Memleket için bir dizi terapi

Bir Başkadır
Bir Başkadır

Geçmiş zamandı, tutunamadığımız, hiçbir yere sığamadığımız, “tehlikeli oyunlar” içinde dolanıp durduğumuz zamanlar. Bir yandan Atay okuyup deli danalar gibi kaybettiğimiz o anlamı arıyor, bir yandan olayın üzerine düşünüyoruz. Sağ olsun, Nurdan Hanım’da (Gürbilek) iyi bir Atay okuyucusu olarak meseleyi çeşitli veçheleriyle ele almış önceden biz faniler için, Oğuz Atay’la da içimizde oluşan o hale bir ad veriyor, duygularımıza bir yuva yapıyoruz kırık dökük çalı çırpıyla.

Pandemi döneminin ürünü olarak takdim edilen (öyle ya, hepimizin asabı fena halde bozulmuştu o büyük kapatılmadan dolayı, sigara yok, arkadaş yok, muhabbet yok…) pıtrak gibi türemeye başladı şu “ruhi dizi”ler. Doğrusu uzun süredir dizi falan izlemiyordum, bu vesileyle izledim, çok da bir şey kaybetmediğimi de bir kez daha anladım.

Bir dalda iki elma…

Ama ondan öne, Atay’la, Gürbilek’le başlayalım, şu dizilere uluşmak için: Kabaca iki Atay’dan bahsediyordu Gürbilek: Birisi ironik, hayatı “gayrı ciddi”ye alan, nihayet hakikat namına ortada bir şey bırakmamak için herkesin altını oyan, oyunbozan Atay; diğeri ise kendisini büyütüp o günlere getiren ve böylece, bu hakikatsizliği kendisine armağan eden Kemalizm’e derinden (neredeyse kendisinin bile fark etmediği bir şekilde) bağlı, namuslu, vicdanlı Atay.

Bir Başkadır
Bir Başkadır

“Atay, hicivci değildi; çünkü okuruyla paylaştığı bir zemin, bir hakikat yoktu. Oysa hicivde hep bir doğru vardır, hicivci karşısındakiyle alay ederek, onu gülünçleştirerek bu doğrunun görünmesini sağlar. Alay ettiği şeyle kendisi arasındaysa mutlak, aşılmaz bir duvar vardır. Duvarın ötesinde, nesnesi acz içindedir, çünkü haksızdır. Bu yüzden hicivcinin karşısındakine yönelttiği alay hiçbir zaman kendisini ya da temsil ettiği doğruyu yaralamaz; tersine onu kuvvetlendirir, daha doğru, daha haklı kılar. Şöyle der hicivci: ‘Sen kendini akıllı zannediyorsun, ama aslında budalanın tekisin.’”

  • Edebi bir tür olarak romanın bütün imkânlarından faydalanarak, her türlü zeminin altını oyan Atay’dı bu. Yaşadığı dönemde değil de, 80 sonrasındaki kuşak tarafından, yani hakikat kaybının tavan yaptığı dönemde anlaşılmasının, alımlanmasının bir nedeni de Atay’ın bu vaktinden önce öten kuş olmasıyla ilgiliydi. 70’lerin siyasal kabiliyete inanan “adanmış” yani hakikatli insanlarıyla Atay’ın derbeder anti-kahramanları arasındaki fark hicivle ironi arasındaki farktan daha az değildi doğrusu.

“Atay’ı daha çok kişileriyle özdeşleştirerek bir tutunamayan olarak okuduk. Oysa bu, Atay’ın bir yüzü. Selim Işık olan, Hikmet Benol’la bir olan, bir türlü hayatın taleplerini yerine getiremeyen, zihinsel tasarılarına maddi bir karşılık bulamayan, bu dünyada davranamayan, bu yüzden acı çeken ya da gülünç duruma düşen kahramanlara, Don Kişot’a, İsa’ya ya da Hamlet’e yakın olan yönü; son yılların moda tabiriyle Atay’ın ‘marjinal’ yüzü. Ama Atay’ın bir de öteki yüzü var. Mustafa İnan’ın hayat hikâyesini yazan, bilimin rehberliğine inanan, ‘canım insanlar’ın mahkûm oldukları acemilikten, çocukluktan ancak evrensel bir düşüncenin ışığıyla kurtulabileceğini düşünen, çocukluğun yalnızca bir saflık değil, aynı zamanda bir eksiklik, bir azgelişmişlik olduğunu düşünen, bilimin hizmetinde ‘namuslu’ bir aydın olmayı ciddiye alan, Mustafa İnan’ın hayatını anlatırken yazdığı gibi ‘insanın ciddi olduğu zaman hiçbir şekilde gülünç olmadığı”na inanan, Bir Bilim Adamının Romanı’nın yazarı Atay. Türkiye’de bir dönem tutunur gibi olmuş, bir zamanlar Kemalizm’in temsil ettiği bir ciddiyetten payını almış, günümüz okuruna daha uzak olan bir Atay.”

Bu da diğer Atay. İroniden, herkesin altını oyduktan sonra, geriye dönüp, hem kişisel hem de toplumsal bir birlikteliği ifade eden bir anlamda, kendisini ortaya çıkartan düzeneğe vefa borcunu ödeyen, namuslu Atay, toplumcu, inanan (neye inandığı önemli değil), kendisini bir yere ait hissetme ihtiyacı duyan Atay.

Bizi memleketçe terapiye alan şu dizilere bakınca, özellikle de Bir Başkadır’a, Atay ve onun şarihi Gürbilek’i hatırladım bende.

Ayaltı âlemin yalnız özneleri

Edebi bir tür olarak romanın otobiyografik malzemeden beslenen çok kuvvetli bir damarı var. Elbette roman bir “günlük” tutma faaliyeti değil; Harold Bloom’un “etkilenme endişesi” diye adlandırdığı o derin farklılaştırıcı unsurla birlikte kendi hikâyene hem mesafe alarak hem de ona bir kavis aldırarak “kurmaca” bir evren ortaya çıkartılır edebi bir tür olarak romanda. Ama her ne olursa olsun, edebi bir tür olarak romanın beslendiği temel malzeme tam da bu otobiyografik birikimdir. Hatta denilebilir ki diğer edebi türler içinde en fazla romandır bu kişisel olan tınıdan ve bakiyeden arta kalanlara sarılan, ondan medet uman. Ian Watt da Romanın Yükselişi metninde işbu yükselmenin sebebi olarak dört unsuru zikreder.

Masumlar Apartmanı
Masumlar Apartmanı

Çok kabaca bunlar; gerçeklik algısının değişmesi, bireyciliğin temel bir belirleyen olarak ortaya çıkması, maddi ilişkiler ağındaki değişimi anlatacak bir anlamda “fayda” ile ilgili zihinsel değişim ve son olarak da kadın okurlarının sayısının artmasıdır. Anılan sebeplerin hepsinin altında yatan ortak bir tema olarak kişinin “özne”liğine dair noktaya gönderimlerini bilmem zikretmeye gerek var mı? Bu yüzden, evet en otobiyografik malzemedir roman, doğası gereği.

  • Kemalist edebiyat müfredat sınıflandırması içinde Mehmet Rauf’un Eylül’üyle ilgili sınıflandırmada metin, Türk edebiyatının ilk “psikolojik romanı” olarak nitelenir bilindiği üzere. Bazılarımız için hâlâ bu adlandırmanın muteber olacağını düşünerek bu konuyla ilgili şakaları bir tarafa bırakarak denilebilir ki “psikolojik olmayan” bir roman zaten yoktur, çoktan yoktur, daha en başından. Nedeni ise basit: Watt’ın romanın yükselişi ile ilgili saydığı dört nedenin hülasası olan “özne”ye dair boyutlar söz konusu olduğunda bu öznenin ontolojik olarak tek başınalığında sığınacağı yegâne anlam katmanı onun haletiruhiyesi, teknik tabirle psikolojisidir. Ayaltı âlemde insanın kendisinden, yani hallerinden başka bir şey yoktur elimizde. Nereye dönse yalnızlık, nereye dönse keder…

Söz konusu durum bu bağlamda Kırmızı Oda, Doğduğun Ev Kaderindir, Masumlar Apartmanı ve nihayet Bir Başkadır dizilerine geldiğinde “sinematografik” bir versiyonda da devam etmekte. Bu diziler, pandemiden medet umulan “sıkılmışlığımıza” gönderme yapılarak alımlandılar lakin hem üreticileri için hem de izleyenleri için bu ruhsal/psikolojik özden başka bir şey yoktur zaten edebi ve sinematografik metinlerde. Elbette aralarındaki ton farkı, bir kahramanlık ya da tarihsel bir dönemi anlatan ürünle (dizi ya da roman), kırık bir aşkın anlatıldığı daha “bireysel” tonu yüksek metinler arasında bir fark vardır. Ama hem onu besleyen temel unsurlar hem de modern bir üretim taktiği olarak ön plana aldığı değerler söz konusu olduğunda gönderme yapacağı (psikolojik durumlardan) başka bir şey yoktur elimizde. Ya da şöyle söyleyelim: Çok az metin bu bireysel yani psikolojik unsurdan kaçabilme, ondan azade olma becerisine haizdir. Hani şu “total”in sanatlı/sıkıcı filmler dediği, ama onlar da bile iyi ihtimalle erken “varoluşçuluğun” memlekete düşün geç gölgelerinden sıyrılıp adam akıllı bir metnin zor çıktığı, azın azı yapıntılar.

Terapi terapi büyüyün benliğimiz

Bu anlamda bakıldığında ilgili dizilerdeki fark doğrudan “terapi”nin imdada çağırılmasıyla oluşan niceliksel bir farktır. Diğer bir ifadeyle psikolojik anlatımdan beslenen ve dolayısıyla en vulgar versiyonlarında bile bu malzemeyi dolaşıma sokan, (Bir Başkadır’ın Melisa’sının söylediği gibi) “total” için yapılan dizilerde de bolca terapi sahneleri yer almakta, asabımızın bozukluğunu fırsat bilen bu ürünlerin de benzerleriyle ortaklaştığı nokta da daha en başından bu psikolojik malzemeden fazlasıyla beslenmeleridir. Peki, işbu terapi dizilerinin bir farkı yok mu diğer dizilerden?

Bir Başkadır
Bir Başkadır

Elbette var. Ama bu, sanıldığı gibi niteliksel değil niceliksel bir farktır ve dahası bize diğer dizilerinde içine şekillendiği “çerçeveleme”yi göstermesi anlamında anlaşılması gereken bir boyuta sahip. Terapi dizileri zaten her gün defalarca masaya yatırılan “halimiz”in mutfağında neler olup bittiğini, evet bütün çıplaklığıyla anlatması anlamında önemlidir. Elimde her günkü deneyim dünyasından bir tek “psikoloji”si kalan ve günde kırk bin defa bozulup tamir olan biz fanilerin, dolaylı değil de doğrudan terapiye alındığı bir andayızdır artık. Herkesin hayatında en az bir kez gittiği (parası var ise tabii) terapi odalarının bir “gerçek” olarak dile gelip ekrana boca edildiği bir an.

İster ileri derecede ilerlemiş olsun isterse daha küçük, terapinin temel fonksiyonu “özne”nin bozulan yahut daha en başından bozulmuş “ilişki ağları”nı ve dolayısıyla “gerçeklik” yanılsamalarını düzeltmektir. Burada uzun uzadıya terapi, psikoloji ve devamında psikanalizin kendisini masaya yatırmak değil niyetim. Ama şu kadarına söylememiz gerekir ki bir terapideki temel niyet (yaklaşımlardaki bütün farkları iptal ederek) “özne”nin sağaltımıdır; dünyaya, gerçek olana çağırılmasıdır. Bir bozulma vardır, sebebi her ne ise, o bozulma artık giderilemeyecek bir noktaya ulaşmıştır ve özne düştüğü o cehennemden tekrar dünyaya çağırılır.

  • Terapinin ana aksı ve motifi budur. Dolayısıyla bu bize psikolojik yorum ağının temel teorik gönderim alanının, öznenin onun zihinsel ve duygusal karmaşası olduğunu da söyler. Diğer bir deyişle imtihan değil sorunlar çağında yaşıyoruzdur ve burada özne ile başlayıp yine onunla biten bir sarmal söz konusudur. İmtihan değil de sorunlar/bunalımlar/bozukluklar çağında yaşayan öznenin anlamla ilgili, yani tam olarak konuşacak olursak, “Ne oluyor gerçekten şu hayatta?” sorusuna verebileceği esastan bir cevap yoksa ya da olmasına rağmen onu her defasında ayartıyorsa farklı yorumlama versiyonları, Tanrı’da yetmiyorsa, derde deva olmuyorsa, oturulabilecek en iyi yerdir terapist koltuğu.

Dolayısıyla psikolojinin dili olsa olsa hasta olmuş, ya da zaten ta en başında hasta doğmuş ol kişiyi sağaltıp tekrar kendi hasta beni üzerinde tahkim etmesidir olsa olsa. Her defasında acizliğiyle yüz yüze gelen/getirilen kişi, gerçekten ne olduğunu anlamadan kalkar terapi masasından. Üzerine boca edilen anne ve babasıyla ilgili hikâyelerin doğruluğu ya da yanlışlığı değildir mesele. Daha önemli olan nokta, her şeyi kendisinin yapıp edebileceğini sanma cehaletidir. Güçsüz, takatsiz bir halde kendini terapistin sıcak (Soğuk mu demeliydim yoksa?) kollarına atan o büyük insanlık, iyi ihtimalle kendi benine olan inancı sağlamlaştırılmış bir şekilde kalkar masadan. İyi ama tam da yetmeyen “hal”inden dolayı düşmemiştir oraya? Gabriel Marcel’le birlikte söyleyecek olursak, “İnsan insana dolaysızca yaklaştığı, aracısız bir ilişki kurduğu oranda, şimdi kederli bir şekilde insanı da aradan çıkarmak zorunda kalmıştır. Çünkü insan, insana ağır bir yüktür.” İnsan, insana çıplak, aracısız, mesafesiz, tedbirsiz ve son kertede tek geldiği, dokunduğu oranda katil olmaya, öldürmeye devam etmektedir. Önce Tanrı’yı, şimdi İnsan’ı. Terapistlerin modern şeyhler olduğu sık vurgulanır. Keşke öyle olsalardı… Oysa iyi ihtimalle bir sağaltımla tekrar o cehenneme geri gönderilir şu bizim özne. Mesafe almanın ta en başından yanlış kurulduğu bir düzenek içinde, doğru adım, yani doğru mesafe bir türlü zuhur etmez ne yazık ki.

Kırmızı Oda
Kırmızı Oda

O yüzden ilgili dizilerin diğer dizilerde örtük burada ise açıktan fısıldadığı gerçek, kendi başınalığımızın varoluşsal ağırlığının altında ezildiğimizi bilmeksizin bir kör döğüşünün içinde sahte tanrılar arayışında olduğumuzdur. Kırmızı Oda’nın intihardan son anda kurtarılan Meliha’sı da, Masumlar Apartamanı’nın bir zulüm makinesi olan annesinden devraldığı mirası sürdürün Safiye’sinin de asıl meselesi ailesi ya da yaşadıkları değil, dünyaya karşı bir türlü tahkim edilemeyen benleridir. Diğer bir deyişle imtihanla sorun/sıkıntı arasındaki fark, evet bir yandan imanî bir meseledir, ama bir yandan da, sizin anlam katmanınızı da başından sonuna kadar kat eden, belirleyin bir ontolojik gönderim alanına sahiptir. Tam da bu yüzden, eleştirinin her türlü boyutunun ortalığı kasıp kavurduğu bir zamanda, benimizle/özneliğimizle aramıza koyamadığımız mesafeden dolayı yapıla gelen eleştirilerin hiçbirisinin sahici bir tarafları yoktur ve bir çözümsüzlüğe mahkûmdurlar ne yazık ki. Diğer bir deyişle, eleştiri kişinin iyi ihtimalle kendi özneliğini besleyen bir düzenekte başlıyor ve bitiyor. Geriye sürekli konuşan, hep konuşan, daha fazla konuşan, hiç susmayan, kelimenin gerçek anlamıyla hiçbir şeyden memnun olmayan ama elinden de bir şey gelmeyen, sahte politik karmaşalar içinde kaybolup giden, nihayet ölen kadük hikâyeler kalıyor.

Bir Başkadır: iç(er)den dış(arıy)a taşanlar

Gelelim Bir Başkadır’a… Berkun Oya’nın bu son “numarası” diğer psikolojik şeylerden biraz farklı tabii. Farklı zira burada masaya yatırılan bir bütün halinde memleketin kendisi. Şöyle sesleniyor dizi bize: Ey memleketim, terapi vakti, hadi çabuk! Fakat söz konusu terapi süreci belli bir politik atmosferde/atmosferle temsil ediliyor. İlginçtir, Bir Başkadır seküler (bu ne demekse artık) entelijansiyadan hayli yoğun tepkiler aldı; AK Parti güzellemesi, Kemalizm eleştirisi yapıyor, halk iyidir diyor, eski Türkiye’yi, yirmi, hadi bilemediniz on sene öncesini anlatıyor, köprünün altında çok sular aktı, yalıda oturup Halk TV izleyen kim kaldı şunun sırasında, Kürtleri anlatacak başka bir hikâye bulamadı mı ya da başörtüler çoktan her yanımızı sardı diyerek…

Bir Başkadır
Bir Başkadır

Dizinin bu politik evreninde rahatsız olunmasının politik meselelerin karmaşıklığı ve havanda su dövmek olduğunu düşündüğüm için söz konusu politik tartışmanın işaret ettiği ve benim için asıl önemli noktaya gelmek istiyorum izninizle. Bu ise, dizinin politik dilinin altında yatan asıl nedenin gözden kaçırılması. Başka bir ifadeyle, dizi son yirmi yılda hızlıca değişip dönüşen memleketin baş döndürücülüğünün kendisinde bıraktığı imgeyi/ruh halinin basit bir göstergesi aslında.

Gürbilek, Atay üzerine yazdığı bir başka yazısı olan Oyun ve Adelet’te, Atay’ın bir yazar olarak “derin bir nefes çektiğini”, bu nefesle içine “memleketteki her şeyin dolduğunu/boca edildiği”ni ve Atay’ın her şeyi deneyen, bitmeyen anlatmak isteğinin tam da bu çekilen nefeste içe dolan memleketin hikâyesi/hakikati, olduğunu söyler. Edebi ya da teknik bir dille bu nefesle Atay’ın roman evreninin malzemesi oluşmuş olur. Atay, derin bir nefes çeker ve oraya memleketin bütün özneleri ve nesneleri girer, tam bir panayır alanıdır, her şey ama her şey hava da uçuşur; türler, olaylar, duygular. Dışarda hiçbir şey kalmamıştır, daha doğrusu kalmamalıdır. Anlatmak isteği o kadar yoğundur ki (bunun sebebi tam da Atay’da bir hassasiyet düzeyine varan hem kişisel hem de toplumsal birikimdir) romanın, dilin, anlatının, nihayet kelimelerin sınırları zorlanır. “Kelimeler bazı anlamlara geliyor, kelimeler albayım, hangi anlamlara geliyor?” diye sayıklar Hikmet mesela.

Tıpkı bunun gibi, elbette Atay’ın edebi zevkinde hayli uzak, Berkun Oya’nın Bir Başkadır’ı da son yirmi senede memlekette olan bitene bakmış, onu içine çekmiş ve o içten dışa yansıyanlardan bu butik, “mini dizi” ortaya çıkmış. Dizinin içindeki temeldeki politik atmosfer de, bunların altında yatan diğer hikâyeler de bu derin nefesinin bir dışa vurumu esasında.

Ne mi var bu dış(arı)da: Başörtülü ama kendi küçük dünyasında iyi bir kız ve onun karşısında laik, Robertli, başı örtülülerden, elinde olmamasına rağmen “nefret eden” bir psikolog; bu psikoloğun süpervizörü, Kürt, kız kardeşi örtülü, orta sınıflaşmış, başörtülerden nefret eden arkadaşından tiksinen, ama örtülü kardeşinin bilim karşıtlığından çokça yorulan, bunalan bir diğer psikolog; kadınlara sulanmayan, edepten de hikmetten de fazlasıyla nasiplenmiş “sıradan” bir cami hocası, küçükken tecavüze uğramış ve bunun derdi tasasını içinde atamayan şizofren bir kadın ve onun suskun oğlu İsmail, “total”e dizi yapmaktan yorulmuş, yogaya pek bir meraklı, biraz para biriktirip “uzamayı” planlayan bir dizi oyuncusu ve daha kimler kimler… Herkes oradadır işte, bütün Türkiye, bütün memleket, fakirinden dizi oyuncusuna, yalıdan oturanından barakadakine kadar, herkes ama herkes… Diğer bir deyişle tıpkı Atay gibi derin bir nefes çekmiştir senarist-yönetmenimiz ve sonra içine dolan bu anlamı -eğer bu dizi bir Netfilix projesi yani bir sipariş değilse- yirmi senenin birikimini aktarmıştır kendince. O yüzden şu butik işi gerçeklik-şimdiki zaman denkleminde anlamak, dizinin içine çektiği yirmi senelik uzun birikimi/nefesi gör(e)memek demektir biraz da. Zira Bir Başkadır’ı var eden tam da bu her yere yetişmeye çalışan ve böyle olduğu oranda da teknik olarak birtakım yetersizliklerle malul olan bu telaşıdır, yamalı bohça halidir.

Türkiye için son çağrı: terapiye bekleniyorsunuz

Öte yandan diziye eşzamanlı yayımlanan hemcinsleriyle bir arada zikretmemize sebep olan biçimsel formu ise, dizinin her bir anına yayılmayan ama herkesin belirli bir travması olduğunu bize her fırsatta fısıldayan ruh halidir. Dolayısıyla dizinin terapist koltuğunda terapist olarak seküler-üst sınıf Peri, terapist koltuğunda hasta olarak da sıradan-yoksul Meryem değil bütün Türkiye vardır. Bu, dizinin hepimizi layık gördüğü yer -çünkü ağır bir nevroz ve ardından da uzun süren bir nekahet hali geçirmişizdir ve artık bununla yüzleşmenin vakti gelmiştir- şu terapi koltuğudur. Buysa, toplu bir seanstır, hep beraber “terapiye yatmamız” gerekiyordur. Öyle ki dizinin Freudcu dili aşan ve dizi de doğrudan gönderimleri de olan Jungcu tutum alışı, kolektif olarak meydana getirdiğimiz hastalıktan kurtulmak için yine kolektif olarak ihtiyacımız olan terapi sürecinin yegâne koşuludur. Başka bir ifadeyle dizinin toplumcu nosyonu, Jungcu ekolün teorik kabullerinin devreye koyulmasıyla hem başlar hem de onunla kemale erer.

Masumlar Apartmanı
Masumlar Apartmanı

Ama daha önemlisi, dizinin yaslandığı bu teorik terapi dilini mümkün kılanın, -iktidardan yorgun “azınlığın” görmediği biraz da budur- ilgili iktidarın yirmi seneye yaklaşan birikimin tam da böylesi bir dili mümkün kıldığını ıskalanmasıyla ortaya çıkar. Diğer bir deyişle Ak Parti iktidarı tam da diziyi mümkün kılan politik gerek şartı oluşturur. Yirmi senenin bakiyesinin sonunda, nihayet “üst sınıf” bir yönetmenimiz, “Tamam, herkesin hataları var ve artık barışsak nasıl olur? ” diye bir soru seslendirir. Yıllar önce Tourine’nin, -Ferhat Kentel Hoca’nın kulakları çınlasın- “Birlikte yaşayabilecek miyiz?” sorusuna cevabını 2005’te İyi Seneler Londra’yı çekmiş bir yönetmen tarafından, yine üst-orta sınıflara hizmet veren Netfilix platformunda yankılanıyor gibidir.

Ama heyhat, gelin görün ki bütün bu olan biten yine bir terapi nesnesi kılınmıştır, hakikat bir kez daha ertelenmiş, onunla temas yine bir başka bahara kalmıştır. Başka bir ifadeyle, kişisel bir terapi sürecinin ortaya çıkaracağı her türlü kadük durum, toplu bir seans içinde aynen geçerlidir. Politik olanın gözetiminde, kabul edelim ki onun mümkün kılıcılığında, en fazla terapik bir nesne olarak sorulabilmiştir şu “Birlikte yaşayabilir miyiz gerçekten acaba?” sorusu. Politik olanın gücü ancak buna yetebilirdir zira daha fazlasını politik olandan beklemek ona zulmetmek olur. Ama sorun tam da politik olanın doğal bir sonucu gibi duran bu travmalarla yüzleşmeyi başarı yahut çözüm olarak gören kişisel ya da politik algıdaki hatayla ortaya çıkar.

Mutlu sonlara inanır mısınız: ironiyle vicdan arasında

Bu bir bakıma vicdanın da sesidir öte yandan da. Kültürel iktidar, artık kendini daha “insaflı” bir yerde konumlandırır ve “öteki”ne de yer açmanın vicdani sorumluluğunu fazlasıyla hisseder. Atay için Kemalizm’in bakiyesi olan vicdanlı ses, Berkun Oya için “çoğunluğun sesini duymalıyız artık”la yankılanır. Başka bir ifadeyle ağır bir depresyonda olduğumuzun topluca kabulüyle başlayan süreçte herkesin eteğindeki taşları döküp, masum değiliz hiçbirimiz diyebildiği bir yere varılır, varılmak istenir. Klişedir ama dizinin oturduğu aksı fazlasıyla anlatır bir sözdür: “Depresyon siyahlar giyen bir kadına benzer. Eğer o gelirse, kovmayın. Onu davet edin, oturmasını teklif edin, ona bir misafir gibi davranın ve söylemesi gereken şeyleri dinleyin.” Bu standart cümle memleketin kavgacı ruhuna fısıldanır, şifa talep edilir. Dizinin son bölümüne girerken artık süreç hızlanır, terapist Meryem, Peri’nin kirlerini paslarını açığa çıkartır, terapi diliyle söyleyecek olursak tetikler, bir dil sürçmesiyle ne yoga kalır ortada ne de yalnızlıktan kurtulmak için gidilen “kötü” ortamlar. “El alem böyle deliriyor işte, attık attık içimize” der bir diğeri. Herkes her şeyi konuşsun, daha fazla konuşsun, hiç susmasın istenir; travmalarımızın başka türlü giderilmesi mümkün değildir zira. O kadar ki herkes mutlu olmasa da kendi gerçekliğine kavuşur dizinin sonunda, ayrılıklar da olur, barışmalar da, ama bundan daha önemlisi dizideki herkes –Mutlu sonlara inanır mısın sahi?- birbiriyle barışmış, konuşmaya başlamıştır; o kadar ki dizide konuşmayan, suskun İsmail oğlanın bile dili bir çözülür ki sormayın. Herkese acizliği hatırlatılır, herkesin bir yerlere, birilerine, nihayet herkesin herkes muhtaçlığının altı çizilir, bu Oya’nın vicdanlı sesinin zirve yaptığı andır. Politik olanın zemininde, onun mümkün kılıcılığında yükselen, terapiyle tetiklenen, konuşmayla makul ve anlaşılır bir sona bağlanan bir memleket hikâyesi… Yirmi senelik bakiyeye bakan yönetmen, artık bitsin bu kavga gibi bir klişeye getirip bırakır bizi. Vicdanın sesi böyle seslenir önce ona, ondan da bize.

Bu eğer dizinin vicdan yüklü anıysa ve Atay’daki Kemalist bakiyenin sahiplenilmesiyse Berkun Oya’ya hem “ötekiler”e sahip çıkartan -çünkü herkes ötekidir artık memlekette, gerçekten bir sahibi olmadığı anlaşılmıştır- yirmi senenin bakiyesinin içe çekilen nefesten sonra ortaya çıkan birikimiyse, bir de dizinin ironik tarafı var. Gürbilek’in içinde yuvalanacak hiçbir hakikatin kalmaması için yoğun bir çaba içinde olduğunu bize hatırlattığı Atay’ın dili, Berkun Oya’da yankılanır. İsminden, kendisini var eden yegane bakiye olan Yeşilçam’a, müziklerden, fontlardan, melodramik unsurlara kadar elinden geldiğince göndermede bulunan, tıpkı Atay gibi, hem içinden süzülüp gelen, ama onu ancak bir “dışsallaştırmayla içe(riye) alan ve üzerine bina edildiği, konuştuğu malzemeye ancak böylece baş eden, ironik dildir bu. O kadar ki dizinin teorik zemini oluşturan dil –Jungcu kolektif bilinç altı janrıdır bu- hem komik hem sakar hem bilgili hem çorabı yırtık müezzinin dilinden ulaşır bizlere: “Yine bu insan, Jung’un dediği çok önemli yani, ‘İnsan hayatı’ diyor, ‘ikiye ayrılır’ diyor. ‘İlk bir yarısı’, diyor ‘kendini ispat çabası gibi.’ yani. İşte ego dediği, kimi ona özbenlik diyor, o diyor bu diyor, yani kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir zaman da gelir yani. ‘Fakat bir diğer yarısı vardır ki’ diyor, ‘ikinci bir yarısı, kişi o rüşdünü ispat meselesiyle büyük oranda çözmüş ise’ diyor, ‘o artık kendini tanır’ diyor. Yani ‘Artık o bastırılmış tarafları kader olarak çıkmaz karşısına’ diyor, o ‘artık kişinin yaşantısı olur.’ diyor. Benlikle yüzleşme meselesi. Yani ‘Gölgeni’ diyor, bak gölge olarak tarif ediyor. Tanımak yani. Karanlık tarafını tanımak gibi. Yani ki bak inan ki hepimizde var. Sende var bende var. Hocada da var. Hepimizde yani, başımızdaki insanlarda da var. Ki onlar onu göremiyorsa onu biz göreceğiz. Yani karanlık tarafına teslim olmuş siyasetçiyi biz tanıyacağız, biz anlayacağız. Yani onu biz tanıyacağız, orda o kararı biz vereceğiz…”

  • Kısacası dizinin temel aksını anlatmak Meryem’in peşinden koşan çorabı delik müezzine düşmüştür. Bu nereden bakarsanız bakın dizinin temel atmosferlerinden birisini oluşturan ironik dilin zirve yaptığı yerdir. Eğer ironinin dili “yaslanacak bir hakikati ona yaslanılmadan yok etmekse”, dizinin temel performatif değerini belirleyen bu sözlerin, Meryem’i ilk gördüğünde “dibi düşen” Hilmi’nin dilinden dökülmesi, nasıl da hakikatsiz bir evrende olduğumuzun ya da daha doğrusu Jungcu kolektif vicdan dilini dengeleyecek o hafifletici unsurun nasıl devreye koyulduğunu şahane bir örneğini sunar bizlere.

Dolayısıyla Berkun Oya’nın vicdanlı dili, politik olarak yirmi yılın birikimini ironinin yani hakikatin olmadığı bir zeminle birlikte mümkün olur birazda. Başka bir söyleyişle “Birlikte yaşayabilmemiz”in iki temel şartı terapi koltuğu ve artık kavga edeceğimiz bir hakikatin olmaması, hem herkesin haklı hem de kimsenin haklı olamayacak kadar çoktan içinin boşaltıldığı, modernliğin gerçek rengine merhaba dediğimiz hakikatsiz yani Wittgenstein’ın “dil oyunları” dediği havada asılı duran bir zemin olarak gerçek/siz/liktir. Dolasıyla endişeli laiklerin diziyi gerçekliğe uymuyor diye üzülmelerine gerek yoktur zira Oya’nın terapi soslu (Jung)cu “birlikte yaşayabilir miyiz”ci dili çoktan politik olanın dahi iptal olduğu bir anlamı haizdir, korkuya mahal yoktur.

Bu son nokta ise terapi de muhkem hale getirilip tekrar sahaya sürülen benin, kelimenin gerçek anlamıyla kendi mantıki sonucuna vardırılmasıdır. Bir yandan toplu halde terapiye alınırız bir yandan vicdanın sesi “Artık kavga yok!” der bir yandan da hakikatsizliğe mâhkum ediliriz. Üç ayaklı çözüm/süz/lük böylece tahkim edilir Bir Başkadır tarafından.

Gönlü perişan meczubun biri, herkes giyinip kuşanır ve kendisi çıplak için, “Tanrı’ya seslenir: “Ya Rabbi bana bir cübbe ver, başkaları gibi beni de sevindir!” Ona önce söyle seslenilir: “İşte bak, sıcacık güneşim burada, geç otur!” Meczup ona cevaben: “A, Tanrım, bana ne vakte kadar azap edeceksin, senin güneşten daha iyi cübben yok mu?” deyince, bir nida gelir: “On gün sabret de istemeden sana bir cübbe vereyim!” On gün geçer, adam güneşin altında yanar, nihayet birisi ona bir cübbe verir. Lakin ona cübbe veren adamda pek bir yoksuldur, bu yüzden verdiği cübbenin yüz bin yaması vardır. Meczup dayanamayıp bir daha seslenir Tanrı’ya: “Ey sırları bilen” bu hırkayı bana vadettiğin günden beri dikmekle mi meşguldün? Hazinendeki yeni elbiseler yandı ki bunu dikmek icabetti! Nihayet yüz bin yamayı bir araya getirip diktin, bu cübbeyi yaptın… iyi ama bu terziliği kimden öğrendin sen?” Hikâyeyi anlatan Feridüddin Attâr şöyle bitirir sözünü: “Tanrı tapısında iş kolay değildir. Yolunda toprak olmak gerek. Nice kişiler bu tapıya geldiler ama, daha uzaktan ateşten, nurdan ya yandılar ya da gerisingeri döndüler! Ömür gelip geçtikten sonra maksuda mı erişilir? Niceler hasret kaldılar, gelip geçtiler de maksatlarına eremediler!”

Bizde çok üşüdük, iste(r)dik ki giyecek bir cübbemiz olsun, lakin gele gele bu yamalı “şey” geldi karşımıza… Demek maksuda erişmek için çekmemiz gereken çile (henüz) dolmamış olacak ki bizim payımıza da bu diziler düşmüş. Kader…