Bir başka mevsim

​Bir  başka  mevsim
​Bir başka mevsim

Her yıl birçoğu Şanlıurfa, Adıyaman, Siirt gibi Güneydoğu Anadolu bölgesinden olmak üzere Türkiye’nin her yerinden insanlar bahar mevsiminin gelmesiyle önce ekim ardından da hasat işinde çalışmak üzere yer değiştiriyorlar. Bedeninde dünyanın hafızasını taşıyan kadınların, her biri kendinden olana yani evlatlarına, her şeyi olduğu gibi, kavramları da bir “gözgü”ye bakar gibi aktardığı dikkate alınarak, mevsimlik tarım işçisi kadınların “normal” olana yükledikleri anlama yakından bakmakta fayda var gibi görünüyor.

Bir gözgüye ger açup gözini

Gözgüde göreydi öz yüzini

Öz ârızına olurdı meyli

Kılmazdı hevâ-yı hüsn-i Leylî

Fuzuli , Leyla ve Mecnun mesnevisinde “gözgü”ye değecek bakışın hakikate erişinden bahseder. Bu beyit aklıma her düştüğünde hakikatin, kişinin ne kendinde ne nazarında, yalnız “gözgü”ye yönelişinde saklı olduğunu ayrımsarım. Bu beytin dile gelişinin üzerinden yüzyıllar geçti.

Fuzuli’nin hakikat anlayışına daha az, “gözgü”ye ise haddinden fazla rastladığımız bir zamanda yaşıyoruz. Yaşamın sürdürülebilmesi zor, zira yansımalara yabancıyız. Bugünlerde ne zaman bir köy yoluna düşsem, karşıma çıkan rengârenk kıyafetleri, çadırları, toprağa eğilmiş yüzleriyle mevsimlik tarım işçilerini görüyor, yabancılığımızı bir daha bir daha hatırlıyorum.

Türkiye’de zirai üretim yaklaşık olarak 6 milyon kişinin emeğine tekabül ediyor. Bu rakamın yarısı literatürde mevsimlik tarım işçileri olarak anılan, çoğunluğunu kadınların ve çocukların oluşturduğu göçmenlere karşılık geliyor.

Her yıl birçoğu Şanlıurfa, Adıyaman, Siirt gibi Güneydoğu Anadolu bölgesinden olmak üzere Türkiye’nin her yerinden insanlar bahar mevsiminin gelmesiyle önce ekim ardından da hasat işinde çalışmak üzere yer değiştiriyorlar.

Meyve ve sebzelerin fidanlama, ekim ve çapa işlerinden başlayarak seyreden zaman içinde kayısı, çay, fındık, mercimek, nohut, tütün gibi ürünlerin hasadını yapan bu işçiler bulundukları bölgeyi de bahar ve yaz mevsimi içinde birkaç kez değiştirmek zorunda kalabiliyorlar. Ekim ayının gelişiyle memleketlerine dönen mevsimlik tarım işçileri kışın memleketlerinde buldukları dönemlik işlerde çalışırken, iş bulamadıkları takdirde yazı beklemek zorunda kalıyorlar.

Toprağın uyanışıyla başlayan ve neredeyse milyonları kapsayan bu göç hareketi yıllardır değişmeyen barınma problemleriyle sürüp gidiyor.

Son olarak 2017 yılında yayınlanan Başbakanlık genelgesi ile iyileştirilmeye çalışılan mevsimlik tarım işçilerinin çalışma ve barınma koşulları “yaşam koşullarının normalleştirilmesi” ilkesi çevresinde kurulmuş görünüyor. Zira ucuz iş gücü olarak kabul edilen bu işçilerin yaşam şartlarının normal yaşam standartlarına getirilmesi, kendi imkânları dâhilinde oldukça zor görünürken, işveren ve devletin sosyal politikaları öne çıkıyor.

Başta, Başbakanlık genelgesiyle yetki ve görev alanları bu bağlamda belirginleşen mevsimlik tarım işçilerini ağırlayan illerin valilikleri ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının girişimleri olmak üzere, 2017 yılından bu yana bu minvalde ortaya konan çalışmalar bir bir sonuç vermeye devam ediyor.

Bu süre zarfında, devlet-işçi etkileşiminin ürünleri insanın ve yaşam gayesinin keşfedilmesi bakımından oldukça karmaşık veriler ortaya koyuyor. Fikrimce, insan yaşamı konusunda orijin niteliği gösteren ev kavramı ve bu kavrama hayat veren aile ile birlikte kadın ve çocuk özelinde bu verilerin dikkate alınması barınma problemlerinin sürdürülebilir biçimde çözülebilmesi için hususiyet arz ediyor.

Çoğu ilde valilikler marifetiyle kurulan Mevsimlik Tarım İşçileri Bürolarının gayretiyle mevsimlik tarım işçilerinin bir arada yaşamaları teşvik ediliyor.

Bu sistem; güvenlik, alt yapı, elektrik, sağlık taraması gibi ihtiyaçların giderilebilmesine imkân tanıyor. Mevsimlik tarım işçilerinin aile olarak bir arada hareket etmeleri, başka ailelerle bir araya gelmek istememeleri; elektrik ve suya kolay ulaşım dışında yaşam alanlarına herhangi bir müdahalenin olmasını istememeleri; çoğu özel kişilere ait taşınmazların üzerine kira usulüyle kurulan yerleşim yerlerini terk etmeyi reddetmeleri; ortak tuvalet/banyo, çamaşır makinesi, mutfak, eğitim gibi ihtiyaçların giderilmesi için yerleştirilen konteynerlerin konuta çevrilmesi gibi sebeplerle de büro faaliyetlerinin istenilen verime ulaşamadığı görülüyor.

Şu hâlde “yaşam koşullarının normalleştirilmesi” bağlamında normal kavramının irdelenmesi ihtiyacı ortaya çıkıyor. Bu noktada bedeninde dünyanın hafızasını taşıyan kadınların, her biri kendinden olana yani evlatlarına, her şeyi olduğu gibi, kavramları da bir “gözgü”ye bakar gibi aktardığı dikkate alınarak mevsimlik tarım işçisi kadınların “normal” olana yükledikleri anlama yakından bakmakta fayda var gibi görünüyor.

Yansımalar

Güneş tam tepedeyken, Çorum’un Alaca ilçesinde, mevsimlik tarım işçilerinin konakladığı bir geçici yerleşim yerinde, zihnimde bin bir soru ile dolaşıyorum. Zihnimde yine aynı yabancı hâl saklı. Ayakkabılarım yer yer çamura, yer yer yemek pişirilen kara düzen ocakların külüne bulanıyor.

Her çekirdek ailenin konakladığı çadırlar, yanı başına bir buçuk metre kadar genişlikte kurulmuş, zemini çakılla döşenmiş yine çadırdan banyolar, iki direk arasına gerilmiş çamaşır ipleri, odunluk ve hemen önünde kara düzen bir ocakla birbirini tekrar eden bir düzensizlik ardında yaklaşık beş konteynerin yer aldığı bayındır bir alandan ibaret içinde dolaştığım.

Çadırların içi, yer yataklarının üst üste konulduğu bir yataklık, kap kacak, kimi yerde beşik, yere yayılmış büyükçe bir halı ve birkaç minderden müteşekkil.

Önceki yıl Mevsimlik Tarım İşçileri Bürosunun marifetiyle yerleştirildiğini öğrendiğim konteynerlerin de, elektrik ve suyun yetersizliği sebebiyle amacına uygun kullanılamadığından, birkaç aile tarafından tıpkı çadırlar gibi birer eve dönüştürüldüğünü fark ediyorum.

Bu alanın hemen yanında bir su kanalı akıyor. Tankerlerle getirilen su yetmediğinde kullanmak üzere, kanaldan su çekilen siyah kalın hortumlar çadır kenti birkaç yerinden ayırıyor. Yer yer güneş panelleri ve panellerden çıkıp çadırlara uzanan kablolar, büyük kazanlar, çokça su bidonları dikkatimi çekiyor.

Bu ilk izlenimlerin ardından, dört tahta direk üzerine gerilmiş kumaş parçasının altındaki gölgelikte kadınlarla söyleşmeye başlıyoruz. Tanıştığım kadınlardan öğrendiğime göre o vakitte, orada hasta, yaşlı ya da hamile kadınlar ve eli iş tutmayan çocuklar dışında kimseye rastlamak mümkün değilmiş.

Herkes tarlada “kabala” ya da “gündelik” usulüyle alınan işte çalışmaktaymış. Beşte başlayan mesai, işin durumuna göre altıdan sonra belki ertesi gün de devam etmek üzere sonlanır; işçiler tarladan dönene kadar akşam yemeğinin hazırlanmasına, çamaşırların yıkanmasına, çocukların banyosuna, temizliğe, birkaç kümes hayvanının bakımına da günü çadırlarda geçiren bu kadınlar bakarmış.

O gün orada tanıştığım kadınların pek çoğu yirmi yirmi beş yıl baharla birlikte yola çıkıp, ekim ayına kadar tarlalarda çalışmışlar; aralarındaki gençlerin pek çoğu bu çadırlarda dünyaya gelmişler, bahara kadar altı ay memleketlerinde okullarına devam etmiş, göç mevsimi gelince okulu bırakıp tarlalarda çalışmışlar. Okuma imkânlarının hiç olmadığından bahsediyorlar, yaşları kırka varan kadınlar. Çocuklarını işaret ediyor, onları da memlekette kaldıkları altı ayda okula gönderebildiklerinden yakınıyorlar.

Gidip tarlada çalışan, çoğunun yaşı benimkine eş olan kızları görmemi salık veriyorlar. Hepsi öyle güzel, öyle gayretli eğiliyorlar ki toprağa, gençliklerinden can buluyor sanki ekin. Neye dokunsa elleri, o yeşerecek sanki.

Çadırlarında evlatları, tarlada ekin… Bir tercih etme imkânlarının olup olmadığını soruyorum, kazandıkları parayı nasıl harcadıklarını, memlekette kışı nasıl geçirdiklerini.

Şanlıurfa’da bizi doyuracak bir iş olsaydı yirmi beş yıl evvel biz buralara gelir miydik?” diye söze başlıyor içlerinden birisi. “Bize gurbet yuva oldu” diyor. “Çoluk çocuk kalkıp gelmeye alıştık, kim ister sıladan ayrı yurt tutmayı” diye de tamamlıyor. Kazandıklarını harcamakta bir engelleri olmadığını eşleriyle evi birlikte geçindirdiklerini haber veriyor bir diğeri, yeşil elbisesini gösteriyor.

İçlerinden birinin telefonu çalınca, telefonu interneti konuşuyoruz; fotoğraf çektirmekteki çekingenliklerini de dâhil ederek soruyorum, sosyal medyadan, dünyada olup bitenden nasıl haberdar olduklarını.

Okuma yazma bilmediklerinden haberleşmek dışında telefon kullanmadıklarını, hem kendilerinin hem eşlerinin, mahremiyet düşüncesine aykırı bulduklarından fotoğraf çekinmekten kaçındıklarını söylüyorlar. Hem eşlerinin her an internete girebildiklerini, her şeyleri gördüklerini, muhakkak haberlerinin olabileceğini de ekleyip aralarında gülüşüyorlar.

Etrafımızda dönüp duran, arada söze karışan erkek çocukların arasında sessiz, güzel yüzlerinde utangaçlığın yerleşmiş olduğu küçük kızlar görüyorum; kucaklarında küçük kardeşleri, yeğenleri, kuzenleri… Böyle böyle başlıyoruz anneliği öğrenmeye, diye açıklıyor kadınlar.

Yüzlerinden tebessüm eksik olmayan, orada bulunduğum vakit boyunca mütemadiyen şakalar yapan, yorgun gözlerindeki ışık hâlâ canlı, hayat dolu bu kadınların büyük bir tezatlık içinde sürekli tekrar ettikleri kelimeler bir bir seçiliyor zihnimde: Geçim, yokluk, işsizlik, okumak…

Sorularımın cevabını Beyaz’ın çatlamış ellerinde, Gülseren’in güneşin altında kızıllaşmış saçlarının arasında, Azize’nin yüzünü bir alfabe gibi kaplayan çizgilerde arıyorum. İşvereni, işi, çadırının altını tutan toprağı sürekli değişen bu kadınların aynı gökyüzü altında, dört direk arasında bir boşluğu nasıl ev ettiklerini, bir sihirli değnekleri olsaydı dokunacakları ilk şeyi görmek, bilmek istiyorum. Burada da insanlığı yoğuruyor kadınlar.

Hamuruna ne kattıklarını anlamaya çalışıyorum. Zira bir tekerleme gibi tekrar edip durulan bu kelimelerin de tıpkı normal yaşam koşulları, temel insan hakları, katmanlar arası geçiş kavramları gibi ünsiyete sirayet etmeyen bir yanı olmalı.

Bu kadınların ve çocukların, alınlarında parlayan güneşe, dönüşen, değişen, gelişen dünyaya inat on yıllardır değişmeyen bu çadır kentte gülüp eğlenmeye, bildikleri düzeni, çok fazla müdahaleyle karşılaşmaktan çekinerek, devam ettirmekte ısrar etmelerinde bir sebep olmalıydı diye düşünüyorum. Ki bu muhakkak yerleşiklerin “yaşam koşullarını normalleştirme” biçimine denk düşecektir diyorum içimden.

Nasılsa bakışımızın önüne geçen bu “gözgü” bir, yalnızca farklı taraflarda duruyoruz. Öyle ki orada tanıştığım kadınlar on yıllardır sürüp giden düzeni değiştirmek değil, onlara göre tanımı, yöntemi, imkânı başka bir “yaşam koşullarını normalleştirme” arzusu duyuyorlardı.

Başka yaşama biçimini tecrübe etmemiş kadınların taleplerini dinlemek için yönelteceğiniz her soru da bu yüzden cevapsız kalıyordu. Ellerine tutuşturacağınız sihirli değnekle dokunacakları ilk şeyin ne olacağını her seferinde yanlış tahmin etme ihtimaliniz gerçekleşiyordu.

Arzuhal

Kadınlar, çadırdan, sırçadan, neyden olursa olsun, çatıları altında başlarını yastığa koyduklarında düşledikleriyle, içlerinde ukdeyle, parlak bir fikirle, çocuklarına masal diye anlattıklarıyla, korkuları, şarkıları ve kahkahalarıyla bir boşluğu ev ediyorlardı. Ellerinde çatlak, yüzlerinde çizgi, gözlerinde duman, seslerinde neşeyle…

Arzularıyla, inançlarıyla, sevgileriyle. Bütün bu sayıp dökmelerin önemi yok: Var olmakla bir boşluğu ev ediyorlardı. Bu varlık, kendinden olana, dışında kalana, yanına varana tekrar edip duranı anlatmanın ötesine geçiyordu şu hâlde. Sorular sordum. Cevaplar orada kaldı. Hem, kozanın dışına çıkmamış bir kelebek, “gözgü”de ne görecek, ona ne anlatacaktı.