Gazze’de yaşanan savaşın yol açtığı yaralanmalar ve bunların belgelenmesi modern savaş tarihinin en karanlık sayfalarından biri olmuştu.
British Medical Journal olarak bilinen hakemli tıp dergisi The BMJ’de yayımlanan El-Taji ve arkadaşlarının çalışması, sağlık çalışanlarının birinci elden tanıklıklarını temel alarak ve bu tanıklıklar aracılığıyla yaklaşık 24 bin travmatik yaralanmayı kayıt altına aldı.

Bu çalışma (https://www.bmj.com/content/39...), çatışma bölgelerinde tıbbî kayıt tutmanın imkânsızlığa yakın olduğu koşullarda bile, sahada görev yapan doktor ve hemşirelerin tuttuğu defterler sayesinde bir veri seti oluşturmuştu. Bu veri seti, yalnızca sayılar değil, aynı zamanda bireysel hikâyelerle de desteklenmişti ve Gazze’de yaşananların insanlık trajedisi boyutunu ortaya koymuştu.
Bu tür bir sistematik belgelemeye duyulan ihtiyaç Irak ve Afganistan savaşlarında da kendini göstermişti. 2003 Irak işgali sırasında yalnızca birkaç hafta içinde 29 bin bomba atılmış ve bu yoğun bombardımanlarda siviller ağır kayıplar vermişti. Afganistan’da yapılan çalışmalarda patlama ve balistik yaralanmaların cerrahi müdahalelerinin en sık debridman, ampütasyon ve laparotomi olduğu kaydedilmişti. Ancak Gazze’de durum bundan çok daha ağır olmuştu. Çünkü Irak ve Afganistan’da sivillerin en azından kaçış imkânı olmuştu, Gazze’de ise halk tamamen kapalı bir bölgeye hapsedilmişti.

- Gazze’nin benzersiz durumu, yaralanma kalıplarını daha ağır ve daha karmaşık hale getirmişti. Sağlık çalışanlarının raporlarında çoklu uzuv kayıpları, derinin tamamen sıyrıldığı degloving yaralanmaları, açık kafa kırıkları ve iç organların parçalandığı vakalar yer almıştı. Yanık vakaları özellikle dikkat çekmişti. Dar sokaklara sıkışmış yüksek patlayıcı mühimmat, yangın çıkarıcı silahlarla birleştiğinde sivillerin büyük kısmı yanıklardan etkilenmişti. Sağlık çalışanlarının %70’i yanık vakaları rapor etmiş, %73’ü ise kafa travmalarını kaydetmişti.

Bu tablo, Gazze'deki savaşın sadece askerî bir hedefe yönelik değil, tüm toplumu felce uğratmaya yönelik olduğunu göstermişti. Nitekim Uluslararası Adalet Divanı, Ocak 2024’te, saldırıların başlamasından yalnızca üç ay sonra bunun soykırım için makul bir dava olduğuna hükmetmişti. Bu karar, tarihsel olarak da önemliydi, çünkü uluslararası yargı organlarının bir çatışmayı bu kadar kısa sürede soykırım potansiyeli taşıyan bir vaka olarak değerlendirmesi ender görülmüştü. Sonrasında Birleşmiş Milletler, Uluslararası Af Örgütü ve İsrail’in kendi içinden çıkan insan hakları örgütleri bile aynı sonuca ulaşmıştı.
Sağlık hizmetlerinin kapasitesi de sistematik biçimde hedef alınmıştı. Hastaneler, uluslararası hukuk gereği dokunulmazlık statüsüne sahip olmalarına rağmen bombalanmış ve yıkılmıştı. Şifa Hastanesi başta olmak üzere Gazze’deki büyük sağlık merkezleri çalışamaz hale gelmişti. Doktorlar ve hemşireler, üzerlerindeki beyaz önlüklerle korunmaları gerekirken bu kez özellikle hedef haline getirilmişti.

- Sınır Tanımayan Doktorlar’ın verilerine göre 1500 sağlık çalışanı öldürülmüştü. Bu, modern savaş tarihinde eşi görülmemiş bir sayı olmuştu.
Bireysel vakalar, bu dehşeti rakamlardan daha çarpıcı biçimde yansıtmıştı. On yaşındaki bir kız çocuğu parçalanmış pelvis ve yırtılmış mesane ile hastaneye getirilmiş, saatler süren acıdan sonra ölmüştü. Anestezik ilaçlar ve steril malzeme yoktu, ameliyatlar acil servis zemininde yapılmıştı. Yetersiz beslenme ve açlık, yaraların iyileşmesini daha da zorlaştırmıştı. Hamile kadınlarda ölü doğumlar artmış, obstetrik vakaların üçte birinden fazlası anne veya fetüsün ölümüyle sonuçlanmıştı.
Gazze’de yaşananlar yalnızca bir savaşın insanî trajedisi değil, aynı zamanda uluslararası hukukun çöküşü olmuştu. Cenevre Sözleşmeleri’nin getirdiği tüm korumalar göz ardı edilmişti.

Sağlık çalışanlarının kaçırılması ve öldürülmesi, savaş hukukunun en ağır ihlallerinden biri olarak tarihe geçmişti.
Dr. Adnan el-Burş’un kaçırılıp dört ay sonra öldüğünün açıklanması, tıp camiasında derin bir şok yaratmıştı. Gazze’de kalan doktorların bir kısmı hâlâ gözaltında tutulmuş, uzman cerrahların yokluğu tedavi kapasitesini daha da düşürmüştü.

Bu koşullar altında Gazze’deki yaralanma kalıpları askerlerin cephede aldığı yaralanmalarla aynı düzeye ulaşmıştı. Ancak burada söz konusu olan sivillerdi: çocuklar, kadınlar, yaşlılar. Yaralanmaların ağırlığı ve yaygınlığı, Gazze’nin tamamen bir savaş laboratuvarına dönüştüğünü göstermişti. Bu nedenle The BMJ’de yayımlanan El-Taji ve arkadaşlarının çalışması sadece tıp dünyası için değil, uluslararası kamuoyu için de bir uyarı olmuştu.
- Çalışma, geleceğe dair de önemli mesajlar vermişti. Gazze’de sağ kalan binlerce insanın uzun vadeli rehabilitasyona ihtiyaç duyacağı, bu rehabilitasyonun ise on yıllar süreceği açıktı. Çoklu uzuv kayıpları protez ve fizik tedavi gerektirmişti, ağır yanıklar uzun süreli plastik cerrahî müdahaleler talep etmişti, kafa travmaları kalıcı beyin hasarlarına yol açmıştı. Açlık ve yetersiz beslenme, yaraların iyileşmesini geciktirmiş ve enfeksiyon oranlarını artırmıştı.

Gazze’deki tabloyu daha da ağırlaştıran, açlığın sistematik bir savaş aracı olarak kullanılması olmuştu. Gıda girişlerinin engellenmesi, hastanelerde ilaç eksikliğini daha da kritik hale getirmişti. Malnütrisyon, çocuk ölümlerini artırmış, yetişkinlerde de bağışıklık sistemini çökertmişti. Açlığın savaş stratejisi haline getirilmesi, modern uluslararası hukuk açısından en ağır suçlardan biri sayılmıştı.
Netice olarak Gazze’de belgelenen yaralanma kalıpları, modern savaşların geldiği noktayı gözler önüne sermişti. El-Taji ve arkadaşlarının The BMJ’de yayımladıkları bu çalışma, yalnızca bilimsel bir katkı değil, aynı zamanda bir tanıklık olmuştu. Bu tanıklık, savaşın kuralsızlığını, sivillerin nasıl hedef haline getirildiğini, sağlık sistemlerinin nasıl felce uğratıldığını ortaya koymuştu. Tarihsel açıdan bakıldığında bu rapor, hem insan hakları hem de uluslararası tıp literatürü için bir dönüm noktası olmuştu. Gazze’de yaşananların belgelenmesi, hem mevcut felaketi anlamak hem de gelecekte benzer trajedileri önlemek için kritik bir adım olmuştu.
