İsrail’in Batı Şeria’yı yavaş yavaş yutma süreci

İsrail’in Batı Şeria’yı yavaş yavaş yutma süreci, 1990’lı yıllardan itibaren askerî işgalden çok daha karmaşık, çok katmanlı ve uzun vadeli bir stratejiye dayanmıştı. Bu süreç, açık bir ilhak ilânından ziyade fiilî durumlar üretmeye, hukukî belirsizlikler yaratmaya ve sahadaki gerçekliği kalıcı hâle getirmeye odaklanmıştı. Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Oslo Anlaşmaları ve Filistin Yönetimi’nin kurulması gibi gelişmeler, bu sürecin uluslararası alanda “barış” söylemiyle örtülmesine imkân tanımıştı. Ancak sahadaki uygulamalar, Batı Şeria’nın parça parça İsrail kontrolüne girmesiyle sonuçlanmıştı.
1993’te imzalanan Oslo I Anlaşması, Filistinliler açısından bir devletin temellerinin atılacağı umudunu doğurmuştu. İsrail açısından ise bu anlaşma, Batı Şeria’yı idarî olarak bölmenin ve kontrolü kademeli biçimde derinleştirmenin bir aracı hâline gelmişti.
- Oslo süreciyle birlikte Batı Şeria, A, B ve C bölgelerine ayrılmıştı. A bölgeleri Filistin Yönetimi’nin sivil ve güvenlik kontrolüne bırakılmıştı, B bölgelerinde sivil yönetim Filistinlilere verilmiş ancak güvenlik İsrail’de kalmıştı, C bölgeleri ise tamamen İsrail’in sivil ve askerî kontrolüne bırakılmıştı.
Bu yapı, Batı Şeria’nın yaklaşık yüzde 60’ının doğrudan İsrail kontrolünde kalmasını sağlamıştı.
C bölgeleri, İsrail’in uzun vadeli stratejisinin merkezine yerleşmişti. Bu bölgeler, hem doğal kaynaklar hem de coğrafî süreklilik açısından kritik öneme sahipti. İsrail, 1990’lardan itibaren C bölgelerinde Filistinlilerin inşaat yapmasını neredeyse imkânsız hâle getirmişti. İnşaat izinleri sistematik biçimde reddedilmiş, ruhsatsız olduğu gerekçesiyle binlerce Filistinli ev yıkılmıştı. Buna karşılık İsrail yerleşimleri hızla genişletilmişti. Bu durum, Filistinli nüfusun daralan alanlara sıkıştırılmasına yol açmıştı.

Yerleşim politikası, İsrail’in Batı Şeria’yı fiilen ilhak etme sürecinin en görünür unsurlarından biri olmuştu. 1990’lı yıllarda yerleşimlerin sayısı ve nüfusu sürekli artmıştı. Oslo süreci devam ederken dahi İsrail, yeni yerleşimler kurmuş veya mevcut yerleşimleri “doğal nüfus artışı” gerekçesiyle genişletmişti. Bu genişleme, Batı Şeria’nın coğrafî bütünlüğünü parçalamış ve Filistin yerleşimlerini birbirinden kopuk adacıklara dönüştürmüştü.
Yerleşimlere paralel olarak kurulan bypass yolları, İsrail vatandaşlarının Filistin yerleşimlerinden geçmeden seyahat etmesini sağlamıştı. Bu yollar, sadece fiziksel bir altyapı projesi olmamış, aynı zamanda Batı Şeria’nın haritasını fiilen yeniden çizmişti. Filistinliler için birçok yol yasaklanmış veya kısıtlanmıştı. Bu durum, günlük hayatı zorlaştırmış, ekonomik faaliyetleri sekteye uğratmış ve Filistinlilerin kendi toprakları üzerindeki hareket özgürlüğünü ciddi biçimde sınırlamıştı.

- İkinci İntifada’nın patlak verdiği 2000 yılı, İsrail’in Batı Şeria politikasında yeni bir dönüm noktası olmuştu. Güvenlik söylemi, fiilî ilhak sürecinin ana gerekçesi hâline gelmişti. İsrail, intifadayı gerekçe göstererek askerî kontrolünü artırmış, Filistin şehirlerini kuşatmış ve kontrol noktalarının sayısını büyük ölçüde artırmıştı.
- Bu dönemde inşa edilmeye başlanan Ayrım Duvarı, Batı Şeria’nın yavaş yavaş yutulmasının en somut sembollerinden biri olmuştu.
Ayrım Duvarı, resmî söylemde İsrail’i saldırılardan korumak amacıyla inşa edilmişti. Ancak duvarın güzergâhı, 1967 sınırlarını takip etmemişti. Aksine, derinlemesine Batı Şeria topraklarına girerek büyük yerleşim bloklarını İsrail tarafında bırakmıştı. Bu durum, binlerce dönüm Filistin toprağının fiilen İsrail kontrolüne geçmesine neden olmuştu. Birçok Filistin köyü duvarın arkasında kalmış, tarım arazilerine erişim büyük ölçüde engellenmişti.

2000’li yılların ortalarından itibaren İsrail, Batı Şeria’da hukukî ve idarî araçları daha yoğun biçimde kullanmaya başlamıştı. Osmanlı döneminden kalma arazi kayıtları, İngiliz Mandası yasaları ve askerî emirler bir arada kullanılarak Filistin toprakları “devlet arazisi” ilân edilmişti. Bu araziler daha sonra yerleşimlere tahsis edilmişti. Hukuk, işgalin bir aracı hâline getirilmişti.
Filistin Yönetimi’nin yetkileri ise giderek sembolik bir nitelik kazanmıştı. Güvenlik koordinasyonu, İsrail’in Batı Şeria’daki hâkimiyetini pekiştiren unsurlardan biri olmuştu. Filistin güvenlik güçleri, İsrail ile koordinasyon içinde çalışmış ve İsrail karşıtı silahlı faaliyetleri engellemekle yükümlü kılınmıştı. Bu durum, Filistin Yönetimi’ni kendi halkı nezdinde meşruiyet krizine sürüklemişti.

2010’lu yıllara gelindiğinde, İsrail siyasetinde ilhak söylemi daha açık hâle gelmişti. Daha önce fiilî uygulamalarla sürdürülen süreç, artık siyasî beyanlarla da desteklenmişti.
Sağcı ve aşırı sağcı partiler, Batı Şeria’nın özellikle C bölgelerinin İsrail’e resmen ilhak edilmesini savunmuştu. Yerleşimci hareketi, İsrail siyasetinde belirleyici bir güç hâline gelmişti.

Bu dönemde Kudüs’ün statüsü de Batı Şeria’yı yutma sürecinin önemli bir parçası olmuştu. Doğu Kudüs’te Filistinlilerin evleri yıkılmış, yerlerine Yahudi yerleşimciler yerleştirilmişti. İkamet izinleri iptal edilmiş, Filistinliler şehirden uzaklaştırılmıştı. Kudüs, Batı Şeria’dan koparılmış ve İsrail’in “ebedi başkenti” olarak tanımlanmıştı.
ABD’nin İsrail’e verdiği siyasî destek, bu sürecin uluslararası alanda ciddi bir yaptırımla karşılaşmamasını sağlamıştı. Özellikle 2017 sonrası dönemde ABD yönetiminin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması ve yerleşimleri gayrimeşru olarak görmemesi, İsrail’in elini daha da güçlendirmişti. Bu gelişmeler, Batı Şeria’nın ilhakına giden yolu daha açık hâle getirmişti.

Filistinliler açısından bu süreç, toprak kaybının yanı sıra ekonomik, sosyal ve psikolojik bir yıkımı da beraberinde getirmişti. Tarım arazilerine erişim kısıtlanmış, su kaynakları İsrail kontrolüne geçmişti. Yerleşimler, Filistin köylerini kuşatmış ve yaşam alanlarını daraltmıştı. Batı Şeria, birbirinden kopuk kantonlara bölünmüş bir coğrafyaya dönüşmüştü.
Uluslararası hukuk açısından Batı Şeria hâlen işgal altındaki topraklar olarak kabul edilmişti. Birleşmiş Milletler kararları, yerleşimlerin yasa dışı olduğunu defalarca vurgulamıştı. Ancak bu kararlar, sahadaki fiilî durumu değiştirmeye yetmemişti. İsrail, zaman kazanarak ve geri dönüşü zorlaştırarak Batı Şeria üzerindeki kontrolünü kalıcı hâle getirmişti.

İsrail’in Batı Şeria’yı yavaş yavaş yutma süreci, ani bir ilhak hamlesinden ziyade onlarca yıla yayılan, planlı ve sistematik bir politika olarak şekillenmişti. Oslo süreci, yerleşim politikaları, ayrım duvarı, hukukî düzenlemeler ve güvenlik söylemi bu stratejinin temel araçları olmuştu. 1990’lardan itibaren uygulanan bu politikalar, Batı Şeria’da iki devletli çözümü fiilen imkânsız hâle getirmişti. Ortaya çıkan tablo, klasik bir işgalden çok, modern dönemin en uzun soluklu ve karmaşık fiilî ilhak süreçlerinden biri olarak tarihe geçmişti.


