Bir kavuk devrediliyor ya biz?

​Bir kavuk devrediliyor ya biz?
​Bir kavuk devrediliyor ya biz?

Yıllarca tiyatro sanatı ile ilgili ya da ilgisiz herkesin zihninde yer edinen bir soru dolanıyordu entelektüel çevrelerde: Ferhan Şensoy, kavuğu kime devredecek? Özellikle magazin basınında genç komedyenlerden (yani bir bakıma potansiyel “Kavuklu” adaylarından) Cem Yılmaz, Ata Demirer, Şahan Gökbakar vb. isimlerin adı geçtiğinde, ara ara da olsa bu konu tekrar gündeme gelirdi. Fakat Şensoy, kesin bir dille öyle herhangi birine kavuğu devredemeyeceğini, kavuğun ancak belirli şartlara haiz, tiyatro kökeni olan bir “komik”e devredilebileceğini ve hatta gerekirse devretmeyebileceğini de söylüyordu.

Ferhan Şensoy, ustası Münir Özkul’dan, Özkul’un İsmail Dümbüllü’den, Dümbüllü’nün de Kel Hasan Efendi’den devraldığı ve geleneksel Türk tiyatrosunun bir simgesi olan kavuğu, nihayetinde, 2017 Mayıs’ında Rasim Öztekin’e devretti. Böylece “kavuk” meselesi gündemimize hızlıca tekrar girmiş ve hatırlanmış oldu.

Ferhan Şensoy, ustası Münir Özkul’dan, Özkul’un İsmail Dümbüllü’den, Dümbüllü’nün de Kel Hasan Efendi’den devraldığı ve geleneksel Türk tiyatrosunun bir simgesi olan kavuğu, nihayetinde, 2017 Mayıs’ında Rasim Öztekin’e devretti.
Ferhan Şensoy, ustası Münir Özkul’dan, Özkul’un İsmail Dümbüllü’den, Dümbüllü’nün de Kel Hasan Efendi’den devraldığı ve geleneksel Türk tiyatrosunun bir simgesi olan kavuğu, nihayetinde, 2017 Mayıs’ında Rasim Öztekin’e devretti.

Kavuk devrinden birkaç gün sonra, Ahmet Murat’ın “Kavuk” başlıklı bir yazısı yayımlandı Gerçek Hayat dergisinde. Ahmet Murat, bu kavuk meselesine çok farklı bir açıdan yaklaşıyordu yazısında.

Sembollerin dünyası olan geleneksel dünyanın, bugün için bile en sekülerlerimizin, en modernlerimizin dahi, en azından mesleki bir yetkinliğe dikkat çekmek gerektiğinde başvurmak zorunda kaldıkları bir yapı olduğundan bahsediyordu özetle.

Ferhan Şensoy’un kavuk devrinin, bir şeyh efendinin halifesine tâc-ı şerif giydirmesi töreni ile paralel bir okumasını yapıyordu aynı zamanda. (İlgili yazıyı internet ortamından rahatça bulup okuyabilirsiniz.)

Ben de bu yazıyı okuduğumda, bir Ferhan Şensoy hayranı olarak aynı zamanda, zihnimde başka sorular ve düşünceler uyanmıştı. Aslında bu ve benzeri sorular/düşünceler zihnimde daima yerleşikti ve yeri geldiğinde dile getiriyordum.

Fakat Ahmet Murat’ın bu yazısı ışığında ve eski kavuklulardan Münir Özkul’u kısa bir süre önce yitirmemiz vesilesiyle konunun tazelenmesini fırsat bilerek, daha derli tolu bir şekilde kâğıda dökme olanağını yakalamış oldum.

Aslında yanıtını aradığım sorular kabaca şöyleydi:

Müslümanlar geleneksel yaşamdan bilerek ya da bilmeyerek bu kadar kopuk yaşarlarken, seküler ya da modern dediğimiz birçok kişi, sanatçı, aydın vs. nasıl oluyor da kendi alanlarındaki gelenekleri yaşatmakta diretiyorlar?

Hatta Ferhan Şensoy özelinde, Kemalist ideolojiye bağlılığını sürekli olarak deklare eden bir isim, (mübalağa ediyorum belki ama) zaman zaman İslami çizgiyi de içine alacak kadar, nasıl oluyor da kendi sanat alanında geleneksel olana böylesine bağlı kalabiliyor? Buna karşın, Müslüman yazarların, şairlerin, sanatçıların gelenek ile olan bağları neden bu kadar pamuk ipliğine bağlı?

Ferhan Şensoy örneği: Gelenek ve sanat ilişkisine bir bakış

Ferhan Şensoy, biyografisine baktığımız zaman tam olarak “beyaz Türk” ya da “burjuva” olarak tanımlayabileceğimiz bir isim.

Babası Yusuf Cemil Şensoy CHP’li Çarşamba (Samsun) belediye başkanı, annesi Müjgan Şensoy ise aydın bir öğretmen. Ayrıca Şensoy ailesinin Çarşamba’da bir de sinema salonu var: Ferhan Sineması. Ferhan Şensoy Galatasaray Lisesi’nde, ardından da Fransa’da tiyatro okuyor… Sanırım bu kadarı bile Şensoy’un ne kadar modern bir ailede/çevrede yetiştiğini anlamamız için yeterli.

Ferhan Şensoy’un geleneksel Türk tiyatrosuyla bağı ise lise yıllarında yaptığı öğretmen taklitlerini izleyen Haldun Taner ile tanışmasıyla başlıyor. Taner’in, “Sen kabarecisin, bu yaptığın da tuluat” sözü ile bu alana ilk adımını atmış oluyor Ferhan Şensoy ve 17 yaşında bir lise öğrencisiyken elini tuttuğu Haldun Taner’in ve bu yolun peşini bırakmıyor bir daha. (Burada “el tutmak” derken ne demek istediğimi okur anlayacaktır elbette: Müridin şeyhine bağlanmasına, biat etmesine “el tutmak” da denir tasavvuf literatüründe. Ahmet Murat’ın ilgili okumasına ufak bir telmih aynı zamanda.)

Münir Özkul ve İsmail Dümbüllü, 1968 yapımı “Kanlı Nigar” filminden.
Münir Özkul ve İsmail Dümbüllü, 1968 yapımı “Kanlı Nigar” filminden.

Bu geleneksel yolda Ferhan Şensoy’un daha sonra elini tuttuğu birçok farklı isim de oluyor. Zaten Şensoy’un eserlerine şöyle bir göz atanlar dahi, sürekli olarak sitayiş ve hürmetle bahsettiği tüm bu isimleri görebilirler.

Sanırım burada şu soruyu da sormak gerekiyor: Bugün hangi usta sanatçı, yazar vs. ustalarından bahsediyor? Bahsetmeyi bir yana bırakalım, kim bir ustası ya da rehberi olduğunu kabul ediyor, bununda gurur duyuyor, karşılıksız o isimlere hürmet gösteriyor?

Öyle ki, Ferhan Şensoy’un 90’lı yıllarda oynadığı tiyatro oyunlarının kayıtlarına bakarsak, oyun sonrası selamda, ustaları Erol Günaydın ve Münir Özkul’un ellerini öptüğünü, bu saygısını tüm izleyiciler karşısında da sürekli olarak gösterdiğini görebiliriz.

Ya da Gündeste kitabında yer alan şiir formundaki metinlerindeki “Hu/Hü” kullanımına bakabiliriz. Mutasavvıf şairlerin kaleme aldıkları farklı formlardaki eserlere bakarsak, özellikle bestelenmiş olanlarında, mısra sonlarında “Hu” lafzını sıkça görebiliriz. (“Hu”, sufilere göre Allah’ın zatına işaret eden ismidir.)
Ya da Gündeste kitabında yer alan şiir formundaki metinlerindeki “Hu/Hü” kullanımına bakabiliriz. Mutasavvıf şairlerin kaleme aldıkları farklı formlardaki eserlere bakarsak, özellikle bestelenmiş olanlarında, mısra sonlarında “Hu” lafzını sıkça görebiliriz. (“Hu”, sufilere göre Allah’ın zatına işaret eden ismidir.)

Tüm bunlar bir yana, geleneksel yaşamın, yani bir bakıma İslam dininin dilini ve birikimini de Şensoy’da görebiliyoruz. Örneğin bendeniz, bir tasavvuf terbiyesi olarak kişinin kendisinden “ben” yerine “fakir” diye bahsetmesini Ferhan Şensoy’un metinlerinde gördüm ilk olarak.

Lise yıllarında Şensoy’un kitaplarını okurken, hatıralarını yazdığı yerlerde kendisinden bahsederken “fakir” sıfatını kullanmasından dolayı, bunu önce lakabı sanmıştım. Fakat sonraları böyle bir edebin olduğunu öğrenince, birçok Müslüman yazarda bile bunu görmediğime şaşırmıştım.

Ya da Gündeste kitabında yer alan şiir formundaki metinlerindeki “Hu/Hü” kullanımına bakabiliriz. Mutasavvıf şairlerin kaleme aldıkları farklı formlardaki eserlere bakarsak, özellikle bestelenmiş olanlarında, mısra sonlarında “Hu” lafzını sıkça görebiliriz. (“Hu”, sufilere göre Allah’ın zatına işaret eden ismidir.)

Çok fazla aşırı yorum yapıyor gibi görünebilirim. Fakat bir lise talebesi olan bendeniz, o güne kadar hiçbir Müslüman yazardan/sanatçıdan duymadığım Eşrefoğlu Rumi Hazretleri’nin ismini dahi Ferhan Şensoy’dan duymuştum. Eşrefoğlu Rumi Hazretleri’nin “Bana derdin gerek derdin / Niderem mal ü ni’mayı” diye başlayan nutk-u şerifinden ilham ve alıntılar ile yazıp bestelediği “Âşıklar Makamı” adlı şarkısını, Ferhan Şensoy’un kendi sesinden dinleyebilirsiniz YouTube’da.

Gelenekten uzakta, sanat nerede?

Altının sahtesi yapılır, tenekenin değil” sözünü göz önüne alarak, görüyoruz ki bu “Kavuk” meselesinin bile muadilleri çıkmış durumda. Nasıl ki sahte şeyhler ve tekkeler her çağda oluyorsa, farklı tiyatrocular da farklı semboller devretmeye başladılar bile. (Bkz: Müjdat Gezen’in Şevket Çoruh’a “Fes” devretmesi.)

Demek ki geleneksel olan, yani hakiki olan bir şekilde yaşamaya devam ediyor. Edecek. Peki, Müslüman kimliğini sürekli olarak ön plana çıkaran/çıkartılan yazarlarımız, şairlerimiz, sanatçılarımız “Kavuk” ya da yukarıda dilim döndüğünce anlatmaya çalıştığım Ferhan Şensoy örneğine göre nasıl bir konumdalar? Geleneği, kendi dünyalarında ve eserlerinde ne kadar içselleştirmiş durumdalar? Siyasi söylemlerin, slogan cümlelerin, yapıştırma alıntıların ötesinde geleneğin nasıl ve ne kadar dâhilindeler?

Elbette bu sorular, daha daha uzayıp gidecek ve yanıtını görmemiz için belki de uzun yılların geçmesi gereken sorular. Sonuçta, “kültürel iktidar” denen şeyin peşinden koşmaktan, kültüre ve sanata vakit ayırmanın önemini ve gerekliliğini yeni yeni anlıyor endişeli/modern Müslümanlar.

Fakat en azından şunu hatırlamakta yarar var: Gelenek dediğimiz şey, ölü veya atıl bir şey değildir. Tersine yaşayan, yaşanılması gerekli olandır. En basitinden en önemlisine tüm unsurlarıyla (Unutmamalı: “Kemal, teferruattadır”), geleneksel olarak kabul ettiğimiz dünyanın içinde yaşamayı ve bu dünyadan hakiki olarak, hiç olmazsa entelektüel alanda, beslenmeyi ve mütevazı da olsa katkılarımızla bu dünyayı beslemeyi ihmal etmememiz gerekiyor.

Karagöz’ü bir çocuk eğlencesi, orta oyununu ramazan aylarında belediye etkinliği, tekke şiirini bidat, usta-çırak ilişkisini bireyselleşmenin önünde engel vs. gördükçe bir yere varamadığımız kesin.

Çok basit gibi görünebilecek “Kavuk” meselesi gündeme gelmese tasavvufu, geleneği, hatta İslam olanı (en azından kültür ve sanat alanında) hatırlayamayacak hâlde olmamız üzücü değil mi?