Maskede hayat var

Herkesin bir maskesi var. Çünkü hayat yapılanışı böyledir.
Herkesin bir maskesi var. Çünkü hayat yapılanışı böyledir.

Maskenin, diğer her şeyin olduğu gibi, ontolojik anlamını ya es geçip ya da onu toplumsal olana indirgediğimizde başımıza gelen, diğer durumlarda da olduğu gibi, o şeyin, eğer varsa, toplumsal pozisyonunu da yitirmek oluyor. Keskin görüşlü fenomenologların, “keşfettiği” gibi, bir gerçek ve görüntü ayrımına gittiğimizde ve devamla görüntüyü ortadan kaldırdığınızda, -dünyanın karşı ahireti/öteyi ortadan kaldırmaktır bu- gerçek de elimizden kayıp gidiverir. Zira “her şey” bu ikili/k üzerine varolmaya bırakılmıştır.

I.

Herkesin bir maskesi var.

Çünkü hayat yapılanışı böyledir. Lacan’ın, Freud okumasından mülhem söylersek, Aslında hayat maskeli olarak yapılanmıştır. Bu anlamda maske; arızi, yapay, nevzuhur bir fenomen olmaktan ziyade, bizatihi gerçek olandır. “Bayağılıklar ve yapaylıklar zamanında yaşıyoruz” diyen şair düştüğü yerden kalkamamış belli ki. Bir şair hassasiyeti ve hakikate temas etme cehdiyle, bize kelimelerin ardındakini, onların (kelimelerin) sarhoşluğunda söyleyecek bir esin perisi beklentisinin boşluğunda oyalanmaya gerek yok. Öyle ya; “kimseden bir işaret gelmeyecek/bir melek kimsenin alnını sıvazlamazsa.” Kelimelerin ardından bir hakikat yok, zira hakikatin kendisi kelimedir.

II.

Maske, hem saklar/gizler, hem açık eder.

Salvador Dali - Essential Time
Salvador Dali - Essential Time

Maskenin, diğer her şeyin olduğu gibi, ontolojik anlamını ya es geçip ya da onu toplumsal olana indirgediğimizde başımıza gelen, diğer durumlarda da olduğu gibi, o şeyin, eğer varsa, toplumsal pozisyonunu da yitirmek oluyor. Keskin görüşlü fenomenologların, “keşfettiği” gibi, bir gerçek ve görüntü ayrımına gittiğimizde ve devamla görüntüyü ortadan kaldırdığınızda, -dünyanın karşı ahireti/öteyi ortadan kaldırmaktır bu- gerçek de elimizden kayıp gidiverir. Zira “her şey” bu ikili/k üzerine varolmaya bırakılmıştır. Dolayısıyla, maskenin toplumsal anlamı, eğer var ise, onun ontolojik anlamı var diyedir ve bu cümleden olmak üzere, o ontolojik anlam, hayatın maskeli bir yapılanışını ve bunun devamında da, onun hem bizi dışarıdan koruyan/örten/gizleyen hem de yine bizi -artık ne pahasına olduğuna siz karar verin- açık eden/sunan bir anlamı haizdir. Zira her şey, bir içtekini hem korur hem de onu o olarak sunar. Maske, kendisini ortaya koyarak, arkasındaki hem gizler hem de onu gizlediğini de söyler. Bir maskeyle birliktedir ki şeyler hem zuhur eder hem de gizleniverirler.

III.

Şeyleri olduğu gibi görme(ye çalışma)k, onları maskesiz olarak görmektir.

Nietzsche
Nietzsche

Ve bu uğurda -en azından zihinsel düzlemde- çıplak/saf gerçekliğe uluşma çabasının bir sonucu olarak, olanı olduğu gibi yakalama tuzağı, yani anlam ve bakışı mistifikasyondan arındırma denemesi, -kendini içerden tüketen bir eylemdir bu- devam edegelmiştir. Basit iki örneğini Ricoeur’ün Freud (Yorum Üzerine) ve Paul de Mann’ın “alegori” okumalarından (Alegori Okumaları) gördüğümüz “arındırma” yahut (toprağı bol olsun, Ulus Baker’in metnine atıfla) “aşındırma” denemeleri giderek hız kazanır. Söz konusu iki “deneme”nin bu tavrın sadece örnekleri olduğunu aklımızda tutarak denilebilir ki Freud’un, “ruhsal” hareketin içinde taşıdığı belirsizliği yahut gizemi, psikolojik bir (arzu) ekonomisine/mekaniğine (o hidroliği der) tahvil ederek sunduğunu söyler Ricoeur. Kabaca bu, onun üç büyük şüpheci diye adlandırdığı, Marx, Freud ve elbette Nietzsche’nin, “gizlenen ile gösterilene, yani farklı gösterilen ile açığa vurulan”a odaklanmalarıyla, gerçekliğin bizatihi bir yorum alanı/ulamı içinde şekillendiğini ve dolayısıyla bu üç ismini temel amacının “demistifikiye” etmek olduğunu söyler. Bu, felsefe ile zihnin yeni bir okuması ise şayet, meselenin diğer ucunda da felsefenin edebi olanla ilişkisine odaklanan de Mann’ın alegori okuması bulunur. Bir yapıbozumu (dekonstrüksüyon) hareketi olarak “okuma alegori” bize, ikili karşıtlıklar olarak şekillenen Batı düşüncesinin nasıl bir “aptallık” içinde olduğunu göstermeye çalışır. Buna göre, hakikatin tek bir düşmanı vardır ve ne hata ne de yanılgı; tam tersine o bir aptallıktır. Bu basitçe şu manaya gelir: Dilin sınırlarına gittiğimizde, -hem felsefi olarak hem de edebi olarak yapılacak iki eşzamanlı hareketle de tescil edilebilir ki- bizi bekleyen sadece metindir.

  • Metnin, ne önünde ne arkasında başkaca bir şey yoktur. Dolayısıyla bir “retorik” olarak muamele gören hakikat-dışı bir örüntü bulunmaz esasında. İster felsefe olsun isterse edebiyat, onlarla retorik arasındaki ayrım, bir aptallık farkı, diğer bir deyişle farksızlıktır. Dil, baştan sona bir retoriktir; yani muhatabı baştan çıkarır, aldatır, oyalar, yanıltır. Bu ise, bizi “aşılması imkânsız yol”a, zıtlıklarla çelişkileri buluşturan, o içinden çıkılması namümkin olana, çelişkiye, belirsizliğe yani aporiaya, ulaştırır. O halde de Mann’la birlikte söylemekte bir beis yoktur: “İyi bir edebi ürün de yollar (nihayet) buraya, yani çıkmaza çıkar.”

IV.

Bu anlamda her türlü arındırma çabası (demistifikasyon), zaten en başında kendisinden arındırılacak perde/ayrım yahut bir maskenin olmadığı üzerinde ısrarla durur. Özellikle de Mann’ın alegori üzerine söyledikleri, her türlü okumanın bir alegorileştirme -ki dil tam olarak böyle yapılanır/yapılaşır- olduğunu söyleyerek, bütün meteforikleştirme ve alegorik okuma stratejilerine karşı savaş açar. Bu, bir bakıma “anlam”a karşı açılmış bir savaştır. Zira bir anlam/mana olduğu varsayımından sonradır ki kendisine ulaşılmaya layık olan bir hakikat var olabilsin. Başka bir ifadeyle hakikat kendini, şeylerin ardından bir şey var, bir şey başka bir şeye işaret eder, ondan bir iz taşır kabulüyle birlikte, böylesi bir siyasetle ürettiği için, yapılması gereken her türlü alegoriliştirmenin kökünü kazımaktır. Her okuma, bir tür okunamazlığın da garantisidir; ya da daha doğru bir ifadeyle, bir tür okunamazlığa işaret eder; aksini iptal etmek, bir bakıma aptallıktır.

V.

Bu, maskesizleştirme, şeylerin ardındakini görmeyle ilgili neredeyse felsefi tutum alışta artık yaygın olan ortalama haldir.
Bu, maskesizleştirme, şeylerin ardındakini görmeyle ilgili neredeyse felsefi tutum alışta artık yaygın olan ortalama haldir.

Bu, maskesizleştirme, şeylerin ardındakini görmeyle ilgili neredeyse felsefi tutum alışta artık yaygın olan ortalama haldir. Denebilir ki gelinen noktada, bir hakikatin olmadığını kanıtlamanın beyhude bir çaba olduğunun anlaşıldığı bir düzenekte, bir hakikatsizlik kanıtlanmasının, hakikatin kendisini tahkim edişinin bir versiyonu olarak anlaşıldığından beri, kelimeler ile şeyler arasındaki ilişkinin ne anlattığının yahut ne anlatmadığının ötesinde, bizatihi anlatılmaz olanın, puslu alanın, melezliğin, bulanıklığın geçer akçe olduğu bir ontolojik evrene geçilmiştir çoktan. Maskeleri ortadan kaldırma çabasıyla başlayan süreç, anlamın gömüldüğü yerden çıkma gayretiyle birlikte, maskeyle hakikat arasındaki farkı silmeyle sonuçlanır. Anlam geri gelir ama heyhat, her türden farkın ortadan kalktığı bir nizam pahasına. İndiğim yerde beni bir bekleyen yok/indiğim yerde biçilmiş ot gibiyim: Bu, tam olarak anlamın çığlığıdır.

VI.

Dolayısıyla yegâne olmasa da, önemli uç noktalardan birisi, dilin alegoriye izin veren yanının tam da onun retorikselliğine, yani hakikat(sizliğ)ine işaret ettiğini söyler. Denebilir ki bu kavrayış, maskeyle ilgili söylenen “şey”lerin retoriksel yanını hemen bizlere hatırlatmaya soyunacak ve maskeyi bir “alegori nesnesi”ne dönüştürmenin tam olarak sıkıntının kaynağı olduğuna işaret edecektir. Söz konusu itiraz, tam da bir negatif dayanak olarak bizi bu noktada payanda olabilir. Denebilir ki aslında maskede ya da maskeli olmakta bir sıkıntı bulunmaz. Tam tersine, asıl sıkıntı her şeyin ve her yerin yanlış maskelenmesindedir, maskelerin ifade ettiği “değeri” okuyamamaktadır.

asıl sıkıntı her şeyin ve her yerin yanlış maskelenmesindedir, maskelerin ifade ettiği “değeri” okuyamamaktadır.
asıl sıkıntı her şeyin ve her yerin yanlış maskelenmesindedir, maskelerin ifade ettiği “değeri” okuyamamaktadır.

Burada, ister Batı felsefesinin kendi içindeki bir yandan tahkim edici (burada “güç istenci”nin teknolojik olanla, bulanıklaştırmaya çalıştığı hakikat-sonrası (post-truth) anını hatırlayalım) bir yandan da daha derindeki anlam yitimini hatırlayalım, her halükarda sonuç aynı kapıya çıkacaktır: Önce Tanrı, sonra doğa ve nihayet insanla sonuçlanan “tuhaf” bir çürüme, çölleşme söz konusudur. Üzerimizde hiçbir güç ve otoritenin etkisini istemediğimiz her çabanın, meseleyi daha da karmaşıklaştırdığını bilmem söylemeye gerek var mı? Oysa maske -ki buna suret demek de bir beis yoktur artık- şeylerin kendilerini sunma biçimlerini anlatır bize. Onlar, Hakk’ın bir zuhuru/tezahürü olarak kendilerini, hem kendilerine hem de onu anlamak isteyen her kimse ona, bir iz olarak sunarlar, okunmayı beklerler. de Mann’ın okunamazlık olarak gördüğü her türlü alegoriye karşı geliştirilen alerji, Tanrı’nın bir sureti olan insanın kendisine karşı aldığı haşin mesafenin, mesafesizliğin -nihai olmasa da- oldukça uç sonuçlarından birisidir. Bu okunamazlıklar içinde yapılacak çok fazla bir şey de yoktur. O halde bu noktada şu soruları sormak caizdir: Neden bir okunamazlıklar evreninde olmak zorundayızdır ki? Kimdir buna karar veren? Hangi güç bizi okunamazlıklar içinde bulunduğumuza, bu retoriğe ikna edebilir?

  • Söz konusu bu ve benzeri soruların kendisinin dahi “öngörülebilir” olduğunu hesaba katılmış olacaktır ki “puslu”/bulanık/melez bir zemin tam da burada imdada yetişir. O yüzden, her türlü okunamazlık iddiası aslında, son kertede karşılaşacağı itirazı da daha en başından (kendi) marjında tutarak, iyi ihtimalle okunmazlıktan geriye kalan, katı olan her şeyin sadece bularlaşmadığı, buharlı olanın geçer akçe olduğu bir âlem önerisidir: “puslu, çapraşık, koklanmamış/ihmalkâr gözle okunmuş bir kitap/bîtab bir gözle okunmayı tercih ederdim.”

VII.

O yüzden her şeyin kendi yokluğu ile birlikte kaim olduğu bu fani âlem için, bir maske yani suret olabilecek en iyi varoluş şeklidir. Küfre yaklaştıkça imanı artan biz modernler için, böceklerle otlardaki soluyuş izlerimizi silmek için (sadece) bir yüzyılın yettiği biz modernler için, okunamazlıktaki kibre biraz kulak kesilmek gerek galiba. Suret/maske olarak yapılaşan şeylerin durumunu anlamak için, William Chittick’in tabiriyle, “ikincil nedenleri” yani suretleri/maskeleri bütün detaylarıyla anlatan İbn Arabi’nin söylediklerine hatırlamak faydalı olabilir.

William Chittick
William Chittick

Bu noktada Şeyh’in iki unsuru bir arada zikrettiğini görürüz; bunlardan ilki, yoksulluk, yani yaratılan her şeyin Allah’a muhtaç olduğudur (“Ey insanlar, Allah’a karşı muhtaç olan sizlersiniz; Allah ise hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır, övülmeyen layık olandır”); diğeri ise, Şeyh’in müktesebatında “Allah’ın isimleri” olarak dile gelen, ikincil nedenler, yani suretlerdir. Chittick’in belirttiği gibi, yaygın sufi janrının ikincil sebeplerden, Sebeplerin Sebebi’ni gölgeleyeceğini, gözden kaçıracağı kaygısıyla uzak durmayı tercih ettikleri yerde Şeyh, ikincil sebepleri âlemin “asıl unsurları” olarak ele alır. İkincil sebepler önemlidir zira onlar Tanrı’yı bilmemizi sağlayan isimlerdir. Çünkü onlar, hem kendilerini sunarlar/temsil ederler hem de bu halleriyle Tanrı’dan bir haber taşırlar, ona işaret ederler, onu gizlerler. (Bu noktada “şey” olarak zikredilebilecek her bir şeyin ikincil sebep olduğunu da hatırda tutmakta fayda var.) İkincil sebepler perdedir, surettir, bir maskedir ve bu halleriyle onlar, Asıl Olan’a hem işaret ederler hem de onu perdeler, maskelerler, birer surettirler. Onlar, Tanrı’dan bizi uzak tutarlar ama yine de ona işaret ettikleri için ihmal edilemez bir ağırlıkları vardır; bu ağırlık onların yokluklarının ta kendisidir.

VIII.

Dolayısıyla sorun ikincil sebeplerin, yani suretlerin/maskelerin olması değil onları asıl yerine koy(a)mayan, -her ne kadar bunu yapmadıklarını iddia etseler de- onlardan bir “tapınç nesneleri” çıkartan yaygın ayartmanın kendisindedir. Owen Barfield’ın Ralph Waldo Emerson’dan aktardığı gibi, “İnsan varlıkların merkezine yerleştirilmiştir ve bir ilişki ışını başka her varlıktan geçip ona ulaşır. Ne insan bu nesneler olmadan anlaşılabilir, ne de bu nesneler olmadan anlaşılabilir.” Barfield bu satırları pozitivizmin 20. yüzyıldaki versiyonları olan “mantıksal pozitivizm”, “dilsel analiz” ve “bilim felsefesi”, (olasılıkla onun aklında Anglokson geleneği vardır) için söyler. Ama söz konusu versiyonları Kıta Avrupa’sı düşüncesi söz konusu olduğunda da zikretmekte bir beis yoktur. Denilebilir ki post-truth, aslında post-pozivimin bir versiyonu, bir “sureti”dir. Yine Barfield’ın, bir diğer önemli çalışmasına atıfla söylendiğinde, onlar, putperestiliğin çağdaş versiyonları, görünüşleridir. Dolayısıyla sorun, suretle hakikat arasındaki farkı silmekle başlar, hakikatsizliğe dokunarak, her yerde Tanrı’nın görüldüğü bir düzenekten “okunaksızlıklar”, kibirli miyopluklar çıkartarak son bulur. de Mann’ı aynıyla tekrar etmekte bir beis olmasa gerek o halde: Hata değil, yanlış değil, tam olarak bir aptallık.

IX.

Simone Weil
Simone Weil

“Bizim varlığımızda, her lahza, Tanrı’nın içimize bir cevher olarak koyduğu aşk ile süslenir,” der Simone Weil ve ekler: “Bizi var eden Tanrı’nın yaratıcı aşkı, yalnızca cömertlik ve gani olmanın üstüne kurulu değildir. (…) Onun aşkı, yalnızca ondan gayrı olan varlıklarda (Mevcudat, kelimetullahtır der Şeyh) kendini sürdürür. Eğer Tanrı, bu varlıkları, (…) hüzne terk etmeseydi, onlar -bizler- var olmayacaktık. Bizi var etme, aynı zamanda bir vazgeçiştir (vurgular benim. üa). Vazgeçiş, yaşama alanını açar. Eğer onun varlığı tamamen orada olsaydı, ateşe çekilen kelebekler gibi anında ölürdük.” Bu, biraz da şu demektir: Tanrı’yla, yarattıkları arasındaki mesafe olarak suretlerin varlığı (ki bu yokluktur), “hikâye”yi, yaratılışı, varoluşu mümkün kılandır aynı zamanda. Dolayısıyla, Şeyh’in ikincil sebepler üzerine bunca durması, bir anlamda bu yaratma, tecelliye karşı verilebilecek en “salih” oluşlardan birisidir. Zira uzaklık ve fark olarak suretlenme/maskelenme, Tanrı’nın var edişidir. Surette, hayat vardır.

X.

Modern radikal putperestliğin, yani post-pozitivist çağın suretlerle mana arasındaki farkı belirsizleştirerek kendini sunduğu şimdilerde, belki de yapılması gereken radikal bir tevhidi dile getirmek galiba. Rivayet edilir ki, bir memleketin hayli büyük bir çarşısında göz gözü görmez yangın çıkar. O sırada dükkânında olmayan erenlerden bir zata haber verirler olan biteni. “Eyvallah” der, “Hakk verdi, Hakk aldı!”. Derken Efendi çarşıya varır ve çarşıdaki dükkanlardan bir çoğunun büyük bir zarar gördüğünü, kendisinin de dâhil olmak üzere az sayıdaki yerin ise hiçbir zararı olmadığını müşahade eder. Hemen eline aldığı bir kibritle kendi dükkânını da ateşe verir ve yanan “mal”a bakarak ekler: “Adalet, yanan bu dükkânla birlikte tam oldu işte.”

Radikal putperestliğin zuhurunda, çağırısını işitmemiz gereken belki de böyle bir marifettir. Görünüşleri ve onun ardındakini aynı nazarda görmeye açık durmaya cehd etmek. En büyük lütuf, yol gösterme ve yardım da bu olsa gerektir.