90’ların Bursa’sından Balkan’a taşan anılar, göçün izini bugün nasıl fısıldıyor?

Hayrullah Efendi’yle Münteha Nesib Hanım’ın dört çocuğundan üçüncüsü olarak Bebek’te 2 Ocak 1852’de dünyaya gelen Abdülhak Hâmid Tarhan İstanbul’un bilinen ailelerinden birine mensuptur. Hâmid, ilk tahsilini doğduğu semtteki okullarda yapmıştır. Daha sonra devrin önemli öğretmenleri olan Evliya Hoca ve Dârülfünunun ilk müdürü Hoca Tahsin Efendi’den özel dersler almıştır. Bu eğitimi ardından daha çocuk yaştayken ağabeyi Nasuhi Bey’le Paris’e gidip Fransızcasını ilerletmiştir. Daha sonraki yıllarda babasının vazifesi dolayısıyla Tahran’a giden şair, Dâniş Efendi’den Fransızca, Bahattin Efendi’den Arapça, elçilik katiplerinden olan Mirza Hasan Şevket’ten de Farsça dersleri almıştır. Babasının vefatı ile İstanbul’a dönen Hâmid; sırasıyla Maliye Mühimme Kaleminde Şura-yı Devlet ve Sadaret Mektûbî Kaleminde görev almıştır.
İçinde bulunduğu sosyal çevreden dolayı edebiyat-kültür-sanat dünyasından kişilerle arkadaşlıklar dostluklar geliştiren Hâmid, Ebuzziya Tevfik, Sâmipaşazâde Sezâi, Namık Kemal, Recâizâde Ekrem ve Mizancı Murad’la hukuk geliştirmiştir.

İhsan Safi’nin Altın Suyuna Batırılmış Bir Hayat: Abdülhak Hâmid Tarhan kitabına göre 1876’da Paris Büyükelçiliği ikinci katibi olarak görev yapmış, ardına bazı elçiliklere memur olarak atansa da bu vazifelere gitmemiştir. Bu yüzden 1881’de Rize’de vali olan ağabeyi Nasuhi Bey’in yanına gidip, onun yardımıyla geçinse de bu sırada büyük bir sefalet yaşamıştır. O yıllarda tayin edildiği Gürcistan’da bulunan Poti şehbenderliğine de gitmemiştir. 1882 yılında Yunanistan’ın Golos şehbenderliğine tayin edilince ise işler değişmiş, eşi Fatma Hanım’la birlikte buraya yerleşmiştir. Fakat bir süre sonra eşi verem olunca İstanbul’a geri dönmeleri gerekmiştir. İstanbul’a dönüşlerinin ardından Bombay başşehbenderliğine atanan şair 1883 yılı Kasım’ında görevine başlamıştır. Ancak eşinin hastalığının yeniden baş gösterince birlikte İstanbul yoluna düşmüşlerdir. Dönüş yolunda eşi Fatma Hanım, bindikleri vapur Beyrut açıklarında iken vefat etmiştir. Fatma Hanım, Hâmid’in ağabeyi Nasuhi Bey’in vali olarak bulunduğu Beyrut’ta toprağa verilmiştir. Hâmid, meşhur Makber şiirini bu vesile ile yazmıştır. “Yüreğinin yaralı” olduğunu söyleyen Hâmid, Bombay’a dönmek istemeyince 1886 yılında Londra Elçiliği baş katipliğine görevlendirilmiştir.
Hâmid’in yanında memur olarak görev yapan Esat Cemal Paker’in Siyasi Tarihimizde Kırk Yıllık Hariciye Hatıraları’na göre şair, memuriyetindeki disiplinsizliği ve görevine layık davranışlar sergilememesi yüzünden ihtar edilmiştir. Yusuf Mardin’in Abdülhak Hâmidin Londrası’na göreyse Hâmid, o yıllarda farklı çevrelere girmiş, hüsranla sonuçlanan bir çok aşka yelken açmıştır. Bunun yanında asli işini ihmal edip edebiyatla fazla meşgul olması şikâyetlere konu olunca uyarılmıştır.

1894’te Londra Büyükelçiliği Müsteşar Yardımcılığına, 1895’te de Lahey Elçiliğine 1897’de tekrar Londra’ya görevlendirilen şair 1906'da ise Brüksel ortaelçiliğine tayin edilmiştir. Hâmit 1914’te Meclis-i Âyân azası olmuş, 1918 yılına kadar meclisin ikinci başkanlığını üstlenmiştir.
Mondros Mütarekesi sonrasında ülkenin toz duman olduğu yıllarda Budapeşte’ye sonra Viyana’ya gitse de bu yıllarda sefalet yaşamıştır. Türkiye Cumhuriyeti kurulunca TBMM kendisine maaş bağlayıp, kaydıhayat şartıyla bir daire vermiştir. 1928 yılında gerçekleşen ara seçimde TBMM III. Dönem İstanbul Milletvekili olarak Meclis’e giren ancak Meclis faaliyetlerine fazla katılamayan Hâmid, IV. ve V. dönemlerde de İstanbul Milletvekilliği görevini sürdürmüştür. Taha Toros’un Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre’sine göre 13 Nisan 1937’de vefat eden şair o döneme göre şehirden uzakta, Zincirlikuyu denen boş arsadaki “asri” mezarlığa defnedilen ilk kişi olmuştur. Hâmid’i defnedip gelenler uzaklığından dolayı “Buralarda mezarlık mı olurmuş? Hâmid’e gelindi ama her cenazeye kolay kolay gelinmez.” dense de şimdilerde yer bulunmaz bir mezarlık olmuştur.
Edebiyatın farklı türlerinde eserler kaleme alan Hâmid, Türk edebiyatının öncülerinden biri olup konularını hayatından ve dahil olduğu çevrelerden almıştır. Eğitimli, Fransızca ve Arapça bilen şairi Abdülhak Hâmid; şiirlerinin yapısında ve içeriğinde yaptığı değişikliklerle kabul görmüş takip edilmiştir.

Şâir-i Âzam’ın sıkıntılı günleri
Ölüm hayatımızın bir gerçeği olarak karşımızda dururken ölümü “yaşamın bir denge sopası” gören Salah Birsel’in aksine kerih gören, hayatı önceleyen Hâmid ölümüne yakın kendisini ziyaret edenlere
“Zevk yok gecesinde gündüzünde
Ben neyleyeyim bu yeryüzünde.”

mısrasını tekrarlayarak dünya hayatından öte dünyaya gideceğini ifade etmiştir. Bu şiiri mırıldanan Hâmid’in şiirinde ölüm duygusu bir yokluk, hiç olarak ifade edilmiştir. Bu yokluk karşısında duyulan korku ve endişe ölüm düşüncesiyle acılaşarak ortaya çıkmıştır. 1918 senesinde oğlunun tedavisi olmayan bir hastalığa düçar olmasını öğrenmesi onu yıkmıştır. Bu haberden dört ay sonra oğlunun vefatını öğrenen şairin yaşadığı evlat ve eş acısı ruh dünyasını bozmuştur.
Son eşi ve hayatının aşkı olan, onun için toplumu karşısına aldığı Lüsyen Hanım’a yazdığı bir mektupta “Ne seninle, ne de sensiz yaşanabilir.” diyen Hâmit, Yakup Kadri’nin Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’nda naklettiğine göre eşinden ayrılınca sıkıntılı bir sürece girmiştir. Kitapta o günler şöyle anlatılmıştır: “Bu hasret devrinde, Abdülhak Hâmidi çok defa yalnız başına Beyoğlu’nda dolaşırken gördüğümüz olurdu. Sakalı iyice ağarmış, üstü başı eski düzenini kaybetmiş ve bütün mânasile derbederleşmiş olmakla beraber, yine gözündeki monoklü ve dimdik yürüyüşüyle, sokak kalabalığının içinde, kadın erkek herkesin başını kendinden yana çevirten bir başkalığı vardı.”
Huysuz bir çocuk
Türk dili, edebiyatı, tarihi ve kültürü üzerine yaptığı çalışmalar ile tanınan İsmail Hami Dânişmend (1889-1967), Îzâhlı Osmanlı Târîhi Kronolojisi ile kültüre duyarlı insanların tanıdığı kıymetli bir araştırmacıdır. İsmail Hami Bey Nazan, Hüsniye ve İclal adlı hanımlarla evlilik yapmıştır. Eğinli olan, İngiltere’de eğitim aldığı için İngiliz lakabıyla anılan Said Paşa’nın torunu olan Nazan Danişmend onun ilk eşidir. İsmail Hami Bey, 1947 yılında çok sevdiği eşi Nazan Hanım’ı kaybetmiştir. Nazan Hanım, Fransızcadan Türkçeye çok sayıda kitap tercüme etmiştir. Bunun yanında büyükbabası Said Paşa’nın hatıralarının bir kısmını İsmail Hami Bey’in 1939’da çıkardığı Türklük mecmuasında yayımlayan Nazan Hanım şiir de yazacak kadar kuvvetli bir kalem olup zamanının önde gelen entelektüel hanımlarından biridir. İsmail Hami Bey’le Nazan Hanım, Sait Paşa’nın Kuzguncuk’taki konağında 1940’lara kadar yaşamıştır. Kültüre, sanata, edebiyata bakışları ortak olan Nazan Hanım ile İsmail Hami Bey konağı edebî bir mahfile çevirip önemli isimleri sıkça ağırlamıştır. Turgay Anar’ın Mekandan Taşan Edebiyat kitabına göre köşkün misafirleri arasında devrin ünlü yazar ve şairleri vardır. Köşkteki toplantılara katılanlar arasında yer alan Abdülhâk Hâmid ve eşi Lüsyen Hanım, Ahmet Hamdi Tanpınar, İsmail Habib Sevük gibi isimler dikkati çekmektedir. Münevver Ayaşlı ve Salâh Birsel bu toplantıların birinde Tanpınar ve Sevük’ün kavga ettiklerini yazmıştır.
İsmail Hami Bey ile Nazan Hanım’ın misafiri olan Abdülhak Hâmid ve Lüsyen Hanım edebiyatçı, şair, kültür tarihçisi Salah Birsel’in beş kitaptan oluşan Salah Bey Tarihi’ne farklı yönleriyle girmiştir. Kitapta huysuz, hırçın, geçimsiz, mızmız olarak bahsedilen Şâir-i Âzam diğer taraftan da konuşan, gülen, şaka yapan, nüktedan kimliğiyle de yer etmiştir. Abdülhak Hâmid aileden gelen varlıklı hayatın gereklerini her zaman yerine getiremediği için parasızlıktan hep şikâyet etmiş, bolluk ve lüks içinde yaşama arzusunu her zaman dile getirmiştir. Ancak bohem hayatına para dayanmadığı için o da başkalarına yüklediği huysuzluklarla mutlu olma yoluna gitmiştir. Hayatı dolu dolu yaşamış, ömrünün aşkı Lüsyen’in yanında bile güzele kendini kaptırmış bir aşk adamı olarak hep keyifli ve mutlu anlar yaşamak arzusunda olmuştur. Salah Birsel’de keyfine düşkün biri olarak çizilen Hâmid portresi Sergüzeşt-i Nono Bey ve Elmas Boğaziçi’nde huysuzluğu, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu’nda sıkça uğradığı mekânlardaki hareketleriyle yer etmiştir.

Abdülhak Hâmid’e eserlerinde geniş yer veren Salâh Birsel, Sergüzeşt-i Nono Bey Elmas ve Boğaziçi’ndeki Çılgın Kelebekler başlıklı yazısında onun huysuzlukları, mızmızlıklarına dair bazı örneklere yer vermiştir. Karnı doysa da gözü doymayan, köşk, konak sofralardan hoşlanan, ağırlanması güç ve zahmetli olan Abdülhak Hâmid’in sofrada ne yoksa onu isteme gibi de bir huyu vardır. Onu evine davet eden Nazan Danişmend bu huysuzluğu bildiğinden kuş sütünün eksik olmadığı bir sofra hazırlamıştır. Salah Birsel’in aktarımına göre bu sofra bile Hâmid’in oklarından kurtulamamıştır: “Sofraya oturuyorlardır ki Hâmid yemekleri sorar. Hepsi birer birer sayılır. Oh, oh, oh, neler yok neler. Kılçıklı meftune bile unutulmamıştır. Yalnız ortalarda makarna diye bir şey görünmüyordur. Hâmid’in kaşları çatılır:
- Kızım bir makarna da mı yok
Makarna vardır. Çünkü çarçabuk önüne pişirilip getirilmiştir.
Ne ki Hâmid’teki yaş sekseni çoktan geçmiştir. Bu da onun başını çevirip makarnaya bir göz atmasını bile engeller.
Ertesi yıl, 1935’te, buna benzer bir şey Yeniköy’de Hâmid’in kiraladığı güzel bir yalıda da geçer. Sofrada yine, Hâmit’in huysuzluklarını karşılamak üzere, her çeşit meyve alesta tutulmuştur. Nedense karpuz unutulmuştur. Hâmit gelir, sofraya bir göz gezdirir, Lüsyen Hanım’a lafını diker:
- Dünyada bir karpuz da mı kalmadı?
Dünyada değil, evde bile karpuz vardır. Hemen kan-kırmızı bir tanesi kesilip getirilir. Hâmid:
- Ben kırmızı karpuz istemem, sarı karpuz isterim.
Manava adam koşturulur. Birçokları bıçaklandıktan sonra bir misket bulunup getirilir. Pinpirik bebek tek gözlüğü ile masaya canhıraş bir bakış fırlattıktan sonra içinin alacasını gösterir:
- Bunun çekirdekleri sarı. Ben siyah çekirdekli misket isterim.
Bunlar yalnız yaşın değil, bir de ilginin doğurduğu şımarıklıklardır. İsmail Hami onu eşyalar ve olaylar karşısındaki bu mızgalanmalarını, insanlar önünde göstermediğini söyler. Ona göre Hâmid hem kibirli, hem de yüzü yerde bir kişidir.
‘Ve biz ki sahib-i Eşber ve sahibi Tezer’iz
Münekkidini hatamızla çiğneriz ezeriz.’
dediği vakit, bu benbenlik en doruk noktasına varır. Ama:
‘Bir aşk-ı daimi bana mevhuptur hemen
Yoktur serimde ayrıca bir fazl’ı müktese!’
Sözlerini yola çıkardığında da alçakgönüllüğün, yani gönülsüzlüğün kapısı taşlanmış olur.”
Mazhar Osmanlık aşk mecnunu bir ihtiyar
Evlenmiş olduğu iki kadını, Fatma Hanım ile İngiliz asıllı Nelly Clower’i kaybetmenin acısını sindirememesi, memuriyetle uyuşmayan hareketleri ve edebiyatla asıl işinden fazla ilgilenmesinden dolayı görevinden uzaklaştırılan Abdülhak Hâmid, Balkan Savaşı’nın acılarının yaşandığı sıkıntılı yıllarda İstanbul’a dönmüştür. Hâmid, bu yıllarda altmışlarında uzun boylu, ince yapılı, aristokrat biri olarak; kendisinden kırk yaş kadar genç Belçikalı Lüsyen Hanım’la yeni evlenmiş ve Âyan Meclisi üyeliğine seçilmiştir. Bu sayede hayata tutunan, hayattan lezzet alan Hâmid; önemli ruh sağlığı uzmanlarından Mazhar Osman’ın ricasıyla bazı programlara katılmış, kendini de tazeleme fırsatı bulmuştur. Mazhar Osman’ı yakından tanıdıkça onun insan vücudunu tedavi edebildiği kadar insan ruhunda kopabilecek fırtınalardan da pekâlâ anlayabileceği kanaatine varmıştı.
Liz Behmoaras’ın Mazhar Osman, Kapalı Kutudaki Fırtına kitabına göre konuşmayı seven Hâmid ilk görüştüklerinde kendisi konuşmaktan çok Mazhar Osman’ı konuşturmuş, ona güvenince de bazı sıkıntılarını birer birer saymıştır. Hayattaki en büyük tutkusu kadınlar olan Hâmid onları sevmeye, onlar tarafından sevilmeye doyamamıştır. Ne var ki yaşı ilerledikçe sevilmek bir mesele hâline gelmiştir. Bunun farkına varan Hâmid herkese açamadığı dertlerini söyleyip güvendiği Mazhar Osman’dan yardım istemiştir. Hâmid, herhangi bir meseleyi kendine dert edinmemeyi şiar edinse de görmezden geldiği dertlerinin pençesi arasında kıvranmaya başlamıştır. Hâmid’in vazgeçemediği bir diğer şey de alkoldür. Bunun için Mazhar Osman’a alkolden vazgeçmek için değil de alkolü daha iyi kaldırabilmek için neler yapabileceğine dair akıl almıştır. “Yazı, içki ve kadınlar, benim için ölüm korkusuna en iyi üç çaredir doktor!” diyen Hâmit, karşısında, biraz utangaç bir şekilde duran iri yapılı Mazhar Osman’a bakıp; “Aynı fikirde değil misin? Saray’ın hekimbaşısı dedem Abdülhak Molla ne derdi biliyor musun? Âşığı olmayan güzel bir dilber, hastası olmayan tabip gibidir. Kanlı canlı bir adamsın doktor, hastan bol, dilberler de sıradadır herhâlde?” diye sormuştur. Mazhar Osman, o anda bir dost olmanın yanında doktor kimliğiyle âdet edindiği üzere tebessümle suskun kalıp dinlemeye devam etmiştir. Hâmid’in acınacak hâlini görünce içinden “Aşk mecnunu bir ihtiyar ne kadar da acındırıcı oluyor.” diye geçirmiştir. Onun yaşadığı aşk acısını dindirmek, normal ruh dünyasına kavuşturmak isteyen Mazhar Osman, tedavisi için bir yol haritası çıkarmıştır.

Mazhar Osman’ın en meşhur hastası
Adını, şanını, eserlerini herkesin duyduğu Şâir-i Âzam Abdülhak Hâmit, Mazhar Osman için de çok önem arz etmiştir. Şöhreti bir yana çevresiyle de insanı tesir altında bırakan Hâmit’le uzun yıllar hukukun gereği olarak bir dost olmanın yanında hasta doktor ilişkisi de olmuştur. Hâmid, özellikle sevdiği, hayatının aşkı olan Lüsyen’in bir İtalyan kontu ile evlendiği zamanlarda Mazhar Osman’dan destek almış, ondan tedavi görmüştür. Liz Behmoaras’ın Mazhar Osman, Kapalı Kutudaki Fırtına kitabında bu süreç şöyle anlatılmıştır: “Dünyaya monoklünün ardından müstehzi ve mesafeli bakan bu şık centilmen, son aşkı Lüsyen kendisini terk edip o İtalyan kontuyla evlendiğinde Pera Palas’ta büyük bir skandal çıkarmış, Mazhar Osman aceleyle çağrılmış, Hâmid’in geçirdiği korkunç sinir buhranına şahit olmuştu. Bütün gece hıçkırıklara boğulan ve intihardan bahseden ihtiyar âşığın elini tutmuş, kâh konuşarak kâh bromür içirerek onu sakinleştirmeye çalışmıştı.
O günlerde Hâmid her şeye razıydı. Lüsyen’in bir başka erkekle, hatta birçok erkekle birlikte olmasına, kendisini sevmemesine, kendisiyle sadece menfaat uğruna kalmasına, her şeye... Yeter ki genç kadın yanında olsun! Yeter ki onu görebilsin, dokunabilsin!”
En nihayetinde bu kriz, Hâmid’le Lüsyen’in yeniden evlenmeleriyle bitmiştir. Ancak istediğine kavuşan ihtiyar âşık için artık ruhi sorunların yanında bedenî sorunlar da eklenmiştir. Mazhar Osman, son günlerinde Hâmid’i muayene edip onu hayata bağlayacak konuşmalar yapmıştır. Hatta öyle ki Yeşilaycılığını bir kenara bırakıp yemeklerde biraz içki içmesine müsaade bile etmiş, bu nedenle Hâmid nazarında dünyanın en kıymetli insanı olmuştur. Yıllar sonra tekrar kavuştuğu Lüsyen ise artık ihtiyar kocasının yanı başında ona yardım eden bir eş olmuştur.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.