Fasl-ı lale

Lale bu topraklardan gitmesine rağmen Avrupa dillerine tulip adıyla yerleşir.
Lale bu topraklardan gitmesine rağmen Avrupa dillerine tulip adıyla yerleşir.

Bir milletin kültür dünyasına ait ima; sanatına damgasını vurmuş bir form; edebiyatına sızmış bir anlam yoğunluğu; tasavvuf âlemine dair telmihler, şifrelerle dolu bir ifade biçimi; tarihinde bir döneme isim olacak derecede o milletin hayatının içine girmiş bir çiçektir. Velhasıl incecik sapının üstünde büyük sorumluluk taşır lale…

İstisnasız her çiçek ruhumuz üzerinde olumlu tesirler bırakır, ancak bazıları insanoğlunun duygu evreninde sayısız simge giyinip hikâyelerle süslenerek yepyeni bir çehreye bürünür; akla hayale gelmedik anlam örüntüleriyle harmanlanıp ifade gücü kazanarak bir duyguyu iletmede rol alırlar. Lale de bu çiçeklerden biridir. Kasvetli kış günlerinin ardından sadece renk renk baharın coşkusunu taşımaz lale. Yalnızca dönen mevsimin alameti de değildir. Ancak bütün bunlarla birlikte bir milletin kültür dünyasına ait ima; sanatına damgasını vurmuş bir form; edebiyatına sızmış bir anlam yoğunluğu; tasavvuf âlemine dair telmihler, şifrelerle dolu bir ifade biçimi; tarihinde bir döneme isim olacak derecede o milletin hayatının içine girmiş bir çiçektir. Velhasıl incecik sapının üstünde büyük sorumluluk taşır lale…

Lale, Farsça kırmızı anlamına gelen lâ’l kökünden türemiş bir kelimedir.
Lale, Farsça kırmızı anlamına gelen lâ’l kökünden türemiş bir kelimedir.

Lale, Farsça kırmızı anlamına gelen lâ’l kökünden türemiş bir kelimedir. Ana vatanı Pamir, Hindikuş ve Tanrı Dağları’dır. Soğanlarının soğuğa dayanıklı oluşu onun uzun yolculuk serüvenini mümkün kılmış; Türklerle birlikte Orta Asya’dan Anadolu’ya getirilmiş, daha sonra Anadolu’dan Avrupa’ya yayılmıştır. Avrupa’ya hangi tarihte götürüldüğü tam olarak bilinmemekle birlikte; sekiz yıl kadar İstanbul’da kalıp Sultan Süleyman’ın da huzurunda bulunan, bu süre içinde bazı bitkiler, eski sikkeler ve nadir bulunan el yazmaları topladığı bilinen Alman elçisi Ootgeer Giselijn van Busbeke tarafından götürüldüğü tahmin edilmektedir. Lale bu topraklardan gitmesine rağmen Avrupa dillerine “tulip” adıyla yerleşir. Çünkü Busbeke, hatıratına Türklerin bu bitkiye “tulipan” dediklerini not düşmüştür. S.W. Murray’ın bu konuda yazdıklarına bakarsak; çiçeğin şekil itibarıyla sarığa benzetilmesi ve sarığın tülbentinin çiçeğe isim olması söz konusudur. Gülümseten yanlış anlama Busbeke ile tercümanı arasında geçen diyaloğa dayanır. Elçi tercümanına sarığının üzerindeki lale motifini sorunca tercüman düşünmeden, “tülbent” cevabını verir. Hızlıca verilmiş bu cevap, lalenin Avrupa dillerindeki adı olacaktır. Bir başka anlatıya göre; Busbeke bu defa tercümanına, öğle güneşi renklerini soldurmasın diye lalelerin üzerine örtülen örtüleri sorar. Aldığı cevap malum: “tülbent.”

  • Aslında yabani bir bitki olmasına rağmen, XII. yüzyıldan itibaren süs bitkisi olarak kullanılmaya başlanan lale, yine XII. yüzyılda Anadolu ve İran Selçukluları’nın hem görsel sanat eserlerinde hem edebî eserlerinde yavaş yavaş kendini gösterir. Görsel sanatlardaki yeri başlı başına geniş bir inceleme alanıdır. Sözlü geleneğe baktığımızda ise uzun, mızrak biçiminde yaprakları, tek bir sap üzerinde çoklukla bir tane kadeh biçimli çiçeği ile yüzyıllar içerisinde nice teşbihlere konu olduğu, nice gazelde, kasidede boy gösterdiğini görür, ama ona ilkin Pers mitolojisinde rastlarız.

Söylenceye göre, yaprağın üzerinde bulunan çiğ tanesine yıldırım düşünce yaprak alev alıp yanmaya başlar ve sonunda lale meydana gelir. Rengini kendini yakan alevden alırken, yanmanın hatırasını taç yaprakları dibinde bir karaltı olarak ilelebet taşıyacaktır lale… Mitolojinin hazırladığı bu zarif sahne elbette şairlerin dikkatinden kaçmaz. Üstelik bir de bunun üzerine lale misali bağrı yanık âşığın hâllerinden dem vuran; ser verip sır vermeyen, kara sevdasını içinde gizleyen dertlilerin derdine ortak nice beyitler inşa ederler. Laleyi şiire ilk taşıyanın Mevlana olduğu düşünülür; “Lalenin yanakları yalım yalım, nergisin gözünden kaçıp gizlenmede” beytiyle laleye güzelliği, edebi ve masumiyeti yakıştırır en çok. Ardından divan şiirinde de görmeye başlarız laleyi. İlk olarak Ahmedî’nin XIV. yüzyılda yazdığı Cemşid-ü Hurşid mesnevisinde karşımıza çıkar; “Niçin gülgun sürer yüzüne lale” beytinde lale, yüzüne pembe renk süren güzeli ifade ederken, şair şaşırmakta haklıdır; öyle ya, lale bunca güzellikle acaba niçin yüzüne pembe renk sürer!…

Söylenceye göre, yaprağın üzerinde bulunan çiğ tanesine yıldırım düşünce yaprak alev alıp yanmaya başlar ve sonunda lale meydana gelir.
Söylenceye göre, yaprağın üzerinde bulunan çiğ tanesine yıldırım düşünce yaprak alev alıp yanmaya başlar ve sonunda lale meydana gelir.

XV. yüzyıldan itibaren artık lale de, tıpkı gül gibi divan şiirinin vazgeçilmez simalarındandır. Ancak bütün güzelliğine rağmen XVI. yüzyıla kadar şiirde anılan lale yabani laledir. Dağlarda, su kenarlarında, mezarlıklarda yetişir; “taşralı”dır. Usul erkân bilmez, utangaçtır, çekingendir, mahcuptur lale. Gül ise şehirlidir, saltanat sahibidir, meclislerin baş tacıdır. Necati Bey çok güzel anlatmıştır lalenin bu hâlini; “Taşradan geldi çemen mülkine bîgâne diyü/ Devr-i gül sohbetine laleyi iletmediler.” Neyse ki, lalenin gül sohbetine kabul edilmeyip çaresiz kenarda beklemesi uzun sürmez. Tevazu örtüsüne bürünüp gazelden gazele gezen lalenin sırları bir bir ortaya dökülmeye başlar. Tek bir sap üzerinde tek bir çiçeği ile tevhidi simgeler; tecelligâh-ı ilahidir lale! İsminin harfleri “Allah” lafzındaki harflerle aynıdır, ebced hesabına göre aynı sayı değerini verir; ayine-i esma-i ilahiyedir lale! Her bir harfi tek tek kaldırılsa kalan kelime yine “Allah” der. En son harfi “h”dir ki, o bile tek başına zât-ı ilahiyi ifadeye yeter; ehl-i zikirdir lale! Tersten okunsa “hilal” okunur. Hilal hem İslam medeniyetinin hem devletin simgesidir; alemdar-ı İslam’dır lale! Artık bambaşka bir değer, hatta belki bir nevi kudsiyet kazanır. Türlü benzetmelerle övülür durur. Allah, lale, hilal kelimelerinin yazımında noktalı harf bulunmayışında bile bir mana aranır. Lalenin makbulu, yazılışı gibi yaprakları üzerinde nokta, leke olmayanıdır. Öyleyse lekesiz aşkın simgesidir lale! …

Bu yabani çiçeğin XVI. yüzyılda ıslah edilip yeni türlerinin elde edilmesi ile lale nihayet 'şehirli' de olmuştur ve artık bir yüzyıl önce kabul edilmediği gül sohbetlerinin şeref konuğudur. Baki’den duyarız çiğ tanelerini mücevher edinip geldiği meclislerin sultanı olduğunu; 'Jâlelerden takınur tâcına gevher lale/ Şâh olupdur çemen iklîmine benzer lale.' Hikâyesi dilden dile yayılır; lafza-i Celâl’e ayna olmaklığın, her çiçeğe nasip olmayacak devlet olduğu anlatılır durur. Baştan bellidir ya aslında akıbet; 'Çünkü kime ki, nasip olsa kurbiyet, bulur dücihanda kemâl-i âfiyet'… Lalenin bu durumu XVIII. yüzyılda İzzet Ali Paşa’ya şu beyitleri söyletir: 'Mazhar-ı ism-i Celâl olmasa hakkâ lale/ Bulamazdı bu kadar rütbe-i vâlâ lale'.

XVI. yüzyılın ikinci yarısında başlayan lale tutkusunu, kültür yoluyla lalenin pek çok çeşidinin elde edilmesi daha da körükler. İstanbul’da ilk kültür lalesini yetiştiren Şeyhülislam Ebussuud Efendi olur. Aziz Mahmut Hüdayi de devrinin önemli lale yetiştiricilerindendir. Dönemin kalburüstü sınıfını teşkil eden devlet görevlileri, kazaskerler, din ve tasavvuf âlimlerinin belli başlı zevkidir lale yetiştiriciliği. XVIII. yüzyıl, III. Ahmed döneminde lale daha bir revaç bulur. Serşukufeciyan Şeyh Mehmed Lalezârî’nin eseri Mizanü’l-Ezhar’a göre bir lalenin değerli sayılabilmesi için sahip olması gerekli vasıflar bile bellidir. Laleye rağbet arttıkça bir ara fiyatları o denli yükselir ki; kendisi de bir lale yetiştiricisi olan Damat İbrahim Paşa’nın hükmüyle bahçelerdeki, tüccarların elindeki cins ve sayılarının belirlenip laleye narh uygulanması zorunlu kılınır. Narhtan fazla fiyatla alışverişe cesaret edenlerin çiçeklerinin müsadere edilip kendilerinin sürgüne gönderileceği bildirilir. İstanbul lalesi ya da lale-i rumi denilen bu lalelerin formu halk arasında “kaba lale” denilen Avrupa lalesinden oldukça farklı; çiçekleri badem, çiçek yaprakları hançer şeklinde uzun ve sivridir. “Lale mecmuası” denilen el yazmaları farklı çeşitte 2 bin civarında laleden bahseder.

XVI. yüzyılın ikinci yarısında başlayan lale tutkusunu, kültür yoluyla lalenin pek çok çeşidinin elde edilmesi daha da körükler.
XVI. yüzyılın ikinci yarısında başlayan lale tutkusunu, kültür yoluyla lalenin pek çok çeşidinin elde edilmesi daha da körükler.

Bunlardan bazısı renkli olarak nakşedilip, yetiştiricileri hakkında bilgi verilmiştir. Ancak bir kısmı tespit edilebilen lale isimleri, güzellikleri ile hayret uyandırır. Üretilen yeni cins laleye anlamlı, güzel bir isim vermek en az onu yetiştirmek kadar zevk addedilir; Öyle ki, lale isimleri için lügatlar dahi hazırlanır. Esamî-i lale denilen şiirler ise her beytinde bir veya birkaç lale ismi geçecek şekilde inşa edilen şiirlerdir. Ebussuud Efendi’nin elde ettiği ilk laleye “nûr-ı Adn” (cennet nuru) ismi verilir. Muhayyiru’l-ukul (akılları hayrette bırakan), gül-riz (gül saçan), zevk bahş (zevk veren), revnâk-bahş (tazelik veren), ferah feza (ferah arttıran), subh-u bahar (bahar sabahı), gül reng-i feyz (gül renginden feyizli) mir’at (ayna), işve-bâz (cilveli), âl-i kadr (kadri yüce), nûr-i cenan (gönüllerin nuru), zî-şan (şanlı), şevk bahş (şevk veren), nize-i gül-gûn (gül renkli mızrak), dil-sûz (gönül yakan), naz-dâr (nazlı), nâzende-al (nazlı kırmızı), ferah-engiz (ferahlatan), cam-ı gül renk (gül renkli kadeh), dürr-i yekta (tek inci), lâ-nazir (eşsiz), mah-ı nev (yeni ay), âfitâb-ı gülzâr (gül bahçesinin güneşi), bî-menend (eşsiz), ferah-âver (ferahlık getiren), feyz-i Hudâ, (Allah’ın bereketi), gül-ruhsâr (gül yanaklı), hüsn-i Hasen (Hasan’ın güzelliği), ikrâm-ı Hak (Allah’ın ikramı), kavs-i kuzah (gökkuşağı), nahl-i erguvân (erguvan fidanı), necm-i nâdir (nadir görülen yıldız), nîze-i rummânî (nar renkli mızrak), semen-sîma (yasemin yüzlü), tuğ-ı şâhî (padişah tuğu), Yed-i Beyzâ (Hz. Musa’nın beyaz eli), ebr (bulut) bu isimlerden bazılarıdır.

Sonradan “lale devri” diye isimlendirilen bu dönem fazla uzun sürmez. 1730 Patrona Halil İsyanı, merkezinde lalenin bulunduğu bu tutkulu deveranı birdenbire durdurur. Yitirilen canlar, zarar gören pek çok saray ve kasır, tarumar edilen çiçek tarhlarının yanında, yılların emeği neticesi elde edilmiş nadide lale cinsleri dahi üç gün içinde tamamen yok edilmiştir.

Lale Devri ıslahatları isyandan sonra da devam eder ancak İstanbul lalesi için durum farklıdır. Lale yetiştirmede artık o eski iştiyak kalmaz. Bozulan ekonomik durumun etkileri ve savaş ortamının sosyal hayat üzerindeki olumsuz tesirleri neticesi lale önce bahçelerden, sonra sohbetlerden, şiirden, hatta hatıralardan elini eteğini çeker, derin bir sessizliğe gömülür. Nihayet XIX. yüzyılda İstanbul lalesi bütün çeşitliliğiyle beraber kaybedilir… Son yıllarda bahçelerin, parkların tekrar lalelere bezenmesi, hele de İstanbul lalesinin yeniden elde edilebilmesi için kültür çalışmalarının yapılması oldukça sevindirici. Günümüz toplumunun yeni değerleri ve anlayışı içinde lalenin yeri üzerine elbette çok ve farklı şey düşünülebilir, söylenilebilir. Ancak geleceğe aktarmamız gereken; sanatı, edebiyatı, geleneği ile lalenin kültür tarihimize vurduğu damga hepimizin ortak mirasıdır.