İpek yolu şairi Metin Önal Mengüşoğlu

Şair ve yazar. 17 Mayıs 1947, Elazığ doğumlu. Asıl adı Metin Önal'dır.
Şair ve yazar. 17 Mayıs 1947, Elazığ doğumlu. Asıl adı Metin Önal'dır.

İnanmadığı hiçbir cümleye imzasını atmadan 50 yıldır yazıyor ve konuşuyor Metin Önal Mengüşoğlu. Yerleşik bir çevrenin konforuna gömülmeden, kendini tekrar etmeksizin 1973’ten bu yana kitaplar yayımlıyor, sözlü anlatmayı da sürdürerek. Hayattaki duruşunu Kalbin Marifetleri (2017) kitabının mukaddimesinde şöyle ifade ediyor: “Bir rozetin arkasına saklanarak, onun parlak yüzünden istifadeyle kendimi görünür kılmaktan hep utanır olmuştum. Neysem o olmalıydım.” Yolun Daraldığı Yerden (2020)’de ise: “…sahici münevver ‘kendini tashih etme’ hususunda eğer ciddi bir şöhret sahibi değilse, aydınlanmasının ana damarı kesik demektir,” (s. 74) diye ifade ediyor kendini sürekli yenilemeye götüren kaygıyı.

İlk şiiri Unutmak 1962’de Yeni İstiklal dergisinde yayımlanmıştı. Benim ilk karşılaştığım eseri ise, dili ve imgelerinin verdiği yakınlıkla, bir çırpıda okuduğum Asyalı Bir Ozan (1983) olmuştu. Sonra edebiyatın geniş imkânları konusunda öğretici bulduğum Gavur Kayırıcılar (1973) ve Dr. S. (1987); derken Harput Şehrengizi (2000), Düşünmek Farzdır (1995), ardından Vahiy ve Sanat (2004), Öptüm Kara Gözlerinden (2007), Bursa Çarşısında Kervan Eğledim (2022), Yeniden Okur’ken (2021)… İlgi alanlarına yakınlığım nedeniyle de kitapları hep elimin altında olmuştur. Kim bilir ne çok imanlı genç, onun Vahiy ve Sanat’ta yer verdiği “takva” tanımına yabancılığı yüzünden yeteneklerini geliştirmekten mahrum etti kendini. Aliya, İslam Deklarasyonu’nda “Müslüman mı yoksa tabi mi yetiştiriyoruz?” diye sorar ya… Mengüşoğlu’nun metinleri de en başından beri bu sorunun kaygılarıyla örülmüştür.

İlk okuduğumuz kitapların listesindeki benzerlikleri fark ettimYeniden Okur’ken kitabını okurken. “Pol ve Virjini” başlığı altında, Teksas, Tommiks’lerin yanı sıra, babasının kütüphanesinden ona “gülümseyen” Lamartine gibi Fransız yazarlara değiniyor (s. 50). Yazarlığının 50. yıldönümü için Bursa Yıldırım Belediyesi bir program hazırladı Ocak ayı sonlarında. Elazığlı, ancak Malatya’nın da evladı olduğunu belirten; ilk mesleki tecrübelerine mekân olan İstanbul’da geniş bir arkadaş çevresi edindiği hâlde, geri kalan hayatını sürdürmek için Bursa’yı seçmiş bir şair için konuşulacak ne çok başlık var!

Prof. Dr. Aynur Atmaca Can’ın 2020’de hazırladığı Şehir, Yol, Estetik: Bursa ve Tebriz kitabı için kaleme aldığım “İpek Yolu Hüneri: Bir Bursa Bir Tebriz” (2022) başlıklı yazıyı tasarlarken Bakülü Şair Medine

Mengüşoğlu, muhafazakâr hissiyat açısından büyük bir merkezi cazibeye sahip olduğu bir dönemde ayrılır yazarların, şairlerin payitahtından.

Gülgün’le birlikte aklıma gelen ilk isim olmuştu. Sadece yaşadığı, benimsediği şehirler üzerinden bakarak değil, geliştirdiği dil itibarıyla da onu “İpek Yolu Şairi ve Yazarı” diye anabileceğimi düşünmüştüm. Şanlı dönemlerinde Harput, İpek Yolu ile birlikte Şam ve Bağdat üzerinden Anadolu’ya gelen bütün ticaret ve kültür kervanlarının önemli bir uğrak merkezi değil miydi? Harput’ta atalarının yattığı mezarlıkta dolaşırken aklına “Keklik Bizden Uzaklaştı” türküsünün dizeleri düşmemiş miydi Mengüşoğlu’nun? “Sanki bir tufan yaşanmış, cinnet geçirilmiş de göz göre göre mahvedilmiştir, 4 bin yıllık tarihiyle Elazığ’ın ilk yerleşim merkezi olan güzelim şehir.” Beri taraftan, ömrünün baharında, 23 yaşındayken vefat eden oğlu, şimdi yaşadığı şehirde, Bursa’da, isimsiz bir mezarda yatmaktadır: “Keklik gibi nadir bulunur ve sempatiktir Yasir ve genel kanı onun gülen çocuk olduğu yönündedir.” İstanbul’da, 1998’de gerçekleşen “El Ele Eylemleri” sırasında emniyet güçleri üzerine su sıkmış, ayazda uzun süre yürüdüğü için de gribin ardından zatürreye yakalanmış, ardından kalp kriziyle vefat etmişti. Harput Şehrengizi kitabını “Türkü tadında yaşamış iki sevdiği” olan oğlu Yasir’e ve “hemşehrisi” Harput’a adıyor Mengüşoğlu. Mekânın efsane, türkü ve şiirle harmanlanan çağrışımlarıyla düşünmeyi sürdürür: “Harput da bir zamanlar gülen, kahkahalar patlatan bir şehirdi. Şimdi ben onlarsız bir hayatta yine de ve hâlâ ısrarlıydım.”

Baudelaire, kent içinde gizli ve sessiz bir şekilde gezinerek varlığını sürdüren kişiyi temsilen flanör “kent gezgini” karakterini kazandırdı edebiyata. Metin Önal’da da benzeri bir eğilimin varlığı İstanbul Hikâyeleri’nde (2004) dile gelir. Gelgelelim onun gezginliğini Yunus Emre’nin “Kastım budur şehre varam/Feryad u figan koparam” şeklindeki mısralar daha iyi yansıtır. Onun mekânı sadece masası, konferans salonları değil, insan kardeşlerine erişeceği her köşe bucaktır. Müslümanların çeşitli potansiyellerinin sağ siyasetler içinde tüketilmesi konusundaki sorgulaması metinlerle sınırlı olmamıştır. ABD’nin Altıncı Filo’sunu protesto eden öğrencilerden biridir.

Genç yazarları kendine çekip alıkoyan İstanbul’un onlara bir çevre ve ortam sunarken aynı zamanda sınırlara tabi tutması çok muhtemeldir. İstanbul’dan ayrılmak ise, metropole özgü bütün olumsuzluklarına rağmen, çoğu şair ve yazar için yenilgiden farksızdır. Mengüşoğlu, muhafazakâr hissiyat açısından büyük bir merkezi cazibeye sahip olduğu bir dönemde ayrılır yazarların, şairlerin payitahtından. Şehrin, Turgut Özal’ın 90’ların başlarında tasavvur ettiği gibi, bir tür Beyrut hüviyeti kazanmaya açıldığını sezinlemiştir sanki. Kültür sanat açısından hayati öneme sahip mekânlar hızla otel ve AVM alanlarına dönüşmektedir. Karakteristik dokusunu karış karış gezdiği bu şehirden ayrılarak Bursa’ya yerleşmesinin sebeplerini Şehir Yollarında Bir Şair Gezgin’de, “Dinle Beni İstanbul Yoksa Hatırım Kalacak” başlığı altında şöyle anlatır: “Bunca insanın bunca zamanın hatırasını biriktirip sırtında taşıyan bu şehre verebileceğim hiçbir şey yok.”

Metin Önal Mengüşoğlu, Bursa Çarşısında Kervan Eğledim.
Metin Önal Mengüşoğlu, Bursa Çarşısında Kervan Eğledim.

Bursa Çarşısında Kervan Eğledim, İstanbul tecrübesine rağmen yerleşilebilmiş şehrin temel niteliklerinin savunusudur bir bakıma. On beş yıl önce bile Bursa’ya İstanbul istikametinden girenlerin Ulucami’nin iki minaresinin arasından Uludağ’ın “Yalancı Zirve”sini görebildiklerini hatırlattıktan sonra şöyle yazar: “Şimdi şehre girenlerin karşısına, adı meydan ama kendisi devasa ve çirkin bir cam yapı olan ‘Kent Meydanı’ çıkacaktır.” (s. 194) Devasa yapılar için kesilen dut ağaçlarını sorgulamaktan da geri durmamayı gerektirir şehirli sorumluluğu. İpek böceğinin rızkı değil midir dut?

Güvenli hâle getirilen ipek yollarında bir zamanlar mal kadar malumat alışverişi de yapılıyordu. Haramiler nasıl olağandışı artış gösterdiler de ticareti geri çekilmeye zorladılar? İpeğin yaygın ve hızlı üretimi, koza olmasının ardından pupa hâlindeki canlısıyla kaynatılmasını gerektirirdi. Böceği öldürmemek için daha sınırlı bir üretimi göze alan nereye kadar savunabilirdi davasını?

Cila, Küf ve Kefen şiirinde dile gelir, Siyahkalem desenlerine de içkin olan soruların endişesi:

“Aklım kamaşıyor benimse Ağaç kökünü kemirmek kadar zor. Bu yalnızlık Kabuk mu bağlıyor halkın Hayır milletin yüzü Bulsam Küçük bir alamete rastlasam”

Millet, halk, kamu, cemaat, camia… Aynı kaygı, amaç ve umutlar etrafında toplanan insanlar olabiliyor muyuz gerçekten?

Metin Önal Mengüşoğlu, Öptüm Kara Gözlerinden.
Metin Önal Mengüşoğlu, Öptüm Kara Gözlerinden.

Bosna’da Psikoloji alanında öğrenim gören kızı Betül’ün evde kendini gösteren eksikliğinin düşünceleriyle kaleme aldığı Öptüm Kara Gözlerinden kitabının denemelerinde, bir kuşağın kadın ve aile, mahalle ve memleket hissiyatını kendi kuşağı arasında daha önce dile getirilmemiş bir içtenlikle irdeledi Mengüşoğlu. İslami düşüncenin bir hayli canlanma gösterdiği 1970’lerde, evli çiftler arasında hasıl olan bir tür kopukluğun muhasebesini yaptı: Erkekler evin salonunda fikri konuları, siyasi meseleleri, İslami gündemi ve olguları tartışırken, yeni çıkan kitapları müzakere ederken, kadınlar genellikle daracık mutfaklarda ve yalnız başına geçirirdi o saatleri. Bu öğrenme tarzının, İslami kesim kadınlarının kamusal yalnızlığı konusunda hiç mi rolü yoktur? Bu şekilde süren kopukluk kamusal dil farkının daha da açılmasını getirir, kentli bir muaşeretin tesisi konusunda belirsizliğine neden olur ve bütün bunlar özel hayattaki ilişkileri de yoksullaştırır.

Unutulanın geleceğe terk edilmiş adaletini sağlamayı en fazla sanatçılar üstleniyor. Şehir yazılarını bir araya getiren Şehir Yollarında Bir Şair Gezgin isimli kitap yazılmasaydı, kültürümüzün önemli unsurlarını eksik biliyor olacaktık. Harput Kaç Dağ Üstünde başlıklı yazıda, eşeğin semerine oturtulmuş heybenin gözlerinden birinde Elazığ’dan yola çıkıp Harput’ta bir konakta ağırlanan, yolculuğun devamında Buzluk bağlarına varan çocuğa görünen dünya, düşünceleri ve imgeleriyle geleceğin şairinin haberini veriyor. O ıssız ortamda insanların birbirine duyduğu hesapsız ve karşılıksız sevginin oluşturduğu, duygusallıklar ve yufka yüreklilikle harmanlanan sevgi atmosferi konum ayrımı yapmadan herkesi içine alırdı; bey de dâhil olurdu halkaya “yedi yabancı” çoban da. Paylaşmayı öğretirdi sevgi; yıldızlar da pay edilirdi hoyratlar da ve İshak Kuşu ninnisiyle katılırdı geceye.

Biyografisinin yazarı Rahnema’ya göre Ali Şeriati, bütün Müslümanların kelime haznesindeki yaygın olarak kullanılan her terimi alıp sakin ninnilere, elektrik akımlarına dönüşene kadar yeniden yorumluyordu. Mengüşoğlu için de kelimeler ve kavramların hayatiyeti, sürekli bir yeniden kavrama çabası gerektirir. Yukarıda değinmiştim; öteden beri Müslüman gençlere “takva”nın kendini geri çekme, kendinde mevcut iyi özellikleri dışavurmaktan uzak durma olduğu öğretilirdi. Oysa, Mengüşoğlu tersine, takvanın Yaratıcı’nın bizde var ettiği yetenekleri işler hâle getirip bununla bir adım öne çıkmayı, bir bakıma işi, emeği, yapıp ettikleriyle temayüz etmeyi sağlayan bir nitelik olduğunu anlattı Vahiy ve Sanat’ta. Bunu “düşünmek” için de yaptı, Şubat depremleri konusunda medyaya ve siyasilerin konuşmalarına hâkim olan “büyük felaket” söylemi için de…

Ülkemizde gerçekleşen depremlerin en ağırlarından birini yaşadık 6 Şubat’ta, aslında arka arkaya iki depremdi yaşanan. Deprem medyada önce “afet” olarak adlandırıldı, ardından da “büyük felaket.” Mengüşoğlu ise Umran dergisinin Mart sayısında yer alan “İnsan: ‘Ona Ne Oluyor?’ Diye Bağırdığında” başlıklı yazısında medyaya hâkim olan dili şu şekilde sorguladı: “Tabii bir hadisenin yegâne izahı ‘felaket’ kelimesi midir? Müslüman bir topluma hitap eden bu cahil, saygısız ve ne yazık ki kontrolsüz çevre ne zaman silkinip kendine gelecektir? (…) Burada felaket yerin oynaması mıdır, yoksa devlet erki ile ortaklaşa her yurttaşın şöyle veya böyle hissesi bulunan ahlak zaafı mıdır? Yerin oynaması tabiatı gereğidir. Peki, fay hatları üzerindeki arsayı kullanabilmek maksadıyla türlü dalaverelerle oraları imara açmaya izin veren, açılmasını sağlamak için rüşvet dağıtan insanın fıtratı ve ahlakı buna mı programlıdır?”

Mengüşoğlu’nun, Şehir Yolunda Bir Şair Gezgin’de çözümü nerede aramamız gerektiğine dair tespitlerinden biri şöyle: “İnsanları tek tipleştiren eğitim modelinden vazgeçilmelidir. Her biri biricik yaratılmış bulunan insanları, nasıl birbirine benzetme çabası vahim sonuçlar doğuruyor ve insanı ortadan kaldırıp robotlar hâline dönüştürüyorsa, şehirlere reva görülen tek tipleştirme de aynı faciayı ortaya çıkartmıştır.” Dinin muhafazası ilkesinin, kişinin kendi inandığı dini değil, bütün insanların kendi dinlerini özgürce seçebilecekleri bir vasatın sağlanması anlamına geldiğini yazdı Kısa Türkiye Tarihi’nde de. Salt bu tavır bütün dünya insanları tarafından yaşandığında, tarihin tekerrür etmeyeceği görüşünü vurguladı. (2022, s. 145-46)

Küçük insanların kendilerine iktidar alanı oluşturmasına izin veren bir bağnazlık örneğini ise “Diyarbekir’de ilk mektebi okurken, Kürt kökenli arkadaşım, ev sahibimizin oğlu İbrahim’e öğretmen Bedriye Hanım’ın çirkin davranışı asla unutamadığım bir kalp yarasıdır,” diye anlattı aynı kitapta. (s. 27). İbrahim değnekle dövülerek iyi Türkçe konuşmaya zorlanıyordu. Öyleyse, öğretmenin işi neydi, ya kitaplar neye yarardı?

Keşke bütün partiler seçim söylemlerini kurmadan önce okusalar Kısa Türkiye Tarihi’ni, keşke bütün öğretmenler ve çoğu zaman soyut değneklerin tehdidini benliklerinde duyan öğrenciler de masalarından eksik etmeseler…