Anlattığı masala kendi ağlayan annem...

Nusret Özcan (1958-2007)
Nusret Özcan (1958-2007)

Hatırlıyorum… Bazı geceler babam eve erken döner ve eli kolu kitap dolu olurdu. Annem, ablam ve babam hep birlikte o kitapları karıştırır ve üzerinde konuşurlardı. Ben henüz küçücüktüm. Meraklanır dururdum ne var bunlarda diye.

... Baharla birlikte, annemin marifeti sayesinde bir çiçek cümbüşüne dönen tahta perdeli bahçeyi; bahçedeki şeftali, incir, erik ağaçlarını hatırlıyorum. Soluk basma perdelerimizi, yoksul kilimlerimizi, kireç badanalı, kutu gibi küçük odalarımızı hatırlıyorum. Oturma odamızın yegâne lüksü sayılabilecek büyücek bir konsolu, konsolun üzerindeki gösterişli gaz lambamızı, neden sonra aldığımız ve camekânlı bölümüne annemin özene bezene fincanları, çay ve limonata takımlarını koyduğu, dantelalarla da bir güzel süslediği büfeyi hatırlıyorum. Büfenin olduğu duvardaki Kur’an-ı Kerim kesesini hatırlıyorum. Penceremizin hemen kenarındaki sedirimizi, ot yastık ve minderlerimizi hatırlıyorum.

Nusret Özcan
Nusret Özcan

Hatırlıyorum… Bazı geceler babam eve erken döner ve eli kolu kitap dolu olurdu. Annem, ablam ve babam hep birlikte o kitapları karıştırır ve üzerinde konuşurlardı. Ben henüz küçücüktüm. Meraklanır dururdum ne var bunlarda diye. Bana sadece eğer varsa üzerlerindeki resimler veya fotoğraflar bir şeyler anlatırdı. Bir de annem bazen ısrarlarıma dayanamaz, okuduğu kitabı yüksek sesle okumaya başlardı. Ben öncesini sordukça kısa kısa cevaplar verirdi. Bir çocuk şuurunun büyüklerin dünyasına göre tam aydınlandığı dönem ne zamandır kim bilir? Kur’an-ı Kerim’i ilk gördüğüm zamanı da hatırlıyorum.

Bir bahar günü olsa gerek ya da bir yaz günü… Evimiz badana yapılacaktı. Bütün eşyalarımızı annemle babam bahçeye çıkardı. Bir de ablamla götürebileceğimiz ne varsa yüklendik ve bahçeye taşıdık. Babam kireci karıştırırken annem bize seslendi. “Gelin bakalım, size bak ne göstereceğim!” dedi. Duvardaki Kur’an-ı Kerim kesesini aldı. Ablam herhalde daha önce görmüş olmalıydı. Yeşil ciltli bir Mushaf’tı. Euzü besmele çekerek ilk sahifesini açtı annem. “Bu Kur’an-ı Kerim işte.” dedi. “Yani Allah’ın kelamı”. İlk sahifelerdeki tezyin ve Arabi harfler garip bir tesir uyandırmıştı bende. Annemin ve ablamın halinden hürmet edilmesi gerektiğini anlıyordum. Sonra diğer sahifelerinden birkaç tanesine de baktırdı. Üç defa öpüp başına koydu ve kesesine yerleştirdi. Bu Kur’an-ı Kerim’le ilk karşılaşmamdı.

  • Kış akşamları annemin babam işten eve dönmeden önce anlattığı masalları, peygamber kıssalarını, halk hikâyelerimizi ve Keloğlan’ı hatırlıyorum. Öyle ki, annem bazen anlattığına kendini kaptırır, ağlar ve ablamla bizi de ağlatırdı. Annem bazen evde misafir akrabalar varken de korku dolu hikâyeler anlatırdı. Bir dağ köyünde kocasını yolcu ettikten sonra odaya girdiğinde küçük bebeğinin bilmeden söylediği bir sözle, evde hırsız olduğunu anlayan ve derhal çocuğunu alarak öbür odaya gidip saklanan kadının hikâyesi bunlardan biriydi. Annem, çatıdan girmek isteyen hırsızın kafasını kadının evdeki balta ile nasıl kestiğini anlatırken bizi bakışlarıyla yoklar, kesilen kafanın evin döşemesinde kan saça saça yuvarlanışını anlatırken de, o kesik kafanın taklidini öyle bir yapardı ki, içimiz ürperir, korkardık. Annem bizim korkumuza güler, sonra da bizi yatıştırırdı.

...

... Boğmaca… Bu sözcük ilk duyduğumda hayalimi uzun süre kanattı durdu. Annem bir ahbabımızın çocuğunun boğmaca olduğunu söylediğinde, kundağı içinde öksürükten çatlayacak hale gelmiş çığlıklı bir bebek yapıştı kaldı hayalime… Annem, “Aman Allah korusun!” diye dualar ediyor ve gidip bebeğe bakacağını söylüyordu ablama. Bu görünmeyen düşman kimse, müthiş bir şekilde ürkütmüştü beni. Küçük bir bebeğe musallat olan bu düşmanın marifeti, küçücük bebekleri boğarak öldürmekti ve bu çok acı bir şeydi. “Ölür mü ki?” diye sorduğumda, “Yok yok! İnşallah kurtulur.” diye bir cevap almıştım anneciğimden. Sonra da her çocuğun kızamık, boğmaca, çiçek, kabakulak gibi hastalıklara yakalanabileceği ve bunları atlatması gerektiğini anlatmıştı. Bunları benim de zamanında geçirdiğimi ve atlattığımı öğrenince de sevinmiştim. Fakat günlerden bir gün annemin ameliyat olacağını öğrendim ve müthiş üzüldüm. Ameliyatın nasıl bir şey olduğunu da yine annemden öğrendim. Zaman zaman hüzünleniyor ve sık sık ölüm sözleri geçiyordu konuşmalarında. Bana, ablama sarılıyor ve ağlıyordu. Babama, ablama velhasıl hepimize belli belirsiz bir hüzün hâkim olmuştu.

Ve bir gün… Hep birlikte ailece fotoğraf çektirmeye gittik… Bu fotoğrafı niye çektirmeye gittiğimizi bilmem ise beni harap ediyordu. Annemle babam konuşurlarken duymuştum. “Bir hatıra kalsın hiç olmazsa” diyordu annem ve sesi titriyordu. “Ameliyat masasında kalmak var beyciğim” gibisinden bir şeyler söylüyordu babama. Fotoğrafçıya gittik ve bir aile fotoğrafı çektirdik. Fotoğrafçı gülümseyin deyip duruyordu ikide bir… Gülümsedik ve fotoğraf çekildik. Annemin hastaneye yattığı günün sabahı tam bir hüzün hâkimdi eve. Gözyaşlarıyla uğurladık annemi. Annemin hastane günleri ne kadar uzadı Allah’ım! Sonra bir akşam babam bize annemin ameliyat olduğu haberini verdi. Bir müddet sonra annemin eve geleceğini de müjdeledi.

Evet, fotoğraf hatıra kaldı ve annem çok şükür kurtuldu, iki oda bir sofa evimize döndü tekrar.

Alıntı: Nusret Özcan, Sokak Sesleri, Timaş Yayınları, İstanbul, 2003, s.125-6.