İslamâliminedair

İslam âlimine dair
İslam âlimine dair

Devrimizin İslam âliminin işi kolay değildir. Temel İslami ilimlere ilaveten, psikoloji ve sosyolojiyle, ekonomi ve siyaset bilimiyle ilgilenecek, tarih, edebiyat ve felsefi düşünceyle arası iyi olacak, bilim tarihindeki önemli teori ve dönemeçlerden haberdar olacak...

Âlim ve vaiz

İslam âlimi kimdir diye sormadan önce, onun toplum içinde nasıl bir fonksiyon icra ettiği hususuna, İslam tarihinin en meşhur âlimlerinden Gazzâlî’nin -siyaset tasavvuruna bağlı olarak- âlim ile vaiz ayrımından hareketle dikkat çekebiliriz.

Gazzâlî “siyaset” kelimesini genel ve şümullü bir anlamda kullanır, ona göre siyaset insanların maslahatını gözeten ve onları doğru yola yönlendiren, dünya ve ahiret selametini sağlayan, bu amaçla da insan gruplarını etkileyen bir etkinlik olup dört mertebedir:

  • 1. Peygamberlerin siyaseti. Bu çeşit siyasetin hükmü avamın ve havasın hem zâhirî davranışlarına hem bâtınlarına (gönüllerine) tesir eder.
  • 2. Halifelerin, melik ve sultanların siyaseti. Bunların hükmü avamın ve havasın yalnız zâhirlerine tesir eder.
  • 3. Peygamber vârisi olan âlim ve ariflerin siyaseti. Bu zevatın hükmü havassın bâtınlarına hitap eder, avamın anlayışı bunlardan istifade edebilecek kadar yüksek değildir.
  • 4. Vaizler. Bunların hükmü ise yalnız avamın bâtınlarına tesir eder.

Bu anlatıma göre sağlıklı bir İslam toplumu için âlimin de, vaizin de yeri ve konumu önemlidir. İslam’ı toplumun her tabakasına hitap edebilecek seviyede anlatabilecek insanlar gereklidir. Fakat problem, avâmî (avama yönelik) bir din söyleminin dinin tek anlatımı hâline geldiği bir vasatta, âlimlerin azalmasında ve/veya geriye çekilmesinde, vâizlerin âlimlerin yerini almasında kendini gösterir.

O hâlde Peygamber vârisi olan âlim havasın, yani toplumun seçkin kesiminin kalplerine ve akıllarına tesir edebilen kişidir.

Hüccetü’l-İslam’ın satırlarının arasına biraz dikkatlice baktığımızda, sanki bize İslam âliminin kimliği hakkında şunları da söyler gibidir: Âlim, Cenâb-ı Hakk’ın “ilim” sıfatının mazharı olma cehdini ömrü boyunca sürdüren, merak ve öğrenme arzusunu hiç kaybetmeyen, ilmi hiçbir menfaatin aracı, hiçbir makamın merdiveni kılmayan insandır. “Rabbim, ilmimi artır!” ile “Rabbim! Bana eşyanın hakikatini göster!” dualarını vird-i zebânı yapmıştır.

Onun himmeti, peşinde olduğu hakikatin kendisi gibi yücedir. Vaizin ise kendine bir alan açmak, toplumda bir yer edinmek için bilgisini kullanmasında bir mahzur yoktur, yeter ki söyledikleri yanlış olmasın, yeter ki bilmediği konularda ahkâm kesmesin, toplumun çeşitli kesimlerini kışkırtıcı söylemlerde bulunmasın. Fakat âlim, hakikat yolculuğunda olgunlaşıp kendini dönüştürdükçe ancak başkalarına faydalı olabilir. Onun toplumsal sorumluluğu, kendisine karşı asgari vazifesini yerine getirdikten sonra başlar.

Bütüncül İslami ilimler tasavvuru

  • 15. yüzyıl Osmanlı âlimlerinden Muhyiddin Kâfiyeci’nin (ö. 879/1474) ortaya koyduğu şema, klasik İslami ilimler tasavvurunu temsil edici sayılabilir. Kâfiyeci, Kur’an-ı Kerim’i tefsir edebilmek için gereken ilimleri 15 ilim hâlinde sıralar:
  • 1. Lügat
  • 2. İştikak
  • 3. Sarf
  • 4. Nahiv
  • 5. Meânî
  • 6. Beyan
  • 7. Bedî’
  • 8. Kıraat
  • 9. Kur’an ayetlerinin nüzul sebeplerine dair ilim
  • 10. Âsâr ve haberler ilmi
  • 11. Hadis
  • 12. Fıkıh usulü
  • 13. Fıkıh ve ahlak
  • 14. Mantık ve kelam
  • 15. Mevhibe ilmi. “Bu öyle bir ilimdir ki, Allah Teâlâ ilmiyle amel edenleri ve Allah’tan sakınıp ihsanda bulunanları ona varis kılar. Nitekim Hz. Peygamber de ‘Kim bildiğiyle amel ederse, Allah onu bilmediği ilme vâris kılar’, Allah Teâlâ da ‘Allah’ın emrine muhalefetten sakının, Allah size öğretir’ buyurmuşlardır.”

Kâfiyeci’nin bu listesi, günümüzdeki anlamıyla bir akademik disiplin veya teorik bir ilim olarak değil, bir yorumlama pratiği veya bir meleke olarak “tefsir”in en üstte yer aldığı bir tasavvuru ortaya koyar. Buna göre Kur’an-ı Kerim’i tefsir etmek, alet ilimleri ve ‘âlî ilimler üzerindeki yıllar süren geniş kapsamlı bir tahsilin ve böyle bir tahsilin gerektirdiği takvalı yaşayışın semeresi olarak, âlimde meleke hâline gelen süzme bir ilim ve hikmete dayanmalıdır.

Nitekim İslam’ın klasik çağlarında yıllarını yukarıda sayılan ilimlerle geçiren bir âlim, ömrünün sonlarına doğru sahip olduğu çok yönlü ilim, irfan ve tefekkürü bir Kur’an tefsiri yazmak suretiyle ortaya koyardı. Kendilerinden önceki tefsir ve İslami ilimler birikimini dikkate alıp değerlendirir, bilhassa kendi ihtisas sahalarında çeşitli katkılar ortaya koyar, ilgili ayetler vesilesiyle varlık, bilgi ve değer alanlarında varsa orijinal düşüncelerini paylaşma imkânı bulurdu.

Tefsir sahibi âlimlerin biyografileri genellikle bu gözlemi doğrulayacak niteliktedir. İlimler hiyerarşisi ve ilimler arasındaki irtibatın büyük ölçüde koparılmış olduğu çağımızda olduğu gibi, yalnız belirli bir akademik disipline (“tefsir ilmi”ne) hasredilmiş bir mesainin neticesi olarak tefsir yazılmaz, daha doğrusu yazılamazdı.

Kâfiyeci’nin 15. asırda yazdıklarını destekleyen ve başka bir zaviyeden açımlayan bir ifade de 20. yüzyılın büyük âlimi (ve aynı zamanda Kâfiyeci’nin listesini kendinde tahakkuk ettiren müfessiri) Elmalılı M. Hamdi Yazır’a (ö. 1942) aittir. Elmalılı’ya göre İslami ilimlerin genel konusu, fert ve toplum açılarından “insan”dır. İslami ilimler, ortaya koyduğu bilgi ve hükümlerinde, kâinatın insan haricindeki tabaka ve kısımlarıyla ilgilenen bütün ilimlerin verilerinden istifade eder.

Bu genel mevzu, Kur’an’ın da mevzusu olduğu için, İslami ilimleri en üst seviyeden kuşatan ilim (cins-i ‘âlî) Kur’an ilmidir. Bu sebeple Kur’an’da beşeriyetin ruhuna dair meseleler açık, diğerleri ilke (mebâdî) olarak remizli anlatılmıştır. Bu cami ve kapsayıcı ilme/ilimler grubuna “hikmet-i İslamiye” ve “fıkh-ı mutlak” denebilir.

Âlim nerede ve nasıl yetişiyor(du)?

Her insan gibi İslam âlimi de yaşadığı çağın insanıdır.
Her insan gibi İslam âlimi de yaşadığı çağın insanıdır.

Modern öncesi dönemde, medreseler yaygınlaştıktan sonra bu kurumlarda bir İslam âliminin yetişmesi için okutulan ilimlere bakıldığı zaman, bu ilimlerin iki kategoriye ayrıldığı görülür: alet ilimleri ile yüksek/şer’î (‘âlî) ilimler. Alet ilimleri başta nahiv olmak üzere dil ilimleri (sarf, vaz’, meânî, beyân, bedî’...) ve mantıktır (münazara/âdâb-ı bahs da dâhil), yüksek ilimler ise temel İslami ilimler, yani başta fıkıh ve usulü olmak üzere kelam, hadis ve usulü, tefsir, tasavvuftur. Bunların yanı sıra hey’et (astronomi) ve hikmet (felsefe/doğa bilimleri) gibi ilimleri de saymak gerekir. Tabii ki bu listenin genel kabul görmesi için yüzyıllar geçtiğini hatırlamak gerekir. “Dışarı” kaynaklı felsefi ilimler, bilhassa da mantık aleyhindeki tutumları;İbnü’s-Salâh,İbn Teymiyye ve Suyûtî gibi âlimlerin mantık hakkında yazdıklarını da dikkate almak gerekecektir. Taşköprîzâde Ahmed Efendi ve Suyûtî gibi kendi biyografisini yazan âlimler sayesinde klasik devirlerde bir âlimin neleri okuyarak yetiştiğini görebiliyoruz.

Günümüze geldiğimizde ise, medrese denilen ortamlarda, bilhassa doğu menşeli olanlarda ağırlıklı olarak Arap dili çalışmaları yapılmakta, sarf, nahiv ve belağat eksenli bir eğitim yürütülmektedir. (Tarih olarak geriye doğru gidildikçe müfredatın şer’î ilimlerle ilgili kısmının daha zengin olduğunu biliyoruz).

İleri seviyeli dil metinleri üzerinde yıllar boyunca süren yoğun bir tetkik çabasının sonucunda öğrenci Arap dilinin inceliklerini âdeta bir filolog gibi öğrenmektedir. Birçok medresede eğitimin merkezinde bu eğitimin yer aldığını, “İslami” veya ‘âlî (yüksek) dediğimiz ilimlerle ilgili bu derece veya buna yakın kapsamda bir çalışma yapılmadığını, bir iki eser mütalaasıyla yetinildiğini söyleyebiliriz. Buradaki temel mantık, İslam ilimlerin anahtarı olan Arapçanın bilhassa da nahvin çok iyi bilinmesi sayesinde her türlü metnin üstesinden gelinebileceğidir. Müfredatta yer alan bazı eserlerin ağdalı ve sert ibareli metinlerden seçilmesi de, âdeta metinlerle cebelleşen, onlara meydan okuyan, zor metinleri çözmeyi önemli bulan bir tavrın göstergesidir.

İslami ilimler açısından konuşmak gerekirse, şüphesiz ki böyle bir yaklaşımın yanlışı doğrusundan fazladır. Arapçanın bu ilimler için ne kadar önemli olduğunda şüphe olmamakla birlikte, her bir ilmin kendine mahsus metodunu ve kavramlar ağını tanımanın, dil bilgisinin ötesinde ayrı bir meleke edinmekle mümkün olduğu açıktır.

Arapçayı gerçekten iyi bilen bir ilim talibi, mesela bir fıkıh kitabı okurken karşılaştığı bir terimin sözlük anlamını bilmesinden dolayı kelimeyi iyi tanıdığını zannederek üzerinde durmamakta, böylelikle kelimenin kendi bağlamında kazandığı yeni anlamları gözden kaçırmaktadır.

  • Medrese tarzı bazı ilim halkalarında ise İslami ilimlere ait klasik eserlere daha fazla ağırlık verilmektedir. Fakat genel olarak klasik metin oku(t)malarının, ilimlerde meleke edinecek bir verimlilikte yapılıp yapılmadığı üzerinde durulması gerekir. İlahiyat ve İslami ilimler fakültelerinde ise tematik bir anlatımla her bir ilmin meseleleri takrir edilmekte, tarihleri anlatılmakta, modern kitaplar okutulmakta, klasik metin okuması ise genelde yapılmamaktadır. Bu eksikliği ikmal etmek için bazı fakültelerimizde ilave metin okuma programları gerçekleştirilmekte, ayrıca bazı sivil toplum kuruluşlarında medrese ve fakülte tarzlarını birleştirmeye yönelik çalışmalar yapılmaktadır. İki tarzın birleştirilmesine yönelik çalışmaların yakın bir gelecekte belirli bir olgunluğa kavuşacağını ümit etmek için sebeplerimiz vardır.
  • İslami ilimleri öğretmedeki iki usulün dezavantajları genel olarak söylenecek olursa, medrese tarzının hakkı verilmediğinde lafızcılık eğilimi baş gösterir, ibareden ifadeye geçemeyen, kitabı kapattığında söyleyecek sözü olmayan bir öğrenci bu tarzın problemli tipidir. Fakülte tarzının hakkı verilmediğinde ise lafazan, yani ilmin temel meselelerini hakkıyla bilmeyen, “ilm”e dair eksikliğini “malumat” ile, daha doğrusu malumatfuruşlukla örtmeye çalışan bir öğrenci tipinin yetişmesi kaçınılmazdır.

Daha çok medrese tarzında görülmekle birlikte fakültelerde de karşılaşılan bir başka problem ise “tarihsizlik”tir. Okunan metinleri üreten âlimleri âdeta kişiliksiz ve tarih dışı (veya üstü) gören, her metnin sonsuz bir şimdiye ait olduğunu varsayan bir tasavvurdur bu.

Bazı zayıf lisansüstü tezlerde aynı cümle içerisinde arka arkaya mesela Şeybânî’nin, Gazzâlî’nin, İbn Teymiyye’nin, İbn Âbidîn’in görüşlerinin sıralanması, bir âlimin görüşlerinin yaşadığı çağın sorunlarıyla ilişkilendirilmemesi, söylenen sözlerin bağlamlarına yerleştirilememesi bundandır.

Herhangi bir ilmin tahsilinde ulaşılması amaçlanan hedef, o ilme dair “meleke” sahibi olmaktır. Meleke sahibi bir ilim yolcusu o ilme ait –her şeyi ve bütün ayrıntılarıyla değil, fakat- bütün temel meseleleri ana hatlarıyla bilir, ayrıntıya dair bildiklerinden hareketle bilmediklerine dair bir kanaat sahibi olur.

İslami ilimler

İslami ilim denildiği zaman, temel olarak üç ilmi anlıyoruz: Bunlar Cibrîl hadisinde ifade edilen “iman”, “İslam” ve “ihsan” kavramlarının ilimleşmiş hâlleri olan kelam, fıkıh (usul ve fürû) ve tasavvuftur.

İslami ilimler içerisinde norm koyucu ve kıymet hükmü üretici olan, yani iyi ve kötüyü, sahih ve batılı, sevap ve günahı, hayırlı ve şerliyi, yararlı ve zararlıyı, emredilmiş ve yasak olanı, uygun ve ehven olanla olmayanı... bildiren, buna bağlı olarak kendi içlerinde yenilenmeye ve güncellenmeye açık olan, bu üç ilimdir; bu sebeple “gelenek” dediğimiz muhassalayı oluşturan da öncelikle bunlardır.

Bu üç ilmin normatif kaynağını teşkil eden ilimler de Kur’an ilimleri (ulûmu’l-Kur’an) ve hadis ilimleridir. Bu beş ilim “temel İslam bilimleri” dediğimiz yapıyı oluşturur. (X ilminin âlimi değil de) “İslam âlimi” dediğimizde, ilk üç ilimden en az birinde uzmanlık seviyesinde derinleşmiş, diğer ikisinde de ileri seviyede bilgi sahibi olan, Kur’an ve Sünnet’in bu üç ilimle irtibatını ve hangi suretle bunlara kaynaklık teşkil ettiğini bilecek seviyede de diğer iki ilimle meşgul olan, bütüncül bir İslami ilimler tasavvuruna sahip âlimi anlıyoruz. Fakat bu kapsam, “İslam âlimi” kavramının dar manada yorumudur. “İslam âlimi” denildiği zaman, yalnız dar manada İslam ile alakalı ilimleri bilen ve yalnız bu ilimlerle meşgul olan kimseyi kastetmek, terimin hakkını vermemekle ancak mümkün olabilir.

Her insan gibi İslam âlimi de yaşadığı çağın insanıdır. O hâlde devrindeki temel tartışmaları bilmeyen, insanlık tecrübesinin kendi zamanına kadar geldiği noktayı merak etmeyen, kendi disiplini dışındaki bilgi dallarına kendini kapatan, kısacası yaşadığı çağın hakkını veremeyen, mesela günümüzde yaşadığı hâlde 16. asır âliminin yetiştiği listeyle iktifa eden bir âlim, hakkıyla İslam âlimi olamaz. Devrimizin İslam âliminin işi bu itibarla kolay değildir.

Temel İslami ilimlere ilaveten, zamanının bilhassa “insan”a dair üretilen bilgileriyle de ilgilenmesi gerekir. Psikoloji ve sosyolojiyle, ekonomi ve siyaset bilimiyle ilgilenmeyen, tarih, edebiyat ve felsefi düşünceyle arası olmayan, bilim tarihindeki önemli teori ve dönemeçlerden bihaber bir ilim talibinin, ifadenin hakiki manasıyla İslam âlimi olması mümkün değildir. Fakat açıktır ki bütün bu bilgi dallarının her birisinde bir ömrü fazlasıyla doldurmaya yetecek kadar literatür üretilmiştir. Bunların hepsinde uzman derecesinde yetişmenin imkânsıza yakın olduğu da aşikârdır.

Söylemek istediğimiz, kendi ilim/lerinde derinliğine yetişen âlimin, diğerleriyle de sağlam bir bakış açısı oluşturacak, her temel meselenin özünü kavrayabilecek, insanlık tarihinde dile getirilmiş temel ve önemli hiçbir fikri kaçırmayacak bir bakış açısıyla bunlara bakmayı öğrenmesi gerektiğidir. Yalnız bunun herkes için geçerli bir metodu, genelgeçer bir muhtevası, standart bir okuma listesi olmadığı da açıktır. Bu sebeple her talibin hakikat yolculuğu, bir bakıma kendine mahsus olmalıdır.

İlim ve amel

Ve son olarak, ilim amel ilişkisi hayati önemdedir. Eğer bahsettiğimiz kişi Peygamber vârisi olan hakiki bir İslam âlimi ise bildiği ile amel eden, bilmediğini öğrenme cehdini ömrü boyunca terk etmeyen, işe her zaman kendi nefsiyle başlayan, fakat yalnız kendini düşünmeyen, toplumsal sorumluluk bilinciyle insanlığı hayra ve hakka çağıran, memleketinin, ümmetin ve bütün insanlığın meselelerine karşı duyarlı olan bir insandır.

KAYNAKLAR

• Ebü’l-Bekâ, el-Külliyyât.

• Elmalılı M. Hamdi Yazır, İrşâdü’l-Ahlâf fî Ahkâmi’l-Evkâf, İstanbul: Matbaa-i Ahmet Kâmil, 1330.

• Elmalılı M. Hamdi Yazır, Meşrutiyetten Cumhuriyete Makaleler, (haz. Asım Cüneyd Köksal&Murat Kaya), İstanbul: Klasik Yayınları, 2011.

• Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-dîn.

• Muhyiddin Kâfiyeci, Kitâbu’t-Taysîr fî Kavâidi İlmi’t-Tefsîr, (nşr. ve tercüme: İsmail Cerrahoğlu), Ankara, 1974.

• Halil Çiçek, Şark Medreselerinin Serencamı, İstanbul: Beyan Yayınları, 2009.