Biz okumuşlar, havadaki sersem kuşlar gibiyiz: Alternatif eğitim için sayıklamalar

Biz okumuşlar, havadaki sersem kuşlar gibiyiz:  Alternatif eğitim için sayıklamalar
Biz okumuşlar, havadaki sersem kuşlar gibiyiz: Alternatif eğitim için sayıklamalar

Rivayet ederler ki halktan bir kişi bir gün, Zen ustası Rikyu’ya şöyle demiş: “Usta, bana En Üst Bilgeliğin kurallarını lütfen yazar mısın?” Rikyu hemen fırçasını almış ve “Dikkat!” diye yazmış. “Hepsi bu mu?” diye sormuş adam, “Başka bir şey eklemeyecek misin?” Rikyu tekrar fırçasını almış ve “Dikkat, dikkat!” diye yazmış. “Evet, ama” demiş adam, sıkılarak, “bu yazdıklarınızda hiçbir derinlik ve sır göremiyorum.” Rikyu, sıkılmadan ve bilgece, tekrar fırçasını eline alarak, “Dikkat, dikkat, dikkat!” yazmış. Adam kızgınlıkla bir kez daha sormuş: “Peki, dikkat kelimesinin anlamı nedir?” Rikyu aynı sakinlik ve bilgelik içinde cevaplamış bu soruyu: “Dikkat kelimesinin anlamı, D i k k a t’tir.”

Bu yazı alternatif eğitimle ilgili bir sayıklama olarak kabul edilsin; herkesin hemen hemen her şeyden hem çok “emin” hem de çok “şüpheci” olduğu bir zamanda zamanın ruhuna uygun bir sayıklama…

Önce “eğitim” kelimesinin etimolojisiyle ilgili bir notla başlayalım o hâlde:

  • “Dil Devriminin en heyecanlı günlerinde ([19]33 yahut 34 olmalı) açmışlar Divan-ı Lugat-i Türk’ü, iğitmek diye 900 senelik bir fiil bulmuşlar. Anlamı ‘hayvan veya köle beslemek, yetiştirmek’. Bilmem neden, bu olsa olsa égitmek olmalı diye karar vermişler, etrafta soracak doğru dürüst dilbilimci de yok, eğitmek diye Türkçeleştirmişler. Oysa kelimenin aslı besbelli /i/ ile iğitmek. Türkçede bunun gayet güzel bir türevi de mevcut. İğdiş, orijinal anlamı ‘besleme, ehli hayvan veya hizmetçi’. Ama Kaşgarlı özellikle belirtiyor, Oğuzlar bunu ‘hadım edilmiş köle’ anlamında kullanır diye.”

Sevan Nişanyan böyle diyor. Bu bir kenarda dursun.

Eğitim için şu “eski dil”de kullanılan kelimelerin sayısı ise hayli fazla: maarif, talim, tedris ve nihayet terbiye. Yerimiz dar; o yüzden bir tanesini seçelim: Tedris (Arapça) “d-r-s” kökünden geliyor ve tam olarak karşılığı, “ders vermek” anlamına geliyor. Peki “ders” ne anlama geliyor? Bir metni cümle cümle yorumlayarak vaaz vermek, anlatmak, belletmek.

“İğdiş edilmiş, hadım edilmiş köle” ile “bir metni cümle cümle vaaz ederek belletmek”: Aradaki farka biz kısaca “gerileme” diyelim de söz yerine otursun, orda biraz hayat bulsun.

* * *

Geçtiğimiz yüzyılın önemli felsefecilerinden Collingwood, kendi “eğitim” sürecinden bahsettiği Bir Özyaşam Öyküsü adlı otobiyografik metnine şöyle başlar: “On üç yaşıma değin babam eğitti beni.

Collingwood, bu harika özyaşam öyküsünün ilk bölümünde babasının neden kendisini “standart” bir eğitim kurumuna “göndermediği”nden bahseder uzun uzadıya. Kısaca şunu söyler: Babam vermek istediği (siz bunu “vaaz” etmek istediği diye okuyun), hiçbir şeyin o çokbilmiş eğitim sisteminin içinde olamayacağını gayet iyi biliyordu ve her gün, başta Yunanca ve Latince olmak üzere, bütün eğitim sürecimle kendisi bizzat ilgilendi.

Çok ilginç bir şekilde, tıpkı gelenekte olduğu gibi, satır satır metin okuduklarından bahseder büyük modern felsefeci Collingwood. Üstelik bu eğitim sadece kitap okumakla sınırlı da değildir: “Bana eski çağ ve çağımız tarihi dersleri veren, olup bitenleri, bir tasta kaynattığımız gazetelerle yaptığımız kabartma haritalarda göstererek anlatan babam oldu.” Hayat bilgisi biraz böyle bir şey olsa gerek…

* * *

Devam edelim.

Kazancakis’in Zorba’sında, hayata karışmak için Girit’e gitmekte olan ve aynı zamanda romanın anlatıcısı olan “Patron”, limanda sırtında santur taşıyan bir adamla, Aleksi Zorba’yla karşılaşır. Patron ile Zorba, balıkçı kahvesinde sohbet ederler ve birbirlerine iyice ısınırlar. Patron’un Girit’te bir linyit madeni vardır. Zorba, Patron’a her işte çalışabileceğini, ona yardımcı olabileceğini söyler ve Patron da Zorba’yı yanında götürmeye karar verir.

İlgili bölümde Patron, Zorba’nın ihtişamlı ama bir o kadar naif hâlini şöyle anlatır:

  • “‘Bu adam,’ diye düşündüm, ‘okula gitmediği için beyni bozulmamış. Çok şeyler yapıp, çok şeyler görmüş ve çekmiş, açılmış, kalbi ilkel cesaretini kaybetmeden genişlemiş. Bizim için dallı budaklı ve çözülmez olan bütün sorunları o, hemşerisi Büyük İskender gibi bir kılıç vuruşuyla çözüveriyor. Onun açık vermesi zordur. Çünkü tabanlarından başına kadar, bütünüyle toprağa dayanıyor. Afrika vahşileri yılana taparlar, çünkü bütün vücutları toprağa değer ve böylece toprağın bütün sırlarını bilirler. Bu sırlara, karnı, kuyruğu, edep yeri ve başıyla varmıştır o. Biz okumuşlar, havadaki sersem kuşlar gibiyiz.’”
  • Tekrar da fayda vardır efendim: “Biz okumuşlar, havadaki sersem kuşlar gibiyiz.”



Standart bir yorum yukarıdaki alıntıları muhtemelen şöyle yorumlayacaktı: Modern eğitim bizleri iğdiş edilmiş birer hayvan gibi görmekte, hepimize tek tip bir eğitim vermektedir. Dahası işbu eğitim, bizleri hayata hazırlamak şöyle dursun, ondan koparmakta, hayatla olan bağımızı askıya almaktadır. Son olarak, bir yaşam belirtisi ancak “cahil” diye yüzüne bakmadığımız ama hayat bilgisiyle dolu o şanslı olanlarımızda saklıdır.

Ama heyhat; gelin görün ki durum hiç de sandığımız kadar naif yahut basit değildir aslında.

Dümeni biraz teorik tartışmaya kıralım izninizle.

Modern düşüncenin en belirgin yahut başat sonucu geleneksel yapıların hayatı algılamayla ilgili bize sağladığı çerçeveyi dağıtmasıdır. Bu andan sonra artık karşımızda hayatı kendisi anlamak ve yorumlamak zorunda olan bireyler vardır. Söz konusu bu süzme birey, geleneğin ona verdiği bütün çerçeveyi iptal ederek dünyayı kendi gözlükleriyle görmeye başlar. Teorik köklerini Kant’ta bulan yaklaşım, her birimizin kendi “deneyim”inin asıl olduğunu söyler ve ekler: Dünya/nesne diye kendinden menkul, gerçekliği olan bir “şey” yoktur. “Benim dışımda bir nesne yok; nesne benim kurduğum bir şeydir”.

Modern devlet tam da böyle bir zeminde ortaya çıkar, oluşan otorite boşluğu kendi gücünü devreye sokarak tamamlar ve bırakın kâğıtları yeniden karmayı, masayı dağıtarak yeni bir oyun kurar ve alabildiğine bağırır: Buranın ağası benim dostlar… Başka bir deyişle keşke herkesin kendi doğrusunu bulduğu bir dünyada rahatça, müdanasız ve kimseye minnet etmeden yaşaması mümkün olsaydı. Ama ne yazık ki güç oyunu bozmuş, kötüler de kadı olmuştur Yemen’e… Modern devlet var olan bütün güç yapılarını kendi tekeline alır ve “hukuk” adı altında kendi doğrularını o çok sevdiği bireylerine dayatmaktan çekinmez. Kant bunu görse oturup ağlardı muhtemelen. Öyle ya; aydınlanmış bir birey olarak benim payıma, devletin kanatları altında boğulmak mı düşecekti?

  • Dolayısıyla eğitim tartışması aslında bir “otorite” tartışmasıdır, nereden bakarsanız bakın. Modern devletin gücünün zirvesine çıkması, eğitimle hayatımızı yönlendirmeye başlamasıyla mümkün olur. Nasıl derler; asıl silah kalemdir ya da Mazhar Alanson’u yardıma çağırarak soralım öyleyse: Bu ne biçim hikâye böyle, güzel abiler?

Bir yandan teorik olarak yeniden tanımlanan hakikatler, bir yanda devletin gün bu gündür deyip sopasıyla hepimizi eşek sudan gelinceye kadar dövmesi.

Acımız büyük; yaramıza biraz daha teori basalım ve şifa umalım yüce Mevla’dan:

Modern eğitim, bütün bu işlemin taşıyıcısı olarak, tam da bu noktada ikili ve paradoksal ve pek mânidar bir hamle yapar: Hem Kantçı bir üretimle nesneleri benim kurduğumu, yani her şeyin bir hakikat oyunu olduğunu söyler ama öte yandan da, her şeyin herkes tarafından rahatça “kurulabildiği” bir dünyayı tek başına kurmaya çalışır. Kendi gücünü bir hakikat boşluğundan yararlanarak ama onun yerine bir söylem olarak tekçi bir “hakikat” vaaz ederek yürütmeye çalışır şu bizim modern devlet.

Tam da bu noktada bir kurtarıcı çıkar sahneye: alternatif eğitim. Sahneye çıkar ve der ki: Ey ahali; ey “çırpını çırpını giden atlardan”, “patavatsız yurttaşlar sırasına” girmek için inen, “ey hayat rengini sazendelik sanan yırtlaz kalabalık”: Başka bir imkân, başka bir dünya mümkün.

Böyle der ve sorar: Herkesin kendi dünyasını kurup var olabildiği bir dünyada neden hakikatin sahibi bir güç (Devlet? Otorite? Eğitim?) olsun ki? Madem dünyanın büyüsü bozuldu neden artık gerçekten kendim kuramıyorum şu dünyayı? Neden çocuğum her şeyi kendi deneyimleyemiyor da, ona öğretilmesi gerekenleri bir “söylem”den ibaret olan tekçi yapı belirliyor?

İster eğitimle ders arasındaki uçurumu düşünün, ister Collingwood’un babasının dizinin dibindeki hâlini, isterse Patron’un, okumuşlar için söylediği o veciz cümleyi. Hepsinin işaret ettiği yer bana öyle geliyor ki şu “deneyim” hikâyesinin nasıl ters yüz edilerek, bir otorite kaybıyla birlikte, başıboş ve kontrolsüz bir hâle geldiğini anlatıyor.
İster eğitimle ders arasındaki uçurumu düşünün, ister Collingwood’un babasının dizinin dibindeki hâlini, isterse Patron’un, okumuşlar için söylediği o veciz cümleyi. Hepsinin işaret ettiği yer bana öyle geliyor ki şu “deneyim” hikâyesinin nasıl ters yüz edilerek, bir otorite kaybıyla birlikte, başıboş ve kontrolsüz bir hâle geldiğini anlatıyor.

İster eğitimle ders arasındaki uçurumu düşünün, ister Collingwood’un babasının dizinin dibindeki hâlini, isterse Patron’un, okumuşlar için söylediği o veciz cümleyi. Hepsinin işaret ettiği yer bana öyle geliyor ki şu “deneyim” hikâyesinin nasıl ters yüz edilerek, bir otorite kaybıyla birlikte, başıboş ve kontrolsüz bir hâle geldiğini anlatıyor.

Dolayısıyla aradığımız aslında kaybettiğimiz o otorite kaybıyla birlikte kökensel bir arayış olsaydı doğrusu sorun yoktu. Ama gelin görün ki kimsenin derdi “deneyim”in herkesi sarıp sarmaladığı bu boşluktan kurtulmak değildir ne yazık ki. Dünyayı kavrarken rehbersiz, yani kendi dışında bir varoluş alanına yaslanmayan her türlü “alternatif” arayış, eleştirdiği hasmının eksik bıraktığı boşluğu tamamlamış olacaktır.

Çünkü “deneyim”, Kant sonrası dünyada basitçe şu demektir: Ben ancak ve ancak kurduğumu bilebilirim. Kurduğum kadarıyla ve kurduğum üzerinden ben (bir) nesneyi bilebilirim. Bunun dışında bir bilgim, bir tecrübem, deneyimim yoktur, olamaz. Burada kurmak, “bir rehber eşliğinde” olmaksızın dünyayı kavramak demektir. Başka bir söyleyişle, geleneğin bir rehber eşliğinde yaptığı “talim”, (bir metni satır satır okumak), hiçbir zaman ipin ucunu, talim yaptırana vermez, ona emanet etmez. Gerçek bir alternatif arayış yahut çaba, (eğitimin, iğdiş etmenin zıttı olarak) ipin ucunu deneyimin sahibi olan “özne”ye bırakmamakla başlar, kaim olur. Çünkü satır satır okuma faaliyeti, genişçe bir geleneğin içine yaslanır, orada hayat bulur. Rehber, talim ettiren, kendi namı ve hesabına konuşmaz. Denilebilir ki o, büyük bir birikimin varisi olarak orada hazır bulunur ve burada bir kurma faaliyeti olarak deneyime yer yoktur, bilgi burada olsa olsa bir hatırlatma, izini sürme, bir belletme yoluyla, satırların arasında süzülüp bulunacak bir nüve olarak hazır bulunur.

İşbu yüzden zorunlu eğitimin muadili belki de alternatif eğitim değil de eğitimin olmadığında ve deneyimin nasıl bir sarhoşluğa ve hakikat kaybına işaret ettiğinde saklıdır belki de.

  • Eskiden Çin’de sağlık hizmetleri şöyle işlermiş: Hastalar, hekimlere hasta oldukları günler için değil de, hasta olmadıklarında para öderlermiş. Yani asıl olan hastalık değil de sağlıkmış.

Belki de aradığımız alternatif bu meselde saklıdır; ne dersiniz?