Şâm-ı Şerîf’ten Payitahta vefa yolculuğu

Âsitâne’ye gelen Şâm Ulema Heyeti, Eylül 1915.
Âsitâne’ye gelen Şâm Ulema Heyeti, Eylül 1915.

Osmanlı Devleti ile Şâm uleması arasındaki ilişki, bir iktidar çizgisinden çok daha fazlasıdır. Bu ilişki, ilmin siyasete yön verdiği, maneviyatın devletin kimliğini şekillendirdiği bir dönem aynasıdır.

Osmanlı tarihinin son yüzyılı, siyasî çözülmelere rağmen ilim, fikir ve maneviyatın elden bırakılmadığı bir dönemdir. Bu yıllarda devletin merkezinde İstanbul, kalbinde ise Şâm yer alır.

Şâm, kadim ilim geleneğiyle Osmanlı’nın ufkunu aydınlatmış; İstanbul ise hilâfet merkezi olarak bu ilmin koruyuculuğunu üstlenmiştir.

Sultan II. Abdülhamid ve V. Mehmed Reşâd dönemlerinde bu iki merkez arasında dikkat çekici bir yakınlık oluşmuştur. Ulema ile sultân arasındaki bağ, yalnızca idarî bir ilişki değil; ilimle siyasetin, dua ile otoritenin kesiştiği bir çizgi olmuştur. Bu süreçte Şâm, hem coğrafî hem de ilmî konumu itibarıyla, İstanbul ile İslâm dünyasının geri kalanı arasında bir köprü işlevi üstlenmiştir.

Şâm uleması, asırlardır süregelen ilmî silsileleriyle yalnızca bölgesel bir otorite değil, Osmanlı hilâfetinin manevî dayanaklarından biri olarak görülmüştür. Bu bağ; ilmî ziyaretler, resmî davetler, karşılıklı yazışmalar ve eserlerin sayfalarına işlenmiş dualar aracılığıyla daha da kuvvetlenmiştir.

  • Dönemin kaynakları ve hâtıratları, hem Şâm âlimlerinin Osmanlı’ya duyduğu sevgi ve bağlılığı, hem de Osmanlı sultânlarının bu ilim erbabına gösterdiği yüksek hürmeti açık bir biçimde ortaya koyar.
Sultan Mehmed Reşâd.
Sultan Mehmed Reşâd.

Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na dâhil olduğu zorlu süreçte, Sultan Mehmed Reşâd, Levant bölgesinden önde gelen âlimleri ve eşrafı İstanbul’a davet etti. 1915 yılı Eylül ayında, Şeyh Esad eş-Şukayrî başkanlığında İstanbul’a doğru yola çıkan bu heyet, Suriye ve Lübnan bölgesinden seçkin siyasetçileri, edebiyatçıları, âlimleri, şeyhleri ve gazetecileri bir araya getirmişti.

Heyet, 15 Eylül 1915 tarihinde Halep’e doğru yola çıktı. Halep’te Şeyh Esad eş-Şukayrî başkan olarak seçildi. Daha sonra yolculuğa devam eden heyet, 24 Eylül 1915’te İstanbul’daki Haydarpaşa Garı’na ulaştı. Burada devlet erkânı ve âlimlerin de bulunduğu kalabalık bir topluluk tarafından coşkuyla karşılandılar. Ardından, Sultan Mehmed Reşâd tarafından Yıldız Sarayı yakınındaki Hamidiye Camii’nde kabul edildiler.

Heyetin amacı; Şâm halkının sadakatini İslâm hilâfetinin yüce makamına arz etmek, Devlet-i Aliyye’nin azametini ve askerî hazırlık gücünü yerinde görmek ve halkın duygularını, cephedeki mücahit kardeşlerine ulaştırmaktı.

1915 Şâm delegasyonu hakkında yazılan eser.
1915 Şâm delegasyonu hakkında yazılan eser.

Şâm heyetinin üyeleri arasında şu isimler yer alıyordu: Şâm Müftüsü Ebü’l-Hayr Âbidîn, Hatîp ailesini temsilen Emevî Camii İmamı Abdülkadir el-Hatîb, babası Şeyh Bedreddin adına Tâceddin el-Hasenî, Nakîbü’l-Eşrâf Atâ el-Aclânî ve Şûrâ Meclisi BaşkanıŞeyh Abdülmuhsin el-Üstüvânî.

Heyet ayrıca Humus, Halep, Trablus, Kudüs, Hayfa, Nablus ve diğer şehirlerden de birçok seçkin âlimi içeriyordu:Humus’tan: Tevfîk el-Atâsî. Halep’ten: Şeyh Muhammed Bedreddîn en-Nassânî, Şeyh Abdüllatîf el-Hazendâr, Müftü Muhammed el-Ubeysî. Hama’dan: Ahmed el-Kîlânî. Lazkiye’den: Muhâsin el-Ezherî. Havrân’dan: Muhammed ez-Za‘l, Muhammed el-Halebî. Beyrut’tan: Müftü Mustafâ Neccâ. Trablus’tan: Şeyh Abdülkerîm Uveyde. Lübnan’dan: Şeyh Abdülgaffâr Takiyyüddîn. Kudüs’ten: Müftü Tâhir Ebü’s-Suûd, Şeyh Ali er-Rimâvî. Yafa’dan: Şeyh Selîm el-Ya‘kûbî. Hayfa’dan: İstiklâl Camii’nin kurucularından ve Yüksek İslâm Meclisi üyesi Müftü Muhammed Efendi Murâd. Akka’dan: Şeyh İbrâhîm el-Akkî, Şeyh Abdurrahmân Azîz. Tulkarm’dan: Abdurrahmân el-Hâc İbrâhîm. Nablus’tan: Muhammed Rif‘at Tuffâha.

İstanbul’a gelen Şâm Ulema Heyeti.

  • Ulema heyeti İstanbul’a ulaştığında düzenlenen karşılama merasiminde Sultan Reşâd, herkesin huzurunda Şeyh Abdülmuhsin el-Üstüvânî’nin elini öperek kendisine derin bir saygı gösterdi. Bu hadise, Osmanlı sultanlarının Şâm ulemasına duyduğu hürmetin somut bir nişânesi olarak hafızalara kazınmıştır.

Osmanlı–Şâm uleması ilişkilerinin bir başka güçlü örneği, Sultan II. Abdülhamid’in dönemin önde gelen Şâmlı âlimlerinden Şeyh Emîn Süveyd (Şeyh Eymen Süveyd’in dedesi) ile görüşmesidir. Rivâyete göre Sultan Abdülhamid Han, Şeyh Emîn Süveyd’i hususî olarak sarayına davet etmiş, huzuruna girdiğinde bizzat tahtından inerek kendisini karşılamış ve yanına oturtmuştur. Bu tablo, Abdülhamid Han’ın ulemaya gösterdiği tevazu ve hürmetin en çarpıcı örneklerindendir.

Şeyh Emîn Süveyd.
Şeyh Emîn Süveyd.

Benzer şekilde, dönemin birçok Şâmlı müellifinin eserlerinde Sultan Abdülhamid’e ve Osmanlı Devleti’ne yönelik dua ve medih ifadelerine rastlanır. Birçok kitap, “Allah'ım! Sultan Abdülhamid’i destekle, saltanatını dâim eyle, İslâm’ı ve ümmeti onunla güçlendir.” gibi dualarla sona erer; bu durum ulemanın sultana bağlılığını ve devletin İslâm ümmeti nezdindeki koruyucu rolünü teyit eder.

Nakşibendî tarikatının Şâm’daki önemli temsilcilerinden Şeyh Hâlid en-Nakşibendî, “er-Risâletü’l-Hâlidiyye fî’t-Tarîkati’n-Nakşibendiyye” adlı eserinde şu ifadeleri kullanır:

Bismillahirrahmânirrahîm. Hamd Allah’a mahsustur; O’nun seçkin kullarına selâm olsun. Nebilerin Efendisi’nin sünnetine sımsıkı sarılanlardan, fakir kul Hâlid en-Nakşibendî’den Hilâfet-i Aliyye diyarının sakinleri olan ihlâslı ve kerîm kardeşlere: Hilâfet yurdu hâinlerin hilesinden korunmuş, Müslümanların hâmisi olan yöneticisinin yardımıyla dâima desteklenmiş olarak bâkî kalsın. Âmin. Tam bir selâm, hürmet ve ikrâm üzerinize olsun.”

Eserin sonunda Şeyh Hâlid şu vasiyette bulunur:

“Bu fakir, sizlere daha önce zikredilen bütün edeplere riâyet etmenizi tavsiye ediyor. Ayrıca Kur’ân’a ve sünnete muhalefet eden, Peygamber’in ve ashâbın yolundan ayrılan herkesten Allah’a sığındığını onlardan beri olduğunu bildiriyor. Sizlere, yüce Osmanlı Devleti’nin sürekli teyîdi ve desteklenmesi için sabah akşam sâlih dualarda bulunmanızı emrediyor. Çünkü İslâm’ın varlığı Osmanlı Devleti’ne bağlıdır. Allah onu din düşmanlarının, lanetli kimselerin, inkârcı ve hâin milletlerin şerrinden korusun. Başlangıçta ve sonda, Allah’ın rahmeti, bereketi, selâmı ve ikrâmı üzerinize olsun. Hamd, Alîm ve Melik olan Allah’adır.”

Eserin sonunda Şeyh Hâlid, Osmanlı Devleti’nin varlığını İslâm’ın dayandığı mihver olarak niteler. Bu ifadeler, Şâm tarikat çevrelerinde Osmanlı hilâfetinin manevî otoritesinin ne denli derin kabul gördüğünü gösterir.

Cemâleddin el-Kâsımî’nin hocası olan Şeyh Ömer el-Attâr ise İbnü’l-Arabî’yi savunmak üzere yazdığı eserinde Sultan Abdülhamid’e dair şöyle der:

“Azametli sultânın, kerim hakanın, efendimiz ve mevlâmız Sultan Gâzî Abdülhamid Han Hazretlerinin himmet ve kudreti günlerinde… Allah Teâlâ onun kudretini dâim, saltanatını yüce kılsın. Allah’ım! Onun her işinde tevfîki refîk eyle, varlığını ümmeti koruyan bir siper kıl. Sen ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcısın.”

Bu dua sadece bir temenni değil, aynı zamanda Osmanlı hilâfetine duyulan derin minnettarlığın ve bağlılığın sembolüdür.

Son devirde yetişen İslâm âlimlerinin büyüklerinden Yûsuf en-Nebhânî, “Şevâhidü’l-Hakk fî’l-istigâse bi-Seyyidi’l-Halk” adlı eserinde Sultan Abdülhamid’le yaşadığı dikkat çekici bir hadiseyi aktarır:

Şeyh Yûsuf en-Nebhânî.
Şeyh Yûsuf en-Nebhânî.

“Bu hususta bana sabahın aydınlığı gibi açık şeyler zâhir oldu. Şöyle ki: Hicrî 1317 senesinde Allah’tan korkmayan bir adam bana iftira etti. Sultan, bu iftira sebebiyle beni görevimden azletmeyi ve Beyrut’tan uzak bir diyâra sürmeyi emretti. Bu haber bana ulaştığında çok üzüldüm; o gün perşembe idi. Cuma gecesi boyunca bin defa ‘Estağfirullâh el-Azîm’diyerek Allah’tan mağfiret diledim. Sonra, ‘Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed, kad dâkat hîletî, edriknî yâ Resûlallâh’ (Allah’ım, Efendimiz Muhammed’e ve Âl-i Muhammed’e salât eyle; çaresiz kaldım, bana yetiş ey Allah’ın Resûlü) diyerek 350 defa salavat getirdim, sonra uyuyakaldım. Gecenin sonunda uyanınca, aynı şekilde bin defa daha salât okudum. Peygamberimizle (sav) tevessül ederek Allah Teâlâ’dan bu sıkıntıyı gidermesini niyâz ettim. Aynı günün akşamı, cuma günü, İstanbul’dan telgraf geldi: Sultan, görevimden azledilmemem ve Beyrut Hukuk Mahkemesi Reisliği görevimde kalmam emrini göndermişti. Allah onu muzaffer kılsın; iftiracıyı rezil etsin ve ona müstehakkını versin!”

Yûsuf en-Nebhânî, Şevâhidu’l-Hakk eserini şu satırlarla tamamlar:

“Bu kitabın telifi Allah Teâlâ’nın yardımı ve tevfîkiyle, âciz müellifi Yûsuf b. İsmâîl en-Nebhânî tarafından hicrî 1323 senesi Saferü’l-Hayr ayının 21. günü Beyrut şehrinde tamamlanmıştır. Bu, azametli gazi sultan, yüce hakan, efendimiz ve mevlâmız Osmanlı Sultanı Abdülhamid Hân devrinde olmuştur. Allah onu yardım ve nusretiyle desteklesin, onunla devleti ve dini yüceltsin, düşmanlarının şerrinden muhâfaza buyursun.”

Şâm’daki Nakşibendî meşayihinden Şeyh Îsâ el-Kürdî’nin tercemesinde ise şu ifadeler yer alır: “İki defa rüyada veya keşfen, Sultan Abdülhamid’in evliyâdan olduğuna delâlet eden şeyler gördüm.” Bu tür ifadeler, dönemin tasavvuf çevrelerinde Osmanlı padişahlarının manevî konumuna dair yaygın kanaati yansıtır.

1897 Yunan Harbi sırasında da Şâm uleması, Osmanlı Devleti’nin yanında sarsılmaz bir tutum sergileyerek devlete destek olmuşlardır. Bu dönemde Sultan II. Abdülhamid Han, birçok önemli kişiyi danışman olarak tayin etmiştir. Bu isimler arasında İzzet Paşa ed-Dımeşkî, Nesîm Paşa Melhame, Saîd Paşa el-Kürdî ve Şeyh Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî de bulunuyordu.

Şeyh Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî, dönemin tanınmış âlimlerinden ve Rifâî şeyhlerinden biriydi. Görevlerinden biri de Halep Vilayeti Nakîbü’l-Eşrâflığı idi. Bu makama 1873 yılında, yani Sultan Abdülaziz devrinde, henüz yirmi beş yaşındayken getirilmişti.

Daha sonra Sultan II. Abdülhamid Han, onu Dârü’l-Hilâfe’de Meşîhat-ı Meşâyıh makamına tayin etti ve kendisine “Müşîrü’l-Melik” unvanı verildi.

 Şeyh Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî.
Şeyh Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî.

Şeyh Ebü’l-Hüdâ, otuz yıl boyunca Osmanlı Devleti’ne hizmet etmiş, bu süre zarfında devleti savunmuş, âlimlere ve talebelere hizmet etmişti. Aynı zamanda Sultan Abdülhamid’e karşı da samimi bir nasihatçiydi. Bu durum, Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilişinden sonra İttihat ve Terakki mensuplarınca ele geçirilen belgelerde açıkça görülmektedir.

Ebü’l-Hüdâ es-Sayyâdî’nin önemli eserlerinden biri, Osmanlı hilâfetini ve saltanatını destekleyen “Dâi’r-Reşâd ilâ Sebîli’l-İttihâd ve’l-İnkıyâd” adlı kitabıdır. Ayrıca “en-Nefhatü’n-Nebeviyye fî Hidmeti’l-Hilâfeti’l-Hamîdiyyeti’l-Osmâniyye” adlı eserinde de Sultan II. Abdülhamid’in muhaliflerine karşı keskin bir duruş sergileyerek, hilâfetin manevî ve siyasî önemini güçlü bir şekilde savunmuştur.

31 Mart Vakası olarak bilinen ayaklanmayla İttihatçılar tarafından tahttan indirilip Selanik’e gönderilen Sultan II. Abdülhamid’in, bu dönemde Suriye’deki şeyhi Mahmûd Ebü’ş-Şâmât’a yazdığı mektup da Osmanlı ile Şâm uleması arasındaki köklü ilişkinin somut bir göstergesidir. Sultan Abdülhamid Han, Şâm’da bulunan şeyhine yazdığı mektupta şu ifadelere yer vermiştir:

“Yâ Hû… Bismillâhirrahmânirrahîm, vebihî nestaîn, elhamdülillâhi rabbil-âlemîn ve efdalü’s-salâti ve ettemmü’t-teslîm alâ Seyyidinâ Muhammedin resûli rabbi’l-âlemîn ve alâ âlihî ve sahbihî ecmâîn ve’t-tâbiîne ilâ yevmi’d-dîn. İşbu arîzamı tarîkat-ı Şâzelî Şeyhi vücutlara ruh ve hayat veren ve cümlenin efendisi bulunan eş-Şeyh Mahmûd Ebü’ş-Şâmât Hazretlerine ref ediyorum:

Mübârek ellerini öperek ve duâlarını ricâ ederek selâm ve hürmetlerimi takdîmden sonra arz ederim ki, sene-i hâliye şehr-i mayısın 2. günü tarihli mektubunuz vâsıl oldu. Sıhhat ve selâmette dâim olduğunuzdan dolayı Allah’a hamd ve şükürler ettim… Efendim, evrâd-ı Şâzelî kırâatine ve vazîfe-i Şâzeliyyeye, Allah’ın tevfîkiyle gece ve gündüz devâm ediyorum. Ve bu vazîfeleri edâya muvaffak olduğumdan dolayı Allah Teâlâ Hazretlerine hamd ederim ve deâvât-ı kalbiyenize dâima muhtâç olduğumu arz ederim. Bu mukaddimeden sonra, şu mühim meseleyi zât-ı reşâdetpenâhîlerine ve zât-ı semâhâtpenâhîlerin emsâli ukûlü selîm sâhiplerine tarihî bir emânet olarak arz ederim ki, ben Hilâfet-i İslâmiyye’yi hiçbir sebeple terk etmedim. Ancak ve ancak ‘Jön Türk’ ismiyle marûf ve meşhûr olan İttihat Cemiyeti’nin rüesâsının tazyîk ve tehdîdiyle Hilâfet-i İslâmiyye’yi terke mecbûr edildim.

Bu ittihatçılar, Ârâzi-i Mukaddese ve Filistin’de Yahûdiler için bir vatan-ı kavmî kabûl ve tasdîk etmediğim için ısrarlarında devâm ettiler. Bu ısrarlarına ve tehdîtlerine rağmen ben de katiyen bu teklifi kabûl etmedim. Bilâhare yüz elli milyon altın İngiliz lirası vereceklerini vaat ettiler. Bu teklifi dahî katiyen reddettim ve kendilerine şu sözle mukâbelede bulundum: ‘Değil yüz elli milyon İngiliz lirası, dünya dolusu altın verseniz bu tekliflerinizi katiyen kabûl etmem! Ben otuz seneden fazla bir müddetle Millet-i İslâmiyye’ye ve Ümmet-i Muhammediye’ye hizmet ettim. Bütün Müslümanların ve salâtîn ve hulefâ-i İslâmiyye’den âbâ ve ecdâdımın sahîfelerini karartmam ve binâenaleyh bu tekliflerinizi mutlaka kabûl etmem’ diye kat’î cevap verdikten sonra hal‘imde ittifâk ettiler. Ve beni Selanik’e göndereceklerini bildirdiler.

Bu son tekliflerini kabûl ettim ve Allah Teâlâ’ya hamd ettim ki ve ederim ki; Devlet-i Osmâniyye ve Âlem-i İslâm’a ebedî bir leke olacak olan tekliflerini, yani Ârâzi-i Mukaddese ve Filistin’de Yahûdi devleti kurulmasını kabûl etmedim. İşte bundan sonra olan oldu. Ve bundan dolayı da Mevlâ-yı Müteâl Hazretlerine hamd ederim. Bu mühim meselede şu marûzâtım kâfîdir. Ve şu sözlerimle mektubuma hitâm veriyorum. Mübârek ellerinizden öperek hürmetlerimi kabûl buyurmanızı sizden ricâ ve istirhâm ederim. İhvân ve asdıkâmın cümlesine selâmlar ederim. Ey benim muazzam üstâdım! Bu bâbda sözümü uzattım. Muhât-ı ilmi semâhâtpenâhîleri ve bütün cemâatinizin mâlûmu olmak için uzatmaya mecbûr oldum. Vesselâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berakâtühü. Hâdimu’l-Müslimîn Abdülhamîd.”

Sultan Abdülhamid’e nispet edilen mektubun aslı.
Sultan Abdülhamid’e nispet edilen mektubun aslı.

Şeyh Mahmûd Ebü’ş-Şâmât, gelen mektubu büyük inkisarla okuduktan sonra cevâben bir mektup kaleme aldı. Şeyh Ebü’ş-Şâmât’ın 2. kuşak torunu olan Ammâr Ebü’ş-Şâmât dedesinin ele aldığı mektupta, şu ifadeleri yazdığını naklediyor:

“Müslümanların Halifesi; Sen Müslümanlar ve hilâfet üzerindeki emânete riâyet ettin. Allah sana sabredenlerin ecrini versin. Bu davranışın sebebiyle Allah senden ebeden razı olsun... Ey mülkün sahibi ve mâliki olan Allah'ım! Sen mülkü istediğine verirsin, mülkü istediğinden çeker alırsın. İstediğini azîz kılarsın, istediğini zelîl kılarsın. Hayır senin elindedir. Muhakkak sen her şeye Kâdir'sin.”

Dedesi Osmanlı ordusunda imam olan Şâmlı âlim ve edip Şeyh Ali et-Tantâvî ise, Osmanlılar hakkında şöyle der:

“Ben, ‘Osmanlı sömürgesi’ diyen bu aldanmış câhillerden değilim. Osmanlılar, Müslüman sultânlardı; dinin bayrağını yükseltmiş, Avrupa’nın dörtte birini fethetmiş ve İslâm adına bir devlet kurmuşlardı. Bu devlet, Emevîler ve Abbâsîlerden sonra İslâm’ın üçüncü büyük devletidir. Onların arasında Fâtih Sultan Mehmed ve Kanûnî Sultan Süleyman gibi büyük sultanlar vardı. Ancak onların ardından gelenler içinde, kendilerinden sonra bize ve kendi halklarına kötülük eden kimseler çıktı. Bunlar İttihatçılardı. Onlar, Sultan Abdülhamid’i devirdiler; bugün artık onun suçsuzluğu apaçık ortaya çıkmıştır. İttihatçılar, Balkanlar’da Osmanlı’ya bağlı olan devletleri kaybettiler; devleti çıkarları olmayan savaşlara soktular; sonuçta hem dine hem bize zarar verdiler. İşte bu kötülüğü yapanlar, Türklere de Araplara da aynı ölçüde kötülük etmiş olanlardır.”

Osmanlı Devleti ile Şâm uleması arasındaki ilişki, bir iktidar çizgisinden çok daha fazlasıdır. Bu ilişki, ilmin siyasete yön verdiği, maneviyatın devletin kimliğini şekillendirdiği bir dönem aynasıdır.

Şâm âlimleri, Osmanlı hilâfetini yalnızca bir yönetim değil, ümmetin dirliği için ilahî bir emanet olarak görmüşlerdir. Onların dualarında, risâlelerinde ve hâtıratlarında bu şuurun izleri açıkça hissedilir.