Efendi değil, uşak ol!

Tolstoy
Tolstoy

Diyalektik ustası Hegel, felsefesini “kurgularken” Geist kavramından yola çıkıyordu. İngilizceye Mind veya Spirit; Türkçeye Akıl, Ruh veya Tin gibi kelimelerle çevrilen Geist, evrensel bir Akıl/Ruh idi (galiba).

Şamandan filozofa, âlimden aydına kadar her ehl-i vukuf kendi çapında bir “müşkül çözer”dir. Biraz da müşkülpesent. İşini nedense “kafa karıştırarak” yapar. Ben de yazı hayatıma iktisatçı Schumacher’in felsefi eseri Aklı Karışıklar İçin Kılavuz tercümesiyle adım atmıştım. Akıllar durulmaz, dalgalanmadan!

Schumacher
Schumacher

Günlük hayatta dilimize sakız olan şu ifadeleri kim bilmez ve kullanmaz: “Ben senin uşağın değilim!” “Uşak değil, efendi olacağız!” Ol abicim, elini tutan yok. Aklımızı çeliyorsun ama Bay Yazar! Nedir o, “efendi olma, uşak ol!” lafı öyle? Kendi kafa karışıklığını bize bulaştırmasan olmaz mı? Hani bir vakitler “Bilge gibi düşün, halk gibi konuş!” diye yazmıştın?

İtiraf edeyim ki, efendilik/uşaklık meselesinde (meselinde mi deseydim?) kafamı ilk karıştıran fakat nihayette beni ikna edemeyenler Hegel ile Marx oldu. O genç yaşımda, söylediklerini anlar gibi oluyor, fakat gerçekle tam irtibatlandıramıyordum. Bu iki ismi dilinden düşürmeyen birçoklarının da aslında “anlıyor gibi yaptıklarını”, yani rol kestiklerini hissediyordum. Fikir hayatımız neşesiz bir tiyatroydu sanki (1970’lerin ikinci yarısından söz ediyorum). O can sıkıntısı ve kafa karışıklığı içinde Tolstoy’un Efendi ile Uşağı hikâyesini okuduğumda, müşkülün çözülüverdiğini hissetmiştim. Roman’tik ışık böyle bir şey midir?

Hegel, Marx ve kapitalizm

Diyalektik ustası Hegel, felsefesini “kurgularken” Geist kavramından yola çıkıyordu. İngilizceye Mind veya Spirit; Türkçeye Akıl, Ruh veya Tin gibi kelimelerle çevrilen Geist, evrensel bir Akıl/Ruh idi (galiba ). Kimin aklı, kimin ruhu? Benim, senin, herkesin. Tek tek bütün akıllar, Evrensel Aklın tezahürleriydi. Bu belki de bizim Tanrı dediğimiz varlıktı. (Varlık? Hem biz hem Tanrı varlık, öyle mi?) Tanrı, belki bütün evrendi. Tarih, bu evrensel aklın mantıken zorunlu bir yolda ilerlemesiydi.

Hegel
Hegel

Bu son cümle ile biraz kendime gelebiliyordum. Tarih, mantık, ilerleme... az çok anlar gibi olduğum, en azından anladığımı sandığım kavramlardı. Hegel, diyalektiğin tarih/toplum boyutunu Efendi/Köle meseliyle açıklamaya çalışıyordu. Efendi ile Köle, kendi müstakil kişiliklerinin farkında olsalar da, Evrensel Aklın tezahürleri olduklarını bilmiyor ve birbirlerini hasım sayıyorlardı. Husumet çatışmaya yol açıyor, sonuçta biri diğerini köleleştiriyordu.

İlk bakışta Efendi her şey, Köle ise bir hiç’ti. Hakikatteyse, çalışan ve emeğiyle dünyayı dönüştüren Köle’ydi. Köle çalışmakla tatmin oluyor ve öz-bilincini geliştiriyor, Efendi ise Köle’ye bağımlı kalıyordu. Son kertede, bu iki müstakil varlık arasındaki çatışma, Köle’nin özgürleşmesiyle aşılıyordu.

  • Akıl evrenseldi, fakat tek tek akıllar bu ortak evrensel mahiyetin farkında değildiler. Hegel bu duruma “Aklın kendine yabancılaşması” diyordu. Evrensel Aklın tezahürleri olan insanlar, aynı Aklın tezahürü diğer insanları yabancı veya hasım görüyorlardı. Oysa hepsi aynı büyük bütünün parçalarıydı. Hegelciler iki gruba ayrılıyordu. Sağ Hegelciler, insan toplumunu Evrensel Aklın tezahürü sayıp haklılaştırıyor (“Reel olan, rasyoneldi!”); Sol Hegelciler ise adil bulmadıkları mevcut toplum düzenine başkaldırıyordu (“Rasyonel olmayan, reel olamazdı!”)

Derken Hz. Marx (a.m.v.) zuhur ediyor ve baş üstü duran Hegel’i ayakları üstüne oturtuyordu. Nasıl mı? Efendi/Köle diyalektiğini birey yerine topluluklara (sosyal sınıflara) uygulamak suretiyle. Kapitalist ekonomi, insan yabancılaşmasının zirveye ulaşmasıydı. İnsanlığı kapitalizmin egemenliğinden kurtaracak maddi güç ise işçi sınıfındaydı, proleteryada. (a.m.v. = Allah müstehakını versin)

Akılsız bencil kapitalist

Tolstoy, kapitalizmi hiç sevmedi. Kendisi feodal bir bey, “dokuz köyün sahibi” bir toprak ağası olduğu için mi? Hayır! Kapitalisti sadece bencil değil, aynı zamanda akılsız saydığı için. Geç sayılabilecek bir dönemde (1895) yazdığı Efendi ile Uşağı’nda bile kapitalisti “akılsızca bencil” bir tip olarak resmeder. Akılsız bencillik, kapitalisti öz-yıkıma uğratır. Kendi kuyusunu kendi kazar. Akıllı görünen Akılsız Efendi ölür, akılsız varsayılan Köle yaşamaya devam eder. Hegel bu kısa roman yahut uzun hikâyeyi okuyacak kadar yaşamış olsaydı, işte beni doğru anlayan ilk ehl-i irfan derdi. Hikâyeyi özetleyelim:

Tolstoy
Tolstoy

Kilise yönetim kurulu başkanı ve ikinci sınıf tüccar Vasili Andreyiç Brehunov, komşu köydeki bir koruluğu kelepir fiyata kapma peşindedir. “Kentli tüccarlar bu yağlı parçayı elinden kapmadan bitirmeliydi işini.” Aslında ilçedeki tüccarlarla bir tür alım karteli oluşturmuşlardı; “bir tüccar bir başkasının bucağında satılan malın fiyatını artırmazdı.” Fakat il merkezindeki kereste tüccarları işi bozabilirdi. Elini çabuk tutması lazımdı.

Yılda 80 yerine 40 ruble ödediği sadık uşağı Nikita ile yola çıkar. Fakat fırtınaya yakalanır ve başka bir köye uğramak zorunda kalırlar. Orada ağırlandıkları evin cömert sahibi o geceyi köyde geçirmelerini ister, fakat Vasili razı olmaz. “İnsan bazen bir saat geç kalmakla kaçırdığını, bir yılda kazanamaz”mış; öyle der! Kafası yol boyu kazanç hesaplarıyla meşguldür. “Hayatının tek amacı, tek anlamı, tek öğüncü olan kazanç hırsı. Bugüne değin ne kadar para kazanmıştı, bundan sonra ne kadar kazanacaktı? Tanıdığı başka tüccarların ne kadar malı mülkü vardı, onlar nasıl para kazanıyorlardı? Kendisi de onlar gibi çok kazanmak için neler yapmalıydı?”

  • Fırtına şiddetini arttırıyor, arabanın yoldan çıkma ihtimali artıyor, fakat o boyuna hesap yapıyordu: “Meşeler kızak yapımında kullanılır. Hemen kesime başlamalı. Dönüm başına en azından on metre küp kereste çıkar. Bu da demektir ki, bir dönümden yirmi iki buçuk ruble para geçer elime. Bütün koru beş yüz altmış dönüm olduğuna göre, iki kere beş bin altı yüz, iki kere beş yüz altmış, beş kere de elli altı ruble tutar, hepsini satınca.”

Hesap iyi, fakat hava kötüydü. İçine korku düşmeye başladı. Acaba geceyi o köyde geçirse miydi? Korkusunu, o güne kadar gerçekleştirdiği ilerlemeyi kafasında canlandırarak unutmaya çalışıyordu. Babası topu topu bir hanla ufak bir korusu olan zengince bir köylü parçasıydı. “Ama ben on beş yılda çok iş yapıp para kazandım. Dükkânım, iki meyhanem, değirmenim, buğday depom, yarıcıya verdiğim iki tarlam, damı sac kaplı bir evle bir ambarım var. Adım çevrede ün saldı.”

Araba bir çukura yuvarlanır; at huysuzlanır; Nikita çevreyi dolaşıp doğru yolu anlamaya çalışır. Efendi hâlâ servetini nasıl kazandığının muhasebesiyle meşguldür: “İşimin peşini hiç bırakmadım. Ne başkaları gibi yan gelip yattım, ne de ıvır zıvır işlerle uğraştım... Yağmur, çamur demedim; gecemi gündüzüme katıp çalıştım. Para denen şey aslanın ağzında. Bak, işte, gece yarısı benim buralarda işim ne? Ne diye kafamda bin bir düşünceyle dönüp duruyorum? Bir de insanın şans eseri zengin olduğunu söylerler. Milyonlar içinde yüzen Mironovlar nasıl kazandılar bu serveti? Sen de çalış, sen de kazan. Zenginliğin yolu herkese açık, yeter ki Allah sağlık versin...”

Efendi ile Uşağı
Efendi ile Uşağı

Evet, Allah hakiki akıl sağlığı versin! Sıfırdan başlayıp milyoner olan Mironov gibi kendisinin de ileride yüksek bir servete erişeceği düşüncesi Vasili Andreyiç’i öyle coşturdu ki, biriyle konuşmak için büyük bir istek duydu. “Ama çevresinde konuşacak kimse yoktu.” Yalnızlık, bencil servet arayışının doğal sonucudur. Kazanan, yalnızdır! Uşağı Nikita’yı muhatap saymaz; ona horgörüyle bakıp şöyle düşünür: “Tembeller, uyuşuklar, işini bilmezler başaracak değil ya. Hele bir sigara içeyim.”

Uşak sağa sola seğirtirken, Efendi kürküne sarılıp uyumaya çalışır, ama mümkün mü? “Gözüne uyku girmeyince o da yeni baştan kazançlarını, alacaklarını hesap etmeye, parlak durumundan dolayı kendi kendisiyle övünmeye, şişinmeye başladı.” Fakat gizli bir korku, köyde kalmadığından duyduğu pişmanlık, tatlı hayallerini bozuyordu. “Seninki de iş mi yani? Sıcacık evde yatmak battı sana…”

Nikita yolu bulmaktan umudunu kesince, büyük bir teslimiyetle uyumaya başlar. Efendisi başını uzatıp, uşağın kara gömülü sırtına bakar. “Adamın derdi yok, mışıl mışıl uyuyor!” diye düşünür, canı sıkkın. Saate bakar, daha 12’yi on geçiyor; önlerinde uzun bir gece var. Kurt ulumaları duyulunca, dizlerinin bağı iyice çözülür. Huzuru da, uykusu da kaçar. “Gene hesaplarını, işlerini, onurunu, ününü, zenginliğini düşünmek için ne denli uğraşırsa uğraşsın, hepsi boştu. Bir kere ölüm korkusu düşmüştü içine.” Hayatında belki de ilk defa makul düşünmeye başlar: “Koruluk yerin dibine batsın! Allah vereceği kadar vermiş bana. Ah, şu geceyi köyde geçirseydim! Sarhoş insan çabuk donarmış derler. Aksi gibi ben de içki içtim.” Sarhoşluk, baş dönmesi, aklın kendine yabancılaşması…

Nikita’nın gerçek efendisi

Sonra aklına ata atlayıp, araba ile uşağı bırakıp kaçmak gibi şeytanca bir fikir gelir. Peki Nikita ne olacaktır? “Nasıl olsa ölecek. Zaten nedir onun yaşantısı? Acınacak nesi var? Ama ben onun gibi değilim, bir değeri var benim hayatımın.” Efendi ata binip gidince, Nikita o gece orada yüzde yüz öleceğini düşündüğü hâlde, “fazla üzülmüyor, irkilmiyordu. Hayat onun için zaten düğün bayram değildi. Durup dinlenmeden çalışmaktan, yorgunluktan başka ne görmüştü şu dünyada? Sonra neden irkilsindi? Vasili Andreyiç gibi hizmetlerinde bulunduğu efendilerinden ayrı bir efendisi; onu bu dünyaya gönderen, onu yöneten, ölürken onu bütünüyle hükmü altına alacak, onu hor görmeyecek bir Büyük Efendisi vardı.” Günahlarını düşündü bir an Nikita, sarhoşluklarını, kiliseden kaytarışlarını... Ama isteyerek işlememişti hiçbirini. İçi rahattı.

Tolstoy
Tolstoy

Efendi uyanıklık edip kaçsa da, kar boran havada dönüp dolaşıp gene arabada uyumaya devam eden Nikita’nın yanına gelir. At onu sırtından atar, ağır kürkü içinde zor adım atabilmekte, olan bitenlere hâlâ akıl erdirememektedir. “Meyhaneler, değirmen, orman, tarla, dükkân, sac damlı ev, ambar, biricik oğlum nasıl sipsivri kalır ortada? Bu ne biçim iştir?” O biçim, işte! Hayat en büyük öğretmendir.

Sonra başka bir çözüm bulur ve donmamak için yarı donuk Nikita’nın üzerine yatar. Kendi uşağı, kendi malı değil midir? Öyle bir an gelir ki, kendisinin Nikita, Nikita’nın da kendisi olduğu düşüncesi doğar zihninde. Canı kendi gövdesinde değil, Nikita’dadır artık. Tam bir diyalektik ilişki. “Derken, hatırına paracıkları, dükkânı, evi, alıp sattığı mallar, Mironov’un milyonları geliyor. Vasili Andreyiç Brehunov denen adamın ömrünü bu işlerle nasıl tükettiğine bir türlü akıl erdiremiyordu.”

Ertesi gün köylüler Efendi, Uşak ve atı donmuş hâlde köyün hemen yakınında buldular. Efendinin gövdesi kaskatıydı, fakat kürküyle uşağı ısıtmış ve donmaktan kurtarmıştı. Nikita bu olaydan sonra yirmi yıl daha yaşadı.

İşte böyle, Hegel efendi! Bir daha dünyaya gelirsen, meramını Tolstoy gibi anlat. Yoksa kitapların ancak üniversitelerde okunur; onların da sadece felsefe şubelerinde! ()