Hasta para toplumu bozar

Gesell’in esin perisi Proudhon idi; Michael Ende’ninki Gesell. Marx’a da saygı duyuyordu elbette; çünkü o, modern iktisadi hayatı eleştirmemize yarayacak temel terimleri geliştirmişti.
Gesell’in esin perisi Proudhon idi; Michael Ende’ninki Gesell. Marx’a da saygı duyuyordu elbette; çünkü o, modern iktisadi hayatı eleştirmemize yarayacak temel terimleri geliştirmişti.

Momo çocuk kitabı değil, 20. yüzyılın en esaslı iktisat kitaplarından biri. Gesell’den esinlenen yazarını Veblen, Galbraith, Mills gibi iktisatçı/içtimaiyatçılarla bir tutuyorum. Meselenin düğüm noktası, hasta paranın toplumu; hasta toplumun da parayı bozduğudur.

Kurgu içinde kurgu: Robinson Crusoe’nun adasına bir yabancı gelir. Çıplak ve aç bîlaçtır. Crusoe’nun ise tam üç yıllık yiyecek/giyecek stoku vardır. Ekme biçme ve hasat günlerine kadar geçinmek için ondan yardım ister. Feleğin çemberinden geçmiş İngiliz, “sermaye”sinin bir kısmını faiz karşılığında borç vermenin neşesini hemen hissetmeye başlar. Fakat yabancı faiz ödeyemeyeciğini, çünkü dinî inancının faiz alıp vermeyi yasakladığını söyler.

Robinson Crusoe
Robinson Crusoe

Stop! İlk aklınıza gelen şu değil mi: “Mustafa Özel, İslamî bankacılığın reklamını yapmak için Defoe’nun kurgusunu istismar ediyor, ne ayıp!” Otuz yıl önce olsaydı, belki haklı olabilirdiniz. Okul arkadaşlarım Adnan Büyükdeniz ile Ufuk Uyan, Al Baraka ve Kuveyt Türk’te yönetici iken, ben de Faysal Finans grubundaydım. İslamî finans ve ticaretin mücahitleriydik! Rahmetli Adnan, Al Baraka’nın; Ufuk ise Kuveyt Türk’ün genel müdürü oldular. Yıllar sonra Ufuk, ölüm döşeğinde Adnan’ı ziyaret ettiğinde, kendisine “Bu murabahaların hesabını nasıl vereceğiz?” diye dert yandığını naklediyor (Dünya Bizim, 19 Ekim 2016). Kısacası Önce Özetler de bitti, Şimdi Reklamlar da! Ana haberi veriyorum:

Yukarıdaki kurgu Keynes, Wicksell ve Fischer gibi 20. yüzyılın en önde gelen iktisatçılarına ilham kaynağı olan; daha da önemlisi Momo’nun kuramsal temelini oluşturan Doğal Ekonomik Düzen başlıklı eserin 5. bölümüdür. Kitabın müellifi araştırmacı-yazar değil, düşünür-tüccar bir Almandır: Silvio Gesell. Bizi adaya çağıran o:

  • Robinson Crusoe (RC): Dininize hayran kaldım! Peki, hangi saikle size faizsiz ödünç vermeliyim acaba?
  • Yabancı (Y): Salt bencillik, dostum, kişisel çıkar! Bana borç vermekle hadsiz kazancınız olur.
  • RC: Valla size faizsiz borç vermede ben hiçbir çıkar görmüyorum; ispat edin hele.
  • Y: Önce giysiye ihyiyacım var.
  • RC: Şu sandık geyik derisinden libasla dolu.
  • Y: Aklınıza saygı duyarım ama, bu kadar giysiyi güveler yesin diye mi saklıyorsunuz?
  • RC: Haklısınız. Elbise dolabıma koysam, orada da farelere yem olur.
  • Y: Bakın, size güve ve farelere karşı emin bir yol öneriyorum: Giysilerinizin bir kısmını bana ödünç verin; ne zaman ihtiyaç duyarsanız, size aynen iade edeyim. Hem o zaman size vereceğim yeni giysiler, sandıktan alınanlardan daha iyi olacak. Burnunuza kötü kokular da gelmeyecek. Ne dersiniz?
  • RC: Evet, yabancı; galiba onları size faizsiz de versem yararıma olacak.
  • Y: İyi. Şimdi de bana buğday deponu göster. Hem ekmeğe hem de tohuma ihtiyacım var.
  • RC: Şu tümseğe gömdüm buğdayı.
  • Y: Üç yıl orda kalacak ha! Küf ve börtü böcek?
  • RC: Elimden gelen bu, n’apalım!
  • Y: Bak şimdiden böcek kaynıyor; buğdayı havalandırma vakti gelmiş.
  • RC: Off, bu sermaye beni harap edecek! Keşke onu tabiatın yıkıcı kuvvetlerine karşı koruyacak bir yol bilseydim.
  • Y: Bana buğdayını ödünç ver, vakti geldiğinde kiloya kilo, çuvala çuval iade edeyim. Bütün tehlikelerden kurtulmuş olursun.
  • RC: Teşekkür ederim. Buğdayı da sana faizsiz veriyorum.

Gesell’e göre ekonomik krizlerin parasal bir kökeni vardır. Parayı özgürleştirmeli ve böylelikle doğal bir ekonomik düzen kurmalıyız. Bunun için toprağı ranttan, parayı da faizden kurtarmamız lazım. Toprak ağası ve tefeci ortadan kalkınca hakiki rekabet doğar ve her çalışan hakkını alır. Parayı depolayıp sonra faizle borç verenler, gerçek çalışanların zamanlarını sömürmüş olurlar.

Silvio Gesell
Silvio Gesell

Gesell’in esin perisi Proudhon idi; Michael Ende’ninki Gesell. Marx’a da saygı duyuyordu elbette; çünkü o, modern iktisadi hayatı eleştirmemize yarayacak temel terimleri geliştirmişti. “Fakat kapitalizmin ana sorununu çözmedi. Sayısız özel girişimcinin yerine bir tek girişimci koydu. Yani kapitalizmi değiştirmeyi değil, onu devlete havale etmeyi tasarladı. Yirminci yüzyılda karşımıza çıkan düşman ikizler, özel kapitalizm ile devlet kapitalizmi oldu. Hiçbir yerde, kapitalist-olmayan ekonomik bir düzenimiz yok.” (Japon NHK televizyonu, Ende’nin Son Mesajı, 4 Mayıs 1999.)

Momo yazarına göre, kapitalizm para sisteminin bozuk işleyişinin eseridir. Bu bozuk düzenin kurbanları ise Üçüncü Dünya ile tabiattır. “Sistem”in işlemeye devam etmesi için acımasızca sömürüldüler. Paranın tiranlığı çağındayız. Ende görüşlerini netleştirmek/derinleştirmek için sayısız uzmanla (siyasetçi, iktisatçı, bilimadamı, sanatçı) diyalog kurdu. Bunlar arasında en özgün bulduğu, Goethe’nin Faust’undan hareketle sınırsız ekonomik büyümenin sorunlarını tartışan Hans Binswanger idi. Bu özgün Faust yorumcusuna göre, modern girişimci kurşunu altına çevirmeye çabalayan bir simyacı; Goethe’nin eseri ise bu imkânsız arayışın erken bir uyarısıdır. Simya bir Orta Çağ hurafesi değil, modern ekonominin kendisidir. Modern para, bir ölümsüzlük metaforu olmuştur.

Hayalci Gigi, yalancı Gigi

Hora Usta, Momo’yu zamanın kaynağına götürür. Görkemli bir kubbenin altına gelirler. Ortada bir havuz. Kubbeden havuza doğru bir yıldız-sarkaç iniyor, havuza yaklaşınca bir çiçek goncası açılıyor, sarkaç uzaklaşınca da çiçek yok oluyor. Müthiş güzel çiçekler ama; hiçbiri diğerine benzemiyor. “Çiçeğin kokusu da sanki ne olduğunu bilmediği hâlde hep özlemini duyduğu bir kokuydu.” Kubbeden aşağı düşen ışık sadece aydınlatmıyor, ses de veriyor. Hoş bir melodi. “Momo birdenbire hatırladı: Yıldızlı gecelerde tek başına tiyatro yıkıntısında oturup sessizliği dinlediği anlarda kulağına gelen müzik sesiyi bu.” Bu açan ve solan çiçeklerin, insanların zamanları olduğunu hissetti. Hayır, dedi Usta, bu senin kendi zamanın: Her insanın içinde böyle bir yer var. Peki, ben neredeydim? “Kendi yüreğinde!” Bunları arkadaşlarıma anlatabilir miyim? “Anlatabilirsin, ama yapamazsın! Önce sözlerin içine doğması gerek.” Momo, sözlerin içine doğup olgunlaşması için uyur.

Hora Usta, Momo’yu zamanın kaynağına götürür. Görkemli bir kubbenin altına gelirler.
Hora Usta, Momo’yu zamanın kaynağına götürür. Görkemli bir kubbenin altına gelirler.

Uyandığında yeniden evinde, eski tiyatro yıkıntısındaydı. Arkadaşları dâhil her şey değişmişti. Gigi radyo ve televizyonlarda program yapıyor ve çok para kazanıyordu. Şehrin zengin ve ünlü kişilerinin oturduğu bir semtine taşınmış, adını da değiştirmişti: Girolamo! Yaratıcılığını yitirdikçe şöhreti artıyordu. “Doğal olarak da eskiden olduğu gibi hep yeni hikâyeler bulma dönemi bitmişti. Buna vakti de yoktu. Aklına gelenlerle idare ediyordu. Tek bir hikâyeden zaman zaman beş ayrı hikâye çıkardığı oluyordu. Sonunda, yalnızca Momo’ya ait olan hikâyeyi de anlattı. Bu da hemen yenilip yutuldu ve kısa sürede unutuldu. Momo’ya dair son hikâyeyi de anlatıp bitirdiği gün kendisini boşalmış ve tükenmiş hissediyordu. … Gene de programdan programa koşuyor, eski hikâyeleri tersyüz edip duruyor ve gazetelerin yazdığına göre ‘çok verimli çalışıyor’du. Sonunda hayalci Gigi, yalancı Girolamo olup çıktı.”

  • Duman adamlar, Beppo’yu ele geçirmek için başka bir yol denediler ve ona Momo’yu kaçırdıklarını söylediler. “Size çocuğu bir şartla geri veririz; bizden ve işimizden tek söz etmeyeceksiniz; fidye olarak da yüz bin saatlik zaman tasarruf edeceksiniz.” Bunun üzerine Beppo da Gigi gibi robotlaşır. “Söz verdiği saatleri doldurmak için işini sevmeksizin ve deliler gibi acele süpürüyordu.” Böyle yapmak onun çalışma felsefesine tersti; ama neylersin, işin içinde Momo’yu kurtarmak vardı.

Momo’nun yokluğunda çocuk arkadaşları önceleri sık sık eski tiyatroda toplanıp oynamaya devam ettiler. “Yeni yeni oyunlar icat ediyordular. Birkaç parça sandık ve bir iki kutu onları bir dünya turuna çıkarmaya yetiyordu.” Momo’nun bir gün geri döneceğine inançları tamdı. Bu güven duygusu onları birbirlerine sıkıca bağlıyor, duman adamların da tepelerinden duman çıkarıyordu. Yetişkinleri kolayca avlayabilen bu zaman korsanları, çocuklara güç yetiremiyorlardı. Fakat, kendilerinin yapamadığını DEVLET yapamaz mıydı?

“Çocukların böyle daima yalnız ve kendi başlarına bırakılması hoş değil. Modern yaşamda, ana babaların çocuklarıyla ilgilenememesi doğal, onları kınayamayız. Ama çocukların denetimsiz kalması trafik kazalarına yol açıyor, onları ahlâksız ve suça eğilimli hâle getiriyor. Çocuklar geleceğin insan ham maddesidir. Gelecek ise elektronik beyinlerin ve uzay araçlarının çağıdır. Bu makineleri kullanacak teknisyen ve uzmanlara gereksinim olacaktır. Devlet bütün çocuklara sahip çıkmalıdır.” Şehrin her mahallesine bir Çocuk Deposu kurulur ve bütün çocuklar bu depolara yığılır. Orada bakıcılarından “yararlı” oyunlar öğrenirler. Tabii bu arada bazı şeyleri unuturlar; sevinmeyi, hayal kurmayı ve heyecan duymayı mesela.

Momo, eski arkadaşlarını aramaya başlar ve Gigi’ye ulaşır. İstesem de bu hayattan geri dönemem, der Gigi, artık çok geç. 'Sana şunu söyleyeyim Momo, hayatta en tehlikeli şey, gerçekleşmiş hayallerdir. Artık hayal edecek hiçbir şeyim kalmadı. Sizlere dönsem bile artık orada hiçbir işe yaramam. Her şeyden bıktım.'

Momo ona bakmakla yetindi. Gigi hasta olmuştu. Bu işte duman adamların parmağı vardı, kesin. Gigi, Momo’ya yanında kalmasını, rahat yaşamasını önerir. “Momo, Gigi’ye yardım etmeyi elbette isterdi, ama içinde öyle bir his vardı ki Momo, Momo olmaktan çıkarsa, Gigi’nin eski Gigi olmasının hiçbir yararı olmayacaktı.”

Yavaşla ki, çabuk git!

Momo evinde yapayalnızdı artık. Arkadaşları yok, Hora Usta yok, saat-çiçekler yoktu. “Kimse ona ulaşamıyor, o da kimseye varlığını gösteremiyordu. Dağ gibi bir zaman yığınının altında bunalmış kalmıştı. Öğrendiği bir şey vardı: Başkalarıyla paylaşılmayan zenginlikler insanı mahvediyordu.” Şehirde bir ara eski çocuk arkadaşlarına rastladı; oyun dersine gidiyorlardı, Momo’ya ayıracakları zaman yoktu. Ne oynamayı öğreniyorsunuz, diye sordu Momo. Delikli kart oyunu, diye cevap verdi Paolo. Çok mu eğlenceli? Mesele onda değil, diye söze karıştı Maria. Mesele nedir öyleyse? “Mesele, gelecek için yararlı olmasıdır.”

Momo evinde yapayalnızdı artık. Arkadaşları yok, Hora Usta yok, saat-çiçekler yoktu.
Momo evinde yapayalnızdı artık. Arkadaşları yok, Hora Usta yok, saat-çiçekler yoktu.

Duman adamlar, çocukları serbest bırakma karşılığında Momo’dan kendilerini Hora Usta’ya ulaştırmalarını isterler. Hora Usta’dan ne istiyorsunuz? “Sana ne bundan? Sen kendini ve arkadaşlarını düşün. Usta kendi başının çaresine bakabilecek kadar yaşlı biri. Bizimle iyi geçinirse kılına bile dokunmayız; aksi halde onu yola getirmesini biliriz.” Hangi yola? Duman adam patlar: “Bıktık artık. İnsanlardan saatleri, dakikaları, saniyeleri tek tek toplamaktan bıktık. Bütün insanların tüm zamanlarını birden istiyoruz. Hora bunu bize vermek zorunda!” Peki insanlar, onlara ne olacak? “İnsanlar zaten gereksiz. Dünyayı, artık kendileri gibilere yer kalmayacak bir hale kendileri getirdiler. Dünyaya biz hükmedeceğiz.”

Derken kaplumbağa tekrar ortaya çıkar. Momo ile beraber Hora Usta’ya gitmek üzere yola koyulurlar. Duman adamlar takiptedir. Lütfen, der Momo, daha hızlı olamaz mıyız? “Ne kadar yavaş, o kadar çabuk!” Duman adamlar da acele etmiyordu. “Bu tersine bir yarıştı, sanki yavaşlık yarışıydı.” Sonra garip bir şey olur, takipteki duman adamların ilk sırası Momo’nun gözü önünde yok oluverir. “Önce elleri, sonra ayakları ve gövdeleri, en sonunda da korkuyla gerilmiş yüzleri silinip gitti.” Momo sonunda Hiçbir Yerde Evi’ne ulaşır. Duman adamlar evi kuşatmışlardır.

Hiçbir Zaman Sokağı’nda zaman tersine çalışır; insandan çıkar, boşalır. Sokaktan geçme süresi kadar gençleşir insan. Fakat duman adamlar için böyle değildir. Onların yapısını sadece çalınmış zaman oluşturduğundan, bu sokaktan geçtiklerinde Zaman Emici, zamanlarını emer ve yok olurlar. Hora Usta zaman üretmez, sadece yönetir, insanlara paylaştırır. Duman adamlar buna engel olamaz, fakat zamanı zehirleyebilirler. Nasıl mı? Sigaralarının dumanıyla. Ağızlarında sigara olmadan yaşayamazlar. Bu sigaraların kaynağı saat-çiçeklerdir. Zaman tapınağını dolaştıklarında, Hora Usta Momo’ya şöyle demişti:

  • “Yüreği olduğu için her insanın içinde böyle altın bir zaman tapınağı bulunur. İnsanlar, duman adamların oraya girmesine izin verirlerse, onlar da bu saat-çiçekleri koparırlar. Fakat insanların yüreklerinden koparılan bu saat-çiçekler yine de ölmezler. Çünkü gerçek sürelerini doldurup solmamışlardır. Ama gerçek sahiplerinden koparılıp alındıkları için yaşayamazlar da. Bütün güçleriyle ait oldukları insana dönmeye çalışırlar.” Bunu önlemek için, duman adamlar çiçekleri donduruyor. Yapraklarını koparıp kurutuyor, sonra kıvırıp sigara yapıyorlar. Varlıklarını insanların ölü zamanları sayesinde sürdürüyorlar. Sigaralarının dumanı, Hora Usta’nın insanlara yolladığı saatlerin içine karıştığından, onları hasta ediyor.

Can sıkıntısı hastalığı

Bu nasıl bir hastalık, diye sorar Momo. İsteksizlik, hissizlik. Gülmeyi de ağlamayı da unutur. İçi kaskatı kesilir. Artık hiçbir şeyi ve hiç kimseyi sevemez olur. Kül rengi bir yüz ve nefretle çevresine bakar durur. Hastalığa bir isim gerekiyorsa, ölümcül can sıkıntısı diyelim. Hora Usta, duman adamlardan kurtulmanın bir yolunu biliyor. Fakat çok risklidir ve başarısı Momo’ya bağlıdır. Buna cesaretin var mı? Elbette, der küçük kahramanımız. Hora Usta uyuyacak olursa, zaman durur. O durumda duman adamlar çalacak bir şey bulamaz. Fakat depolarında stokları var. Momo’ya bir saatlik zaman kazandıracak bir tek saat-çiçek verecektir. Görevi, duman adamların depolarına ulaşmalarını engellemek. Depoya giremezlerse, sigaraları bittiği anda yok olurlar. “En son zaman hırsızı da kaybolduktan sonra, çalınmış zamanın tümünü serbest bırakmalısın, çünkü ancak zamanın tümü insanlara geri döndükten sonra dünyanın hareketsizliği sona erecek ve ben tekrar uyanabileceğim.”

Michael Ende
Michael Ende

Derken bir zaman depremi yaşanır ve zaman durur. Duman adamları telaş sarmıştır. Artık kimseden tek bir zaman kırıntısı bile koparamazlar. Panik içinde biribirlerinin sigaralarını kapmaya çalışırlar. “Sigarası biten biri, can havliyle hemen yanındakinin sigarasını kapmaya kalkışıyor, aralarında itişirken sigara yere düşüyor ve ikisi de yok oluveriyorlardı.” Sayıları giderek azalır. Ve Momo sonunda depoya ulaşır. Hayatta kalabilen az sayıdaki duman adam bir salona yığılmış, korkudan titriyorlar. Depolanmış zamanın uzun süre yetmesi için, o anki sayının bile azaltılmasını teklif eder başkan. “Olayı gerçekçi bir gözle görelim! Burada bulunanların sayısı çok fazla baylar! Bu sayıyı daha aza indirmeliyiz. Mantık bunu emreder.”

  • Yazı tura çekerler, kaybedenler iç çekişleri içinde yok olurlar. Sonunda altı kişi kalır. “Sayımızı bu kadar azaltmakta acele ettik. Hiçbir kazancımız olmayacak.” Kaplumbağanın yönlendirmesiyle çiçekle kapıya dokunan Momo, kapıyı gürültüyle kapatır. Duman adamlar korkudan kaskatı kesilmiş hâlde küçük kıza bakakalırlar. Momo kendini toparlayıp koşmaya başlar, duman adamlar da peşinden koşup saat-çiçeği elinden almaya çalışırlar. Dört tanesi sigaralarını düşürüp yok olur; geride sadece iki kişi kalmıştır.

Momo sonunda köşeye sıkışır. Göğsünün üstündeki saat-çiçeğin yalnızca üç yaprağı kalmıştır. İlk yaklaşan duman adam tam çiçeği alacakken, diğeri yetişip onun eline yapışır: “Hayır, çiçek benim, benim!” İtişme sırasında biri diğerinin ağzındaki sigarayı kapıp yere atar; o yok olunca da Momo ile başbaşa kalır. Fakat adamın sigarası çok azaldığından, çiçeğe erişemez ve Momo’ya yalvarmaya başlar; lütfen ver çiçeği bana! Sonra o da kaybolup gider.

Momo kapıyı açar ve bütün donmuş çiçekler canlanır. Milyonlarca yaşam saati. İnsanlık doğal hâline döner. Büyük kenti epey değişmiş bulurlar. Sürücüler, yol kenarında oynayan çocuklara gülümsüyor, caddelerde karşılaşanlar birbirlerinin hatırını soruyor! “İşe gidenlerin artık pencere önlerindeki çiçekleri seyredecek ya da bir kuşa yem atacak kadar vakitleri vardı. Doktorlar hastalarıyla tek tek ilgilenmeye zaman ayırabiliyordu. İşçiler işlerini severek ve huzur içinde yapıyordu, çünkü kimse onları en kısa sürede en çok iş diye sıkıştırmıyordu.”

Hasta toplumun parası

Momo çocuk kitabı değil, 20. yüzyılın en esaslı iktisat kitaplarından biri. Gesell’den esinlenen yazarını Veblen, Galbraith, Mills gibi iktisatçı/içtimaiyatçılarla bir tutuyorum. Meselenin düğüm noktası, hasta paranın toplumu; hasta toplumun da parayı bozduğudur.

Veblen
Veblen

Michael Ende, Memluk Kahire’sinde (14/15. yy) yaşıyor olsa Momo’yu yazacağına Makrızi’ye tilmiz olup, İbn Haldun okurdu. Tunuslu bilginden el alan Makrızi özetle şunu söylüyordu: Bir toplumun yönetici ve zengin sınıfları bencilliğin pençesine düşünce, o toplumun parası bozulur. Hasta para, manen hasta bir toplumun eseridir. Kıtlıkları ve para sistemini incelediği İğasetü’l-Ümme adlı eserinde kıtlık ve krizleri doğal sebeplere (Nil’in taşması, kuraklık, vb.) değil, sistemik sebeplere bağlıyordu. Doğal bir etkenin yol açtığı sorun her zaman beşerî örgütlenme marifetiyle çözülebilir. Fakat devlet ve güçlüler, para sistemi üzerinde oynayarak kendi satın alma güçlerini toplumun aleyhine arttırdıkça, kriz derinleşir.

Gresham yasası, kötü para iyi parayı kovar, der. Makrızi, kötü yönetim iyi yönetimi kovar, diyor. Para bir değer ölçüsü olarak namusü’l-adl’dir ve doğrudan doğruya namusü’l-ekber olan İlahî Yasa’ya bağlıdır.

Parayla oynamanın yol açtığı kriz sadece parasal bir olgu değildir. Toplumsal ve moral bir olgudur. İbn Rüşd haklı: Paranın değerini arttırmak riba, eksiltmek ise hırsızlıktır. Tefeci ve hırsızların hükmettiği bir toplum iflah olmaz! Momo’nun mesajı da bu.