıyor. Bu sözde ilaçların hemen hepsi de ithal.

Her yıl 15 milyon kişi ameliyat ediliyor. İstisna olması gereken ameliyat ne yazık ki ‘tedavi’ daha samimi ifadeyle bir sömürü aracına dönüştürülmüş durumda. Üniversite, tıp fakültesi ve hastaneler ormandaki mantarlardan daha çok… İşler öylesine karıştı ki, tıpkı mantarın şifalısı ve zehirlisini ayırt edemez oluşumuz gibi sağlık meselesinde de aynını yaşıyoruz.

Her yıl 9-10 milyon kişi hastanede yatıyor. Sadece yatmıyor, bütün ömrünü geçiriyor. Daha bitmedi, bunlar için harcanan bedel ve hizmet eden insanlar da eklendiğinde faturanın büyüklüğünü siz düşünün.

Bugün dünyada sadece sentetik (beşerî) ilaca 1 trilyon 500 milyar dolar ödeniyor. Hayvan ve bitkiler için yapılan harcamaları da dâhil edersek rakam birkaç katına çıkar. Sadece 350 milyonluk Amerika, ilaç için yıllık 470 milyar dolar harcıyor. İlginç olan ise 1,4 milyar nüfuslu Hindistan’ın ilaç harcaması 20 milyar doları bile bulmuyor. Peki, bu çelişki neden?

Görgüsüzleştikçe hastalanıyoruz

Bütün bu veriler bize modern zaman hastalıklarının, zenginlik ve israftan kaynaklandığını göstermez mi? Yaygın ifadesiyle söylemek gerekirse de, endüstrileşme ve teknolojinin getirdiği ticari hastalıklar. Yani insanlık zenginleştikçe sefahat, dolayısıyla da israf artıyor. Aynı durum İslam’dan uzaklaşıp, Batılı hayat tarzına yönelen Müslümanlar için de geçerli. İslam dünyasında organ yetmezliği, kanser, diyabet ve kanser zenginlerde daha çok görülüyor. Bu yazıyı gözden geçirirken cep telefonuma 25 yaşında bir yakınımın lösemiden vefat ettiği mesajı düştü. Bundan birkaç ay öncesinde de 21 yaşında tanıdığımız bir genç lösemiden ölmüştü. Peki, bu gidiş nereye?

Rockefeller tıbbının gönüllü hizmetkârlığı

Bütün dünyayı istila etmiş olan batı tıbbının insanı tedavi etmek şöyle dursun, insanların sağlığını hastalık ve kazanç endüstrisine dönüştürdüğünü görüyoruz. Ahlâkî değerlerden mahrum, hak-hukuk gibi meziyetlerden bihaber olarak yetiştirilenler de, Rockefeller Tıbbı olarak da tanımlanan endüstrinin gönüllü hizmetkârlığını yapıyorlar.

Hadis-i Şeriflerde ilmin ‘din ve beden’ olmak üzere iki şubeden müteşekkil olduğunun belirtilmesi işte bu yüzdendir.
Hadis-i Şeriflerde ilmin ‘din ve beden’ olmak üzere iki şubeden müteşekkil olduğunun belirtilmesi işte bu yüzdendir.

Bütün bunlar bize; canın, dolayısıyla da aklın, malın, dinin ve neslin korunmasını emreden İslam’ın temel umdeleri ile çatışıldığını gösterir. Müslüman bir şahsın da, Müslüman bir tıpçının da kâinattaki her şey gibi bedenin de Allah’ın bir emaneti olduğu şuuruyla hareket etmesi gerekir. Dolayısıyla da ona düşen ilk vecibe, emaneti muhafaza ve müdâfaa etmektir.

‘Benim ashabım acıkmadan yemez doymadan kalkar’

Hadis-i Şeriflerde ilmin ‘din ve beden’ olmak üzere iki şubeden müteşekkil olduğunun belirtilmesi işte bu yüzdendir. Müslüman bunları korumakla mükellef olmanın yanı sıra, nasıl korunması gerektiğini bilmek ve uygulamakla da mükelleftir.

‘Tıbb-ı Nebevî’nin temelinin ne olduğu ise şu hâdisede açıkça görülür: İran'dan Medine'ye bir tabip gelip, hastaları tedavi etmek ister. Aradan günler geçmesine rağmen tedaviye gelip giden yoktur.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gelerek, Medine'den ayrılmak için izin talep eder ve Müslüman halkın neden hasta olmadığını sorar. Efendimiz Aleyhisselam şöyle buyururlar: "Benim ashabım iyice acıkmadan yemez. Yedikleri zaman da tıka basa yemezler, daha iştahları varken sofradan kalkarlar!" Bu cevap karşısında İranlı hekim de şöyle der: "İşte sağlığın şartı budur!"

Yeme, çok yeme

Büyük hekim İbn-i Sina da tıbbı/sağlığı şu cümlelerle özetler: "Tıp ilmini iki satırda topluyorum. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra sindirim bitene dek (yaklaşık dört beş saat) hiçbir şey yeme. Şifa hazımdadır. Yani kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hâl, yemek üstüne yemek yemektir."

Görülüyor ki, günümüz insanları temel kaideleri ihlâl ediyor. Bu nedenle hem sürekli hasta, hem de nesil emniyeti bozulmuş durumda. Yani bir nevi emanete ihanet! Çâre ise Sünnet-i Seniyye’ye sımsıkı sarılmakta. Başka çâre arayanların çaresiz kalacakları ortada!

‘Kim kime benzerse o ondandır’

Modern zamanda Batı ve batıla benzemek, bizi sadece sıhhatimizden etmedi. Aynı zamanda “Kim kime benzerse, o ondandır” Hadis-i Şerifindeki tehlikeye de maruz bırakıldık. Batılı gibi yiyip içip, batılı gibi yaşayınca, batılıların hasletleri bizi de kuşattı. Dolayısıyla onlar gibi hastalıklara dûçar kaldık. Onlar gibi kısırlaştık. Onlar gibi kansere yakalandık. Dünyaya bakışımız da, beslenmemiz de, tedavi biçimlerimiz de batılılarla aynılaştı. Bu yüzden de naçâr durumdayız.

  • Öze dönmek, kadimî yeniden keşfetmek, Sünnet’e sarılmaktan başka sunulacak tüm reçetelerin batıl olduğunu görmek gerek. Teşhis ve tedavi usullerini değiştirmek zorundayız. Tabiatla barışmak ve nebatatın saf halinden ilaçlar üretmek mecburiyetindeyiz. Fıtratı değiştirmemek, değiştirenlerle de mücadele etmeye mecburuz.

Batı tıbbı ruhu reddeder. Ruh ve bedenin bütünlüğünden ve tevhidinden hiç söz etmez. Onun ruha bakışı, sapık Freud’un aynısıdır. Bu nedenle, Kur’an-ı Kerim’in şifasından faydalanmaz. Batıyı referans alan Müslümanlar da büyük ölçüde, Allah-ü Teâlâ hazretlerinin Kur’an-ı Kerim hakkında “Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdeki dertlere bir şifa, Mü'minler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir” (Yunus 57) müjdesinden yüz çevirmiştir.

Allah (c.c.)’ın vahyinden yüz çevirenlerin başına nelerin geldiği ve geleceği ortadadır. O hâlde herkesin, Kur’an-ı Kerim ve Hz Peygamber (s.a.v.)’in şifa verici sünnetinden istifade etmesi gerekir. Etmelidir, çünkü rehberi batı olanın derdi bitmez. Sağlığı bozulur, ömrü ve kazancı boş yere heba olur. Nesil bereketi ve sıhhati yok olur.

Bütün bunlar, tıbbın gelişen teknolojik yönünden istifade etmeyelim mânâsına gelmez. Mükerrem bir varlık olan insanın sıhhatini koruyan, bozulan sıhhatinin kazanılmasına yardım eden her meşru şeyden elbette istifade edilir. Ancak esas olan, sağlığı korumaktır. Bunun içinse mutfağı ve mideyi Müslümanlaştırmak gerekiyor. Midesi Müslüman olmayanın kalbi (gönlü) ve aklı Müslümanca olabilir mi?