Modern hastanenin İslâmî kökenleri

Modern hastanenin İslâmî kökenleri
Modern hastanenin İslâmî kökenleri

Modern tıbbın temel yapı taşlarından biri olan hastane kurumu, İslâm medeniyetinin tarih sahnesine çıkışıyla birlikte farklı bir boyut kazanmıştı. İslâm dünyası, hastaneleri yalnızca tedavi merkezleri olarak değil, aynı zamanda bilimsel araştırma, eğitim ve sosyal hizmet alanları olarak şekillendirmişti. Bu yapı, Roma ve Yunan'dan miras alınan bazı uygulamalardan beslense de, İslâm toplumları bu kurumu daha sistemli, daha insani ve daha kapsayıcı hâle getirmişti. Batı'da hastaneler ancak Orta Çağ’ın sonlarına doğru kurumsallaşmaya başlamışken, İslâm coğrafyasında 8. yüzyıldan itibaren sistemli hastaneler inşa edilmiş, buralarda düzenli hekimlik eğitimi verilmiş ve hasta hakları korunmuştu.

  • İlk örneklerden biri, Emevîler döneminde Şam’da kurulmuştu. Bu sağlık kurumu daha çok cüzzamlıların izolasyonunu sağlamak için kurulmuştu, fakat zamanla genişletilmişti. Asıl sistemli hastane yapısı ise Abbâsîler döneminde ortaya çıkmıştı.

Abbâsi Halifesi Harun Reşid, 805 yılında Bağdat’ta, dönemin en büyük bilim merkezi olan Beytü’l-Hikme’ye yakın bir bölgede ilk büyük İslâm hastanesini kurdurmuştu. Bu hastane, sadece fiziksel hastalıkları tedavi etmekle kalmamış, aynı zamanda akıl hastalıklarına yönelik hizmetler de vermişti. Aynı dönemde Hintli ve Yunan hekimlerin tıp bilgisi Arapçaya çevrilmiş, bu bilgiler İslâm dünyasında sindirilmiş ve daha da geliştirilmişti.

  • Bu dönemde hastaneler, “bimaristan” adıyla anılmıştı. Farsça kökenli bu kelime, “hasta yeri” anlamına geliyordu.

Bimaristanlar, şehirlerin merkezi noktalarında kurulmuş, genellikle medreselere veya camilere yakın yerlere inşa edilmişti. Bu, hem manevi destek sağlama işlevini hem de ilmi alışverişi kolaylaştırma gayesini taşıyordu. Bimaristanlarda hastalar kadın ve erkek olarak ayrı bölümlerde tedavi ediliyordu. Aynı zamanda farklı hastalık türleri için ayrı odalar bulunuyordu. Bu, o döneme kadar pek rastlanmayan bir uygulamaydı ve erken dönem tıbbi uzmanlaşmanın işareti sayılmıştı.

İslâm hastanelerinin en dikkat çekici yönlerinden biri, hekimlerin yetiştirilme biçimi olmuştu. Hekimlik, yalnızca usta-çırak ilişkisiyle yürüyen bir meslek olmaktan çıkarılmış, sistemli bir eğitimle desteklenmişti. Talebeler, deneyimli hekimlerin yanında klinik uygulamalara katılmış, hasta gözlemi yapmış, dersler dinlemiş ve sınavlara tabi tutulmuştu. Hekimlik diploması almak için önce yazılı, sonra sözlü sınavlar yapılmıştı. Bu sistemi ilk uygulayanlardan biri, Abbâsî döneminin meşhur hekimi Huneyn bin İshak olmuştu. O, yalnızca tercüman ve yazar değil, aynı zamanda bir eğitmen olarak da tıp dünyasına katkıda bulunmuştu.

İslâm hastanelerinde, hastaların tedavi giderleri devlet ya da vakıflar tarafından karşılanmıştı. Zengin tüccarlar, sultanlar ve vezirler, vakıflar kurarak bimaristanların giderlerini karşılamıştı. Bu vakıf sistemi sayesinde hem sürekli finansman sağlanmış hem de sağlık hizmeti tüm halka ücretsiz olarak sunulmuştu. Zengin-fakir ayrımı yapılmamış, herkes eşit şekilde tedavi görmüştü. Bu anlayış, dönemin Bizans veya Avrupa şehirlerindeki sınırlı ve seçici sağlık hizmetlerinden çok daha ileri bir yaklaşımı temsil etmişti.

Ayrıca İslâm hastaneleri, hijyen kurallarına büyük önem vermişti. Hastane binaları, temiz su kaynaklarına yakın yerlere kurulmuş, içinde hamamlar, tuvaletler ve temiz hava alan avlular planlanmıştı. Hastaların temizliğiyle ilgilenen görevliler bulunmuştu. Yataklar düzenli olarak değiştirilmiş, hastalara temiz elbiseler verilmişti. Özellikle Abbâsî ve Memlûk dönemlerinde bu konuda çok titiz davranılmıştı. Bu uygulamalar, hem hastaların daha hızlı iyileşmesini sağlamış hem de salgın hastalıkların yayılmasını önlemişti.

  • İslâm dünyasında akıl hastalıklarına yönelik yaklaşım da oldukça ileri düzeyde olmuştu. Bugünkü psikiyatri hastanelerinin ilk örnekleri sayılabilecek bölümler, bimaristanlarda ayrılmıştı. Akıl hastalarına zincir vurulmamış, onlara kötü muamele edilmemişti. Aksine müzik, su sesi ve hoş kokularla tedavi yöntemleri uygulanmıştı.

Bu tür uygulamalar, 9. ve 10. yüzyılda Bağdat, Kahire ve Şam gibi şehirlerde oldukça yaygınlaşmıştı. Avicenna (İbn Sînâ) ve Râzî gibi hekimler, ruh sağlığını fiziksel sağlık kadar önemli görmüş ve bu alan üzerine ciddi eserler kaleme almıştı.

Râzî, Rey kentinde görev yaptığı bimaristanda hem yöneticilik yapmış hem de öğrenciler yetiştirmişti. Onun “El-Hâvî” adlı eseri, sadece İslâm dünyasında değil, Latin dünyasında da yüzyıllarca başvuru kaynağı olmuştu. Râzî’nin yönetiminde bimaristanlarda hasta dosyaları tutulmuş, her hastanın gelişimi takip edilmişti. Bu kayıt sistemi, hem tıbbi bilginin gelişimine katkı sağlamış hem de eğitim açısından önemli bir kaynak oluşturmuştu. Aynı şekilde İbn Sînâ da “El-Kanun fi’t-Tıbb” adlı eseriyle tıbbi uygulamaları sistematik hâle getirmişti. Onun teorileri, bimaristanlarda uygulanmış ve sonraki hekimler tarafından da sürdürülmüştü.

İslâm dünyasında hastaneler yalnızca fiziksel sağlık değil, sosyal şefkat kurumları olarak da işlev görmüştü. Hastanede kalan her hastaya, durumuna uygun yiyecekler hazırlanmış, hasta ziyareti kültürü teşvik edilmişti. Ayrıca bazı hastanelerde hasta taburcu olduktan sonra maddi destek de sağlanmıştı. Hatta bazı kaynaklarda, hastanın iyileşip taburcu olduğunda, birkaç günlük erzak ve bir miktar para ile evine gönderildiği aktarılmıştı. Bu sosyal yön, İslâm hastanelerini sadece tıbbî değil, insani bakım merkezleri hâline getirmişti.

Bimaristanların mimarisi de dikkat çekiciydi. Genellikle avlulu plan üzerine kurulan bu yapılar, ışık ve hava sirkülasyonuna olanak tanıyacak şekilde tasarlanmıştı. Her bölüm, belirli bir uzmanlık alanına ayrılmıştı. Cerrahi, göz hastalıkları, iç hastalıklar gibi branşlaşmalar başlamıştı. Bu da hekimlerin belirli alanlarda derinleşmesine zemin hazırlamıştı. Nitekim İbn el-Nefîs, dolaşım sistemi üzerine yaptığı çalışmalarla bu tür bir uzmanlaşmanın meyvesini vermişti.

Fâtımîler döneminde Kahire’de inşa edilen el-Mansûr Bimaristanı, bu anlayışın en gelişmiş örneklerinden biri olmuştu. Aynı şekilde Şam’daki Nûreddin Zengî Bimaristanı da uzun yıllar hizmet vermiş ve tıp eğitimi için önemli bir merkez olmuştu. Bu hastaneler, sadece Müslümanlara değil, gayrimüslim halka da hizmet etmişti. Dinî ya da etnik ayrım yapılmamıştı. Bu yönüyle bimaristanlar, çok kültürlü şehir yaşamının temel taşlarından biri olmuştu.

Bimaristanlarda kadınlara yönelik sağlık hizmetleri de ihmal edilmemişti. Kadın hastalar için özel bölümler hazırlanmış, kadın sağlık görevlileri istihdam edilmişti. Kadınların mahremiyetine özen gösterilmiş, bu konuda fıkhi hassasiyetlerle tıbbi gereklilik arasında denge kurulmuştu. Hatta bazı kaynaklar, kadın hekimlerin de eğitim gördüğünü ve hizmet verdiğini göstermekteydi.

  • Avrupa’da hastane kavramı daha çok dinî kurumlara bağlı olmuştu. Manastırlarda kurulan sağlık birimleri, sadece rahiplerin ya da belirli seçkinlerin hizmetine sunulmuştu. Oysa İslâm dünyasında hastaneler kamusal hizmet merkezleri olarak gelişmişti.

Avrupalı seyyahlar, Endülüs’te, Suriye’de ve Anadolu’da gördükleri bu hastane sisteminden etkilenmiş ve kendi ülkelerinde benzer yapılar kurmaya başlamıştı. Özellikle Haçlı Seferleri sırasında doğuda gördükleri bu uygulamalar, Batı'da hastane fikrinin yayılmasına zemin hazırlamıştı.

Selçuklular ve Osmanlılar da bu geleneği sürdürmüştü. Kayseri Gevher Nesibe Darüşşifası, Sivas Divriği Ulu Cami bitişiğindeki darüşşifa, Edirne’deki II. Bayezid Külliyesi’nin hastanesi, bu anlayışın Anadolu’daki güçlü örnekleri arasında yer almıştı. Bu yapılar, hem tıp merkezi hem de toplumsal dayanışma alanı olarak kullanılmıştı. Osmanlı döneminde de vakıf sistemi hastane işleyişinin temel finansal kaynağı olmuştu.

Netice olarak modern hastane anlayışının temelleri, İslâm medeniyetinin bilim ve ahlak eksenli yaklaşımlarında atılmıştı. Hasta hakları, ücretsiz sağlık hizmeti, tıpta uzmanlaşma, kayıt tutma, tıbbi eğitim ve sosyal destek gibi pek çok unsur, İslâm dünyasında asırlar öncesinde hayata geçirilmişti. Bu miras, hem Doğu'da hem de Batı'da tıbbın kurumsallaşmasında kalıcı etkiler bırakmıştı. İslâm medeniyetinin hastane modeli, sadece bir sağlık sistemi değil; aynı zamanda insan onuruna saygının, bilimsel aklın ve toplumsal adaletin birleştiği bir yapı olmuştu.