Eşyanın hikâyesi: Şezlong

Şezlong Fransızca bir kelime. Chaise, longue kelimelerinin birleşmesiyle oluşturulmuştur.
Şezlong Fransızca bir kelime. Chaise, longue kelimelerinin birleşmesiyle oluşturulmuştur.

Cumhuriyet’le birlikte plajlar bizim hayatımıza da girmeye başlar. Plajların artması deniz kostümü konusunu gündeme getirir doğal olarak. Mayoların uzunlukları, kısalıkları, şeffaflıkları, genç kızların giymesinin münasip olduğu mayolar, şezlonga nasıl uzanılacağı, ıslak mayoyla kumda oturulduktan sonra hemen kalkıp dolaşılmaması gerektiği, nasıl güneşlenmek gerektiği, zamanın dergilerinde yazılıp çizilir.

Yaz ayları geldi. Mavi bir gözün hastalanıp çapaklanması gibi denizin etrafını da bembeyaz şezlonglar dolduracak artık. Bu beyaz çapaklar, uzun süre mavi gözü rahat bırakmayacak. Ta ki sonbahar gelip rüzgârlarıyla kumsallardan onları savurana kadar. Şimdi, “Ne var?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. “Denize girmek, şöyle şezlongda yatıp dinlenmek, tüm senenin yorgunluğunu üzerimizden kazımak fena bir şey mi?” dediğinizi de duyuyorum. “Çapak da neymiş? Çapak değil, o şezlonglar çiçek, çiçek...” dediğinizi de duyuyorum. Eh, yazar olmak böyle bir şey. Sizi hayalimde işitip duruyorum ben. Aslında yüzmeyi seven biri olarak hislerinize yabancı da değilim. Fakat şezlong? Şöyle, tanımadığımız bir sürü insanla yan yana yatma fikri bana korkutucu geliyor. Bir de bu yatma işini üryan hâldeki insanlarla yapmak... Deniz tatillerinin her yıl artan cazibesi yüzünden şezlonglar da gittikçe birbirine yakın koyuluyor üstelik. Kolunuzu biraz ileriye uzatsanız yanınızdaki kişinin suratına çarpabilirsiniz.

Mavi bir gözün hastalanıp çapaklanması gibi denizin etrafını da bembeyaz şezlonglar dolduracak artık.
Mavi bir gözün hastalanıp çapaklanması gibi denizin etrafını da bembeyaz şezlonglar dolduracak artık.

Şezlong Fransızca bir kelime. Chaise, longue kelimelerinin birleşmesiyle oluşturulmuştur. Chaise, sandalye; longue da uzun demek. Bu iki kelime birleşince: “uzun sandalye”. Bu uzun sandalyenin bizim plajlarımıza gelişi ise Cumhuriyet dönemine rastlar. Atalarımız denizde yüzmeyi yakışıksız buldukları için mavi suyla bizim ilk tanışmamız sıhhat sebebiyle gerçekleşir. Doktorlar reçetelerine “deniz banyosu” tedavisini iliştirince, insanlar da yavaş yavaş suya ayaklarını sokmaya başlarlar. Daha önce balıkçı, tulumbacı ya da bahriyelinin yurdu olan deniz böylece halka da açılmış olur. Fakat şezlonga yatıp uzanmak için tarihte biraz daha yürümemiz gerekir.

  • İsterseniz önce şu deniz hamamlarından bahsedelim. 19. yüzyılın sonlarına doğru İstanbul kıyılarında yalı önlerinde, hususi hamamlar birer ikişer kurulmaya başlanır. Bu hamamlar, denizin içine bir oda inşa edilerek gerçekleştirilir. Genellikle 35 metre boyunda ve 20 metre eninde olan bu odaların derinliği de 1,5 metreyi geçmez. Bu şekilde oluşturulan ahşap kafeste insanlar fazla oyalanmadan suya girip çıkarlar. Bazı yerlerde yalnız erkeklere mahsus hamamlar, bazı kıyılarda ise kadın ve erkeklere mahsus ayrı ayrı hamamlar kurulur. Peki ya bir kurnaz gelip de bu banyoların önünde volta atarsa… İnsanları girip çıkarken görebilmek için pusuya yatarsa… Bir bekçi kayığı banyoların arasında dolaşıp durur bu korku sebebiyle. Kürek çeke çeke pazulanan bu adam, fena niyetli gözleri oymak için kayığında bekler. O dönemlerde bizde bir plaj kostümü olmadığından erkekler paçalı donla kadınlar da elbiseleriyle girmektedirler suya.

Deniz hamamlarından plajlara geçişimizin başlangıcının İstanbul'un işgal günlerine denk düştüğünü Gökhan Akçura’nın “Mayolar Fora” isimli kapsamlı makalesinden öğreniyoruz. Bizim sahillerimizde denize giren ilk kişiler, Beyaz Ruslardır. Canlarını kurtarmak için ülkelerinden kaçıp İstanbul’a gelen pek çok Rus o günlerde Florya kıyılarına yerleşirler. Soğuk havaya alışkın bu millet hem sıcaktan hem de yolculuk esnasında kendilerine yapışan bitlerden kurtulmak amacıyla denize girerler. Denize insanların bu şekilde ilk kez girdiğini gören İstanbul halkı, toplanıp gözlerini ovuştura ovuştura onları seyreder.

Deniz hamamlarından plajlara geçişimizin başlangıcının İstanbul'un işgal günlerine denk düştüğünü Gökhan Akçura’nın “Mayolar Fora” isimli kapsamlı makalesinden öğreniyoruz.
Deniz hamamlarından plajlara geçişimizin başlangıcının İstanbul'un işgal günlerine denk düştüğünü Gökhan Akçura’nın “Mayolar Fora” isimli kapsamlı makalesinden öğreniyoruz.

Cumhuriyet’le birlikte plajlar bizim hayatımıza da girmeye başlar. Plajların artması deniz kostümü konusunu gündeme getirir doğal olarak. Mayoların uzunlukları, kısalıkları, şeffaflıkları, genç kızların giymesinin münasip olduğu mayolar, şezlonga nasıl uzanılacağı, ıslak mayoyla kumda oturulduktan sonra hemen kalkıp dolaşılmaması gerektiği, nasıl güneşlenmek gerektiği, zamanın dergilerinde yazılıp çizilir. Eskiden bir kadının teninin yanması -ki pek çok kültürde bu böyleydi- hoş karşılanmazken artık yanık ten makbul hâle gelir. Eskilerin teleme peyniri diye methettikleri tenin bronzlaşmasının zamanı gelmiş olur yani... Fakat güzelleşmek adına insanların inleye inleye deri değiştirmesi güneş kremleri piyasaya çıkana kadar devam eder. Refik Halit Karay nişanlısıyla güneşte yanışlarını mizahi bir dille şöyle anlatır:

Bu hâle gelinceye kadar günlerce ve beraberce az zahmet çekmedik. Bu cilt, önce, güneşe serilmiş domates salçası gibi fena hâlde kızardı; üstünde âdeta yarıklar, kabarcıklar husule geldi; sonra bir yanmadır başladı. Karşılıklı, kuma bağdaş kurup, âmâ dilenci gibi bir iyi kaşındık; kaşınma evde ve yatakta da devam etti. Derken çarşı hamamında ve tellâk elinde keselenen vücutlardaki kir gibi büklüm büklüm, fitil fitil tenimizden ayrılan bu derileri avuçlarımızla ovalıya ovalıya derledik, topladık, attık, daha doğrusu etrafımıza serptik. Nihayet renklerimiz beyazdan pembeye, pembeden kızıla, kızıldan esmere, esmerden çikolataya, şimdi de son haddi olan yanık kahveye döndü; plajda 'bukalemun' misali renk değiştirdik.

Günümüz ve değişen plaj görüntüleri

Günümüz plaj fotoğraflarını incelersek durumun geçmişten oldukça farklı olduğunu görürüz. Artık plajlara eskiden hayatlarında deniz tatili olmayan aileler de gitmekte. Bunda gelişen ekonominin yanı sıra, kadın plajlarının artması ve daha da önemlisi bir deniz kostümü olan haşemanın ortaya çıkmasının da büyük payı var. Denizden çıkıldığında, elbise gibi kişinin üzerine yapışmayan haşemalar pek çok kadını denizle tanıştırdı. Başta sadece tesettürlü kadınların tercih ettiği bu deniz kostümleri, kısa kollu ve dize kadar uzunluğu olan modelleriyle mayo yahut bikini giymek istemeyen kadınların da tercihi arasına girdi. İlginin yoğunluğunu gören firmalar, erkekler için dize kadar deniz şortları üretirken, kız çocukları için de farklı modeller tasarladılar. Artık plajlarda şezlonga uzanmış vaziyette, haşemalı ve bikinili kadınlar gibi dize kadar olan şortlarıyla slip mayo giyen erkekleri de yan yana görebiliyoruz. Tüm plajlarda 1990’larda gelişen yüksek sesli müzik yayını ise devam ediyor. İnsanların birbirlerinin seslerini duyamayacağı -tabiatın kendine has musikisini de işitemeyeceği- müzikler dinleniliyor. Bu müziklerin türü, plajın, halk plajı olup olmayışına göre değişiyor elbette.

Yazımızı sözü yeniden şezlonga getirerek bitirelim. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde güneş yanıklarıyla inleyen insanların uzandığı şezlonglar, günümüzde güneş kremleri sayesinde rahatça güneşlenebilen ve de güneşte uzandığı hâlde haşemalarının içinde yanmayan kişileri ağırlamakta. Gerçi haşama giyen pek çok kadın denize girdiği hâlde şezlonga boylu boyunca uzanmıyor. Şezlongun ucuna, birazdan oradan kalkacakmış gibi oturuveriyor.