19. yüzyıl İngiltere'sinde, toplumun kadınlara çizdiği sınırların tam ortasında, bir karakter sessizce o çizgiyi siliyor: Jane Eyre. Charlotte Brontë'nin 1847'de Currer Bell takma adıyla yayımladığı bu roman, yalnız bir kız çocuğunun kendi sesini bulma hikâyesi aslında. Anne-babasız büyüyen, aşağılanan, sürekli “yerini bilmesi” öğretilen bir kızın, kim olduğunu unutmamak için verdiği savaş. Thornfield Malikânesi'ne öğretmen olarak gittiğinde tanıştığı Bay Rochester'la ilişkisi, bir aşk hikâyesinden çok daha fazlası. Bu, özgürlükle bağlılık, vicdanla tutku arasında sıkışan bir insanın hikâyesi.
Gotik bir atmosferin içinde, bir yanda karanlık merdivenlerden yankılanan sesler, bir yanda Jane'in iç sesi: “Ben ruhu olan bir insanım.”
Charlotte Brontë, döneminin ötesine geçen bir cesaretle, bir kadının yalnızca “iyi bir eş” değil, kendi değerleriyle var olabileceğini yazdı.
Jane Eyre bugün hâlâ, kadınların kendi sesini bulma yolculuğuna ayna tutuyor.
Ve belki de bu yüzden, aradan geçen yüzyıllara rağmen her okurda aynı yankıyı bırakıyor:
Kendin olmanın bedeli ağır olabilir ama sessiz kalmanın bedeli çok daha ağır.