Balkan yazıları - I

Kuzey Makedonya'dan manzaralar...
Kuzey Makedonya'dan manzaralar...

Kuzey Makedonya'yı adımlarken... Üsküp, Kalkandelen, Ohri, Manastır, İştip seyahat notları.

Kuzey Makedonya’yı adımlarken…

Hikâyemiz, benim bir anda ortaya attığım, “Bir Balkan turu yapsak nasıl olur abiler” teklifimle başladı. Daha önce Balkanlar'ı kalabalık bir ekiple gezmiştim, coğrafyanın tadı damağımda kalmıştı. Bir de açıkçası o coğrafyada ramazan ayı nasıl geçiyor merak ediyordum. Böylece bir seyahate niyetlendik. İlk başta üç kişi bismillah dediğimiz serüvenimize, başka arkadaşların da katılmasıyla altı kişi olarak çıktık.

11 Nisan günü, sahurdan sonra havaalanına geçtik. Kontroller bittikten sonra bekleme salonundayken gözümüze Fenerbahçe eşofmanlarıyla bir ekip ilişti. Kendi aramızda antrenör mü yoksa sadece maç izlemeye gelmiş fanatik bir ekip mi oldukları hususunda iddiaya tutuştuk. Uçağa bindikten sonra o ekipten abilerin yanıma oturmasıyla benim için gezi resmen başladı. Abilerden Gostivar’lı bir Türk olanı biri iki haftada bir İstanbul’a maça gittiğini, bunun 471. maçı olduğunu söyledi. Fenerbahçe’nin oynadığı oyunun bu sevgisini hak etmediğini, Rumeli ağzı bir küfürle ifade etti. Sonra bana fotoğraflarını göstermeye başladı. Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi bir sohbete koyulduk. Balkan insanının genel özelliğinin böyle olduğunu, pazarlıksız samimi muhabbete başladıklarını biliyordum. Ben de kendimi konuşmanın akışına bıraktım.


Bizim olan ama bizde olmayan şehir: Üsküp

Uçağımız inişe geçtiğinde, yanımdaki fanatik abi havaalanının tadilatta olduğunu söyledi. O yüzden sadece belli saatlerde uçuş olduğunu, bizim de aynı nedenle çok erken bir saatte uçtuğumuzu ekledi. Havaalanını yapan firmanın Türk olduğunu futbolla bağlantılı bir şekilde anlattı. Uçak havadayken çok sallandığı için hafiften pilota sövdü. Pilot Hırvat olduğu için en başından ona bilenmişti. Abiyle vedalaştıktan sonra kontrollerimiz yapılarak Üsküp’e girdik.

Havaalanından şehre kendi imkânlarımızla geçecektik. Ekip biraz kalabalık olduğu için kimseyi rahatsız etmek istemedik. Fakat havaalanı tadilatta olduğu için şehre ulaşım kısıtlıydı. Otobüsler düzenli çalışmıyordu. Taksiler de çok yüksek meblağlarda para istiyorlardı. Bize Üsküp’te mihmandarlık edecek Ahmet Abi ile irtibata geçtim. Gezi boyunca Hüdayi Vakfı’nın, Balkanlar'da, insanî yardım ve eğitim faaliyetlerinde çalışan görevlilerinin gölgesinde olacaktık. Ahmet Abi de onlardan biriydi. Sağ olsun arabasıyla geldi. Bir kısmımızı aldı, bir kısmımızı da pazarlık yaptığı bir taksiye bindirdi. Ahmet Abi, uzun yıllardır Üsküp’te vakıf işlerinde bulunuyordu. Onunla sohbet ederken bir taraftan da karşımızdan görünen Üsküp’ü seyretmeye başladım. Ahmet Abi yol kenarında minareleri çok uzun bir camiyi göstererek, bunun Vodno tepesine dikilen milenyum haçına yapılan nazirelerden sadece birisi olduğunu söyledi.

Üsküp, sembolleri savaş alanına dönmüş bir şehirdi.
Vodno tepesine dikilen metal “Milenyum Haçı".
Vodno tepesine dikilen metal “Milenyum Haçı".

Sonra ondan, Makedonya’da her evden en az bir kişinin Avrupa’ya çalışmak için gittiğini öğrendik. Daha sonra Kosova ve Arnavutluk’ta da aynı manzarayla karşılaşacaktık. Ülkelerin ekonomi değirmeni taşıma suyla dönüyordu.

Makedonya’da yakın zamanda bir nüfus sayımı yapılmıştı. Ahmet Abi tartışmaların hâlâ devam ettiğini anlattı. Ülkedeki Müslümanlar, Makedon yönetiminin rakamlarla oynadığını iddia ediyorlardı. Farklı milletlerin bir arada ve sürtüşmeli bir şekilde yaşadığı coğrafyalar için nüfus her şey demekti. Hakikaten de ülkede gözlemlediğimiz tablo Müslümanların nüfus iddialarını doğrulayacak türdendi.

Biraz sonra uzaktan, Yahya Kemal’in üzerinde Üsküp’ü Bursa’nın devamı olarak gördüğü Şar Dağları göründü. Dağ manzaralarına bayıldığımdan benim için çok güzel bir hoş geldin karşılamasıydı bu.

Tarihi hayal etmekten, fantezileri tarih yapmaya…

Osmanlı dönemi Üsküp, 1900'ler.
Osmanlı dönemi Üsküp, 1900'ler.

Sabah, havaalanından sonra kalacağımız yerde biraz dinlenmiştik. Daha sonra iftarda buluşmak üzere Ahmet Abimizle sözleşerek Üsküp sokaklarında gezintiye çıktık. Türk çarşısını ziyaret ederek Murat Paşa Camii’nde öğle namazımızı kıldık.

  • Murat Paşa, erken dönemde yapılan bir Osmanlı camisiyken yanmış, 17. asrın başlarında yeniden yapılmış sade bir eserdi. Çarşının tam ortasında yer alıyordu. Camide vaazlar önceki asırlarda olduğu gibi hala Türkçe veriliyordu.

Cami bahçesinde tanıştığımız bir abla beni şaşırttı. Bizimle önce sevimli kızı konuştu. Türkiye’den geldiğimizi öğrenince sevindi. Söze annesi de girdi. Makedonya’nın yerlisi sandığımız ablayla biraz konuşunca Kayseri’den gelin olarak geldiğini öğrendik. Üsküp’te ilk tanıştığım kişi hemşerim çıkmıştı. Abla uzun yıllar önce buraya geldiğini ve artık Kayseriliden çok Üsküplü olduğunu gülümseyerek söyledi ve memleketine benimle selam gönderdi.

Taşköprü, 1900'ler.
Taşköprü, 1900'ler.

Murat Paşa’dan ayrılarak Taşköprü'ye doğru yürümeye başladık. Önceden gezeceğimiz yerlerle alakalı bir kitapçık oluşturmuştuk. Ondan biraz okuduk. Bize, Taşköprü’ye çıkan meydanda tam anlamıyla bir estetik ve sanatsal facia hoş geldin dedi. Anlamsız bir şekilde oluşturulan bir heykel fetişizmiyle karşı karşıyaydık.

  • Makedonya yönetimi Yunanistan ile tarihî ve efsanevi Makedonya devletinin mirası hususunda kavgalıydı. Bu yüzden “Üsküp 2014” projesi çerçevesinde heykellerle meydanda kurmaca bir ulus oluşturulmaya çalışılıyordu. Önce Büyük İskender’in babası Filip’in devasa heykeli karşıladı bizi. Kimler yoktu ki devamında… İskender, Bulgar Çarı Samuil, Kiril alfabesini bulan Kiril Kardeşler, savaşçılar, azizler, komitacılar. Ve tabi Üsküp doğumlu bir yardım gönüllüsü olan Arnavut asıllı Rahibe Terasa’nın hatıraları…

Makedonyalılar tarihi istedikleri gibi yeniden kurgulayabilmek için çok büyük paralar harcamıştı bu meydana. Ne var ki yapılanlar ne isimlerini Kuzey Makedonya olarak değiştirmek zorunda kalmalarına engel olmuş ne de Taşköprü güzelliğinden bir şey kaybetmişti.

Üsküp Meydan.
Üsküp Meydan.

Vardar’ın boynunda salınan gerdanlık…

Uzakta, Vodno tepesindeki milenyum haçı, Vardar'ın güzel manzarasına gölge düşürüyordu. Tüm heykeller tepesine üşüşmüştü.

Ama yine de Taşköprü, Vardar’ın boynuna takılmış bir gerdanlık gibi tüm güzelliği ile karşımızda duruyordu.

Bitişiğinde yıllar önce yıkılan Burmalı Camii olmasa da, tadilat adı altında yapılan tüm şenaatler onu yaralasa da zarafetinden bir şey kaybetmemişti. Sultan II. Murad’ın yaptırdığı düşünülen bu köprü, sırtında tarihin, savaşların, sevdaların tüm tozlu hatıralarını taşıyordu. 2000’li yılların başında geçirdiği bir tadilatla üzerinde bulunan namazgâhın mihrabı yıkılmış ve taşlarının bir kısmı değiştirilmişti. Devreye Türkiye’nin girmesi ile namazgâh mihrabı yeniden yerine koyulmuştu. Makedonlar mihrabın karşısına tatsız bir hatıra eklemeyi ihmal etmemişti: 1689’da Osmanlı’ya isyan eden Karpoş’u yâd etmek için bir metal levha köprüye iliştirilmişti. Taşköprü’nün güzelliğini söndürmek için yapılanlar bunlarla sınırlı değildi. Vardar üzerine alternatif başka köprüler de eklenmişti. Fakat diğer köprülerin en iyi işlevi Taşköprü’nün fotoğraflarını daha iyi çekmeye yaramaktan ibaretti.

Taşköprü.
Taşköprü.
  • Taşköprü’nün üzerinde salındığı Vardar Nehri, Gostivar şehrinin yakınlarından çıkıp Yunanistan üzerinden Ege’ye dökülüyordu. Üsküp’ü ikiye bölerek hayali bir sınır çeken nehir, adı türkülere konu olan Vardar ovasını suluyordu.

Vardar’ın batı yakasında bulunan eski şehirde daha çok Müslümanlar yaşıyordu. Tarihî şehir bu kısımdaydı. Üsküp kalesiyle, Türk çarşısıyla, camileriyle hala Osmanlı günlerinden canlı bir koku taşıyordu batı yakası. Şehrin kalbi orada atıyordu. Vardar’ın doğusunda kalan kısımda daha çok Hristiyanlar yaşıyordu. Bu kısmı adımlasak da heykeller, sonradan yapılan taklit yapılar ve üst üste yığılmış binalardan başka bir şey göremedik.

Üsküp’ün Sırplar tarafından değiştirilen tabelaları.
Üsküp’ün Sırplar tarafından değiştirilen tabelaları.

Artık daha da kaybolan Üsküp…

Bir şehri tanımanın en kolay yolu, onu yukarıdan seyretmektir. Taşköprü’nün üzerinden geçerek Balkan Üniversitesi’nin kenarından yürüyüp kaleye çıktık. Çıktık dediysem esasında diğer Balkan şehirlerinde olan kaleler gibi yüksek bir kale değildi.

Yahya Kemal, Üsküp’ü anlattığı şiirine "Kaybolan Şehir" ismini vermişti. Osmanlıların Üsküp’ten ayrılması üzerine yazmıştı şiirini. İkindi vakti Üsküp Kalesi’nden şehri seyrederken içimden “daha da kaybolan şehir” diye geçirdim. Birbirinden anlamsız bina yığınları arasında harcanmış bir şehir vardı çünkü karşımda. Her anlamıyla gördüğüm tablo “bir şehir nasıl kurulmaz”ın canlı kanlı şahidiydi. Sabahtan beri Üsküp’ün ara sokaklarında gezerken zihnimde parça parça oluşan tablo, kalede tamamlanmıştı.

Üsküp’ün Osmanlıları…

Üsküp Kalesi'nden Mustafa Paşa Camii.
Üsküp Kalesi'nden Mustafa Paşa Camii.

İftar vaktinin yaklaşmasıyla kaleden hemen yakındaki Mustafa Paşa Camii’ne geçtik. Mustafa Paşa Camii, Türk Çarşısının hemen üzerinde bir kuş yuvası gibi kurulmuştu. Eski şehrin ara sokakları görülmese dahi çatıları seyredilebiliyordu. Mustafa Paşa, Yavuz döneminde vezirlik yapmış bir devlet adamıydı. Üsküp’e inşa ettirdiği cami ve imaretle arkasında kapanmaz bir amel defteri bırakmıştı. Camisi talihsiz birçok emsalinin aksine yapıldığı günkü özellikleriyle günümüze gelebilmişti. Mustafa Paşa Camii’nin bahçesinde çiçekler süzülüyor, çiçeklerin gölgesinde Osmanlılar kıyamete kadar sürecek uykularında uyuyorlardı. Caminin ferahlığına çarpılıp arkadaşlarla ortasına uzandık biraz.

Mustafa Paşa Camii bahçesindeki Osmanlı mezarları.
Mustafa Paşa Camii bahçesindeki Osmanlı mezarları.

Mustafa Paşa’dan sonra iftar için vaktimiz sıkıştığı için hızla Sultan Murat Camii’ne geçtik. Sultan Murat Camii, II. Murat tarafından eski şehrin bir başka tepesine yaptırılmış görkemli bir camiydi. Hemen avlusunda bulunan Osmanlı saat kulesi -ki bu da Balkanlar'daki ilk örneklerden biriydi- nedeniyle “Saat Camii” olarak da biliniyordu. Bursa’daki erken dönem Osmanlı eserlerine benzeyen camiinin girişine Ayasofya, Süleymaniye ve Selimiye camileri tasvir edilmişti. Bahçesinde bulunan saat kulesi aslî ahşap haliyle günümüze gelememişti. Evliya Çelebi’nin şehrin her tarafından görünür dediği kulenin üstünde bir ok vardı. Bir askerin saati çalmaya çalışan hırsızlara attığı okun kuleye saplandığı ve orada öylece kaldığı söyleniyordu. Camiinin bahçesinde türbe ve mezarlar da vardı. Yahya Kemal’in de gittiği ve belki de pencerelerinden bakıp Üsküp’ü seyrettiği caminin bitişiğindeki medrese günümüze ulaşmamıştı.

Sultan Murat Camii'nin girişi.
Sultan Murat Camii'nin girişi.
Nakiye Agâh Hanım’ın mezarı.
Nakiye Agâh Hanım’ın mezarı.

Sultan Murat Camii’nden sonra hızlı adımlarla önce İshak Bey sonra da İsa Bey camilerine gittik. İshak Bey (ö.1444) devrinde kuvvetli bir uç beyiymiş. Üsküp’ün Müslüman-Türk kimliğini kazanmasında büyük emekleri varmış. Caminin bahçesinde olan zarif türbenin ona ait olduğu düşünülüyor. İç süslemelerinde kullanılan alacalı kalem işinden dolayı Alaca Camii olarak da bilinen camii, zaviyeli tipte inşa edilmiş bir eser. Zamanımız daraldığı için oradan hızla İsa Bey Camii’ne geçtik.

İsa Bey, İshak Bey’in oğlu olarak, onun yerine bölgede Osmanlı namına 1444-1476 yılları arasında hüküm sürmüş. Saraybosna’nın da kurucusu sayılan İsa Bey’in camisi zaviyeli tipte inşa edilen camilerin son örneklerinden. Caminin bahçesinde Yahya Kemal’in, annesi Nakiye Agâh Hanım’ı bir sonbahar günü gömdüğü mezar da vardı.

Balkan sofrasında ilk iftar…

İftara yetişme endişesiyle hızla Arasta Camii’nin yanındaki bir kıraathaneye yöneldik. Yolda arkadaşlar brovnisa aldılar. Benim Türkiye’de Fatih Camii civarında bir pastahanede keşfettiğim bu içecek, gerçekten müthiş bir şeydi. Yaban mersini suyundan yapılıyordu. Balkanlar'da hemen hemen yerde bulmak mümkündü. Hele bir de dondurması vardı ki… Satıcı kendi usulleriyle bir makine yardımıyla gözümüzün önünde brovnisayı içine gaz basarak başka bir şekle soktu. Bence saf kendi hali daha güzeldi.

Brovnisa satan bir dükkân.
Brovnisa satan bir dükkân.

Kıraathaneye ulaştığımızda masalar birleştirilmiş ve bir esnaf sofrası çoktan kurulmuştu. Hızla yerimizi aldık. Soframızda Türk ve Arnavut esnaf abiler vardı. Mihmandarımız Ahmet Abi yemekleri ayarlamıştı. Besmele ile sebzeli bir Balkan çorbasına kaşıklarımızı daldırdık. Sofrada en ilgi çeken “Üsküp Paçası”ydı. Sarımsaklı, et sulu güzel bir iftariyelikti. İftar sofralarının vazgeçilmeziymiş burada. Tabii bir diğer vazgeçilmezi köfte de birazdan ufukta göründü. Benim için sofranın yıldızı kesinlikle trileçedeydi. Kendinden önce yediğim tüm trileçeleri unutturan, kendinden sonraki yiyeceğim tüm trileçeler içinde damak zevkimi aşılması zor bir çıtaya çıkaran enfes bir lezzetti. Tatlıyı oluşturan üç farklı sütün her birini ayrı ayrı hissedebilmiştim. Sofrada dikkatimi çeken bir diğer şey içeceklerin çeşitliliğiydi. Hemen hemen her yurt dışı seyahatimde fark ettiğim bir husustu bu. Türkiye’de gerçekten gazlı-gazsız içecek çeşitleri sınırlıydı. Sınırı geçince birden içecekler rengârenk çoğalıyordu.

İftardan sonra demli bir çay içtik ve ertesi gün bize araba ayarlayacak abiyle buluşmak için Eski Üsküp’ün biraz dışında olan Dükkancık Camii’ne gittik. Dükkancık, 1963’te depremde büyük hasar görmüş. Şu anki hali sıfırdan yapılmış gibiydi. Burada ve diğer Balkan şehirlerinde gördüğümüz bir sevindirici manzara vardı. Camiler lebalep gençlerle doluydu. Dövmeli, traş şekilleri ve giyimleri farklı da olsa bir sürü genç camilerde omuz omuza saf tutuyordu. Teravih sonrası Türk çarşısında bir çay ocağında muhabbet ettik. Sonra arabamız ayarlandı. Sahur için böreklerimizi aldık ve kaldığımız yere geçtik.


Bir hanımefendi zarafetinde: Alaca Camii…

Ertesi gün sabah erkenden yola çıktık. Seyahatimiz boyunca müşahede ettiğimiz bir güzellik vardı: Orucun etkisini çok fazla hissetmiyorduk. Bu kesinlikle Ramazanın bereketiydi başka bir izahı yoktu. Önce direksiyonumuzu Kalkandelen’e kırdık. Kalkandelen Makedonya’nın üçüncü büyük şehriydi. Şehirde Müslüman nüfus çoğunluktaydı.

Alaca Camii.
Alaca Camii.
Şehre ulaşınca, Alaca Camii, bizi, rengarenk şalının sardığı kınalı elini uzatarak buyur etti. Anlatılana göre camiyi Hurşide ve Mensure isimlerinde iki kız kardeş çeyiz paralarıyla yaptırmışlardı.

Caminin duvarlarındaki alaca işlemeler için on binlerce yumurta akı kullanıldığından bahsediliyordu. Zaten caminin her karışına hanım elinin değdiği belli oluyordu. Kız kardeşlerin çiçekli mezarları hemen caminin bahçesindeydi.

Bu tarz gezilerde eğer çok fazla yer gezilmesi planlanıyorsa bunun şöyle bir handikapı oluyordu genellikle: Daha güzel bazı şeyler için biraz daha az güzellerden feragat etmek. Biz de Ohri’yi daha rahat gezebilmek ve Manastır üzerinden akşam iftar için söz verdiğimiz İştip’e yetişebilmek gayesiyle Kalkandelen’de çok vakit geçiremedik. Harabati Tekkesi bir başka geziye kaldı. Bir önceki yaz beraber Özbekistan’a gittiğim öğrencim Salih Topbaş’ın Özbekistan gezimizde her ıskaladığımız mekân için kurduğu teselli cümlesi geldi aklıma: “Ne yapalım abi, evlenince eşlerimizle geldiğimizde görürüz.”


Balkanlar'ın İncisi: Ohri

Cüzdanımı Üsküp’te unutmuş olmam biraz ekibi gerse de Nur Muhammed’in gezinin başında yaptığı, paraların tek bir kasada toplanmaması teklifi beni ipten almıştı. Normalde ekip başkanı olduğum için paralar bende bulunacak, harcamaları ben yapacaktım. Fakat herkes parasını cebinde tutmuş, ihtiyaç oldukça ben kasa adına onlardan tek tek borç almıştım. Tecrübeli yol arkadaşı bir gezi için nimetti. Ohri’ye doğru yola düşmüştük. Yemyeşil uzanan dağlar ve vadiler arasında ilerlerken, daha önceden benim hazırladığım şarkı listesi çalıyor, atmosfere biraz daha derinden giriyorduk. Çocukluğumdan beri asla yolculuklarda uyuyamam. O yüzden genellikle şoförü uyutmamam için -çenemin düşüklüğüne de güvenilerek- ön koltuğa otururdum, oturtturulurdum. Yine öyle oldu. Gah hatıraları deştim gah ilahiyatın sonu gelmez tartışmalarından birini açtım gah da kendimi gömme pahasına ekibin gülmesi için malzeme verdim.

Ohri Gölü.
Ohri Gölü.

Ohri’ye geçerken Marlova tabelasını gördüğümüzde, şarkıcı ablanın “Marlova’dan aldım sümbül” diye tamamen tesadüfen şarkıya girmesi hoş bir hatıra oldu. Tabi şoförümüz Nur Muhammed gezi boyunca tüm olağanüstülükleri kendi kerametine yorduğu gibi bunu da öyle yaptı. Öğleye doğru Ohri’ye ulaştık.

  • Ohri Makedonya’nın Arnavutluk ve Yunanistan’la sınırının kesiştiği yerde, büyük bir göl kenarına kurulmuş, çok sevimli bir şehirdi. Şehir Osmanlı’dan sonra Müslüman kimliğini iyiden iyiye kaybetmiş. Hristiyan nüfus çoğunluktaydı.

Öncelikle arabayı bir kenara çekerek göl manzarasında bol bol fotoğraf çekildik. Ekipten Abdurrahman şehri memleketi Trabzon’la kıyaslama gafletinde bulundu. Gülümseyip ciddiye almadık.

Ohri, incisi ve gölünün gün içerisinde sürekli değişen mavi-yeşil renk danslarıyla meşhurdu. Şehirde bazı kısımları çekilen “Elveda Rumeli” dizisi nedeniyle Türk ziyaretçilerin Ohri’ye ilgisi artmıştı. Dizinin müziklerinden biri olan Makedonya Arnavutların’nın “jarnane jarnane’’ şarkısı bizim de dilimize dolanacaktı. Anlamını bilmediğim bu şarkının sözlerinin aslında o kadar da anlamlı olmadığını öğrenmek hissiyatımdan bir şeyler kaybettirmedi. Neşeli bir şarkıydı, bende hoş hatıraları vardı.

Saint Panteleimon Kilisesi.
Saint Panteleimon Kilisesi.
Ohri’de yılın 365 günü için ayrı ayrı 365 tane kilisenin yapıldığı ama bunların günümüze ulaşmadığı söyleniyordu.

Biz kaleye doğru yola çıktık. Kalenin hemen yakınında göle direkt hakim bir tepede, gölün koruyucusu olduğuna inanılan St. Panteleimon Kilisesi'ne girdik. Girişler ücretliydi. Bir kiliseye göre çok pahalıydı da. Kilisenin ilk Slav eğitim merkezi olduğu söyleniyordu. Civarında kazı çalışmaları devam ediyordu. Çok eski zamanlardan Osmanlı’ya kadar gün yüzüne çıkan/ çıkmayı bekleyen kalıntılar vardı. Kilisenin önünden Ohri Gölü’nün manzarası muhteşemdi.

Bu kilise aslında Fatih döneminde camiye çevrilmişti. Civarında bir imaret de varmış. Camiyi yapan Ohrizade Sinan Çelebi kilisenin hemen bitişiğinde bir Müslüman sancağı olan mezarıyla tüm değişmelere karşı direniyordu. Ekibimizden Ömer, yüksek sesle Kur’an okurken onun sesinin imaretin ve Sinan Çelebi’nin mezarına bir rahmet yağmuru gibi “indiğini” hissettim.


Ohrizade Sinan Çelebi'nin mezarı.
Ohrizade Sinan Çelebi'nin mezarı.

İmaretten sonra kaleye geçtik. Kale ücreti çok yüksek olduğu ve manzaraya yeterince doyduğumuz için girmedik. Gölün kenarına inerek biraz etrafı gezdik. Yine yetişmemiz gereken bir iftar vardı. Şehirden ayrıldık. Oruçlu olduğumuz için Ohri’nin balıklarını ve yakınlardaki Struga kasabasının dillere destan köftelerini tadamadık. Salih’in sesi yine kulaklarımda çınlıyordu. Bu arada Ohri’ye biz Ohri diyorduk. Slav dillerinde Ohrid’di şehrin adı. Gölü de Unesco’nun koruma listesindeydi. Kesinlikle suyu çok temiz ve berraktı.

İmparatorluğun barut fıçısı: Manastır

Manastır’a geçerken yol boyunca gördüğümüz Arnavut köylerinde dalgalanan devasa Arnavutluk bayrakları dikkatimizi çekiyordu. Başka bir ülkenin egemenliğini bu kadar açıktan ihlal şaşırtıcı geliyordu. Minareler, haçlar ve bayraklar Makedonya üzerinde sonu gelmez bir bilek güreşine girişmişti. Bu kavgada en cılız Türklerin sesi çıkıyordu. Manastır’a planladığımız saatte vardık. Yolculuğun başında bıraktığım cüzdanım bana orda bir abi vesilesiyle yetişecekti.

  • Manastır, İttihat ve Terakki’nin en önemli merkezlerinden biriydi. Osmanlı için birçok dönüm noktası olaya şahit olmuştu.



Manastır Saat Kulesi.
Manastır Saat Kulesi.

Burası ayrıca, ülkenin de ikinci büyük şehriydi. Makedonlar Manastır’a aynı anlamda Bitola diyorlardı. Nüfusunun çoğunluğunu Makedonlar oluşturuyordu. Savaşlardan sonra Müslüman nüfus büyük oranda bölgeden göç etmiş sadece ufak bir azınlık kalmıştı. Şehirde Osmanlı döneminden kalma, Resneli Niyazi ve Mustafa Kemal’in okuduğu, müze olarak kullanılan bir askeri idadî var. Manastır’ın merkezinde üç Osmanlı güzeli arz-ı endâm ediyordu. Biri benzerleri başka Balkan şehirlerinde de görülen saat kulesiydi. Saat kulesinin çevresinde Yeni Camii ve İshakiye Camii vardı. Vakit aralarında kapalı oldukları için bu camileri dışarıdan seyredebildik. Abdesthaneleri de kullanıma kapalıydı. Bize rehberlik edecek Manastırlı abimiz bizi şehrin dışında bir camiye götürdü. Abdestlerimizi alarak ikindiyi burada beklemeye başladık. Yarım bir Osmanlı minaresinin hemen dibinde yapılmış bu camiye tamamen bir sevk-i ilahî ile gelmiştik. Görmemiz gerekenler varmış:

Camiinin cemaati tamamen Romenlerden oluşuyordu. Bizim alışık olmadığımız bir manzaraydı. Tamamen muhabbet açmak amaçlı sorduğum “Arnavut musunuz?’’ soruma bir abi “Ne Arnavut’u be ya ben de Türküm, o da Türk öteki de Türk…’’ diye cevap verdi. Camide asıl şaşırtıcı olan sahnenin perdesi yeni açılıyordu. Ezanı bizden rica etmişlerdi. Ekip arkadaşımız makamlı bir Türk ezanı okurken imamın ve ön saftaki abilerin yüzleri düştü. Mevzuyu orada çözdük.

Cami, Selefi Romenlerden oluşuyordu. Kamet getirmek istesek de buna izin vermediler. Bir abi yüksek ses tonuyla kameti yüzümüze çarpa çarpa getirdi. Sonra tesbihat yapılmadan herkes dağıldı. Biraz sonra kapı gıcırdasa oynacak insanların Selefi olmaları, enteresan bir manzaraydı. Suud’da eğitim gören bir imam vesile olmuş buna.
Kesik Minareli Camii.
Kesik Minareli Camii.

Manastır’da minaresi kesilmiş, yıkık bir iki cami gördük. Biri garaj olarak kullanılıyordu. Üzücü bir manzaraydı. Sonra şehrin merkezindeki caddede gezindik. Fazlasıyla bir dizi setini andırıyordu. Emanet olan cüzdanımı alarak iftar için İştip’e doğru yola çıktık.

Değişen yol hesapları…

Gezimizin başında mihmandarımız Ahmet Abi, Makedonya’da yolların kilometre ile değil saat ile ölçülebileceğini söylemişti. Tam anlamamıştım. Bozuk yollar nedeniyle gideceğimiz her yere bir miktar gecikmek zorunda kalınca ne demek istediğini anladım. Tecrübe barındıran klişelere her zaman güvenmek gerekiyor gerçekten de. Şoförümüzün tüm çabasına rağmen iftara yarım saat geç kaldık. Ama yolda gördüğümüz manzaralar unutulacak cinsten değildi. Şükriye Tutkun’dan Arda Boyları çalıyordu. Yol bizi yormuştu. Birden İştip’e doğru son tepeyi aşınca karşımıza günbatımının kızıl tül mendilini attığı bir ova çıktı. Ovanın ve ikindinin serinliği, iftar vaktinin sükûneti ve şarkının tınısı unutulmaz bir ziyafet sundu bize. İştip’e vararak iftarımızı çok güzel bir menüyle açtık. Romenlerle camide iftar yapacaktık. Yetişememiştik. Kalacağımız yer Hüdayi Vakfı’nın imam hatip okuluydu. İftardan sonra yakınlardaki bir camiye geçerek teravih kıldık. Bizim için eşsiz bir tecrübe oldu. Birçoğu tadili erkândan bihaber Müslüman Romen kardeşlerimizle teravih kıldık. Herkes kafasına göre takılıyordu. Yine de güzel bir manzaraydı. Teravihten sonra Türkiye’den gelen imam abinin söylediği “İmam Hüseyin’’ ilahisi ve tüm Romenlerin hep bir ağızdan ilahiye eşlik etmeleri hatta ağlayanların olması görülecek şeydi doğrusu.

İştip namaz hatırası.
İştip namaz hatırası.

Teravihten sonra bir çay ocağında bölgede vakıf faaliyetlerinde bulunan Erdoğan ve Yaşar Abi ile buluştuk. Yaşar Abi zamanımız olsaydı civardaki Makedonya yörüklerinin köylerine gidebileceğimizi söyleyince içimiz kalbimiz cız etti. Zamanımızın yetersizliği nedeniyle içimizde bir ukde daha kalmıştı. Erdoğan Abi’den şehirle alakalı biraz bilgi aldım.

İştip, Sabahattin Zaim’in doğduğu şehirdi.

Şehirde Makedonlar çoğunluktaydı. Makedonların haricinde Türkler ve Romen Türkler yaşıyordu. Aslında Romenler kendilerini Türk olarak tanımlıyor ve başka bir kimlikten rahatsız oluyorlardı. Bunu duyduğumda gözümün önüne bir İsmet Özel silüeti geldi. Şehirde çok Türk öğrenci vardı. Diğer Makedon şehirlerinde olduğu gibi... Bu öğrenciler genellikle Türkiye’de üniversite kazanamayan öğrencilerdi. Makedonya’da ve diğer Balkan şehirlerinde dikkat ettiğimiz bir husus da Uludağ İlahiyat mezunlarının bölgedeki çokluğuydu. Konuştuğumuz abiler de öyleydiler.


Makedonya’ya veda

Ertesi sabah erkenden yola çıkarak bir saatte Üsküp’e vardık. Önceki gün tam anlamıyla bir Makedonya turu yapmış, ülkeyi nerdeyse baştanbaşa kat etmiştik. Üsküp’te kiraladığımız arabayı teslim ettik. Arabaya 70 euro vermiş, bir o kadar da benzin koymuştuk. Daha ucuza böyle bir yolculuk mümkün değildi. Arabayı teslim ettikten sonra otogara giderek bilet sorduk. Bir saat sonra Kosova’nın başkenti Priştine’ye gidecek bir minibüsten bilet aldık. Otogardaki simsarların ufacık bir arabaya bizi 6 kişi sığdırma ısrarlarına kulak asmadık. Minibüsün en arkasına arkadaşım Furkan’la beraber oturduk. Diğer yanımda ülkelerin ekonomik refahını makiyato kahve fiyatlarıyla belirleyen bir Arnavut abi vardı. Çat pat anlaşabiliyorduk. Anlaşmak için dil bilmeye bazen gerek olmayabiliyordu. Biraz gayret, birkaç Türk dizisi bir de gönül dili her şeyi çözüyordu. Kosova sınırına doğru Furkan’la yazmaya, seyahate ve hayata dair koyu bir muhabbete daldık… Geziyle alakalı aldığımız en güzel karar yol oyunca ‘’mantık’’ konuşulmamasıydı. Çoğunluğu kelamcı ve İslâm felsefecisi olan bir ekip için kritik bir hamleydi bu. Her ne kadar Maşuk ve Abdurrahman zaman zaman bunu delseler de büyük oranda kafamız rahat etmişti…

Manastır’dan ayrılış.
Manastır’dan ayrılış.

Gezmek demek yol boyunca tüm serüvenlere, sürprizlere hazır olmak, tüm zorluklara daha en başından katlanmak demekti. Kosova sınırına geldiğimizde yeni serüvenlere, sürprizlere ve zorluklara bismillah derken kalbimizin bir köşesi de Makedonya’da kalıyordu. Yahya Kemal’in Kaybolan Şehir şiirinde Üsküp için söylediği mısraları Makedonya’ya uyarlayarak terennüm ettim:

Kalbimde bir hayali kalıp kaybolan ülke, Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir…
Bu yazı, 2022 yılında kaleme alınmıştır.