Nedir başımıza gelen?

İbrahimî dinler tabiattan Tanrı’ya yükselmenin zaruret ve adabını öğretiyor ve bu süreçte akleden kalbin önemini vurguluyordu.
İbrahimî dinler tabiattan Tanrı’ya yükselmenin zaruret ve adabını öğretiyor ve bu süreçte akleden kalbin önemini vurguluyordu.

Modern bireyin karakterini Faustiyen diye nitelendirmek artık gözardı edemeyeceğimiz bir klişe olup çıktı. Fakat bu sıfatın içeriğini zenginleştirmedikçe, insanın modern çağda şeytanla yaptığı alışverişin mahiyeti de hep müphem kalacaktır

Çocukluğumdaki büyük toplumsal yahut ailevî sıkıntılar karşısında, erkekler suskun gözükmeye çalışırken, kadınların acılı feryatlarıydı ciğerlerimizi delen: “Allah’ım, nedir bu başımıza gelen?”

Goethe
Goethe

Filozof için daimî bir “varoluş meselesi” olan “başa gelmiş şey”, sıradan insan tarafından ancak acıveren durumlarda seslendiriliyor; acı arttıkça ağıt ve türkülere dökülüyordu.

Ağıt ve türkülerin yerini önce roman ve sinema aldı, sonra elektronik ötüşme (twitter). Kuşlar gibi cıvıldadıkça, filozofla halk aynı platformda buluşmaya başladı. Bu fırsatı değerlendiren saygın bir şair ve psikiyatri profesörü, onbinlerce ‘Like’ alan twitinde virüs salgınının belki de insanlık için bir nimet olabileceğini hissettirmeye çalıştı: “Yaşadığımız günler, uzun bir varoluşçu seansına gebe. Hayatın şamatası dindiğinde sana anlam verecek olan şey nedir? Öncelik saydıkların gerçekten de öne alman gerekenler miymiş? Madem şimdi makam ve para peşinde koşmak anlamsız, o halde hayatına değer veren ne kaldı?” (Kemal Sayar) Geniş bir okur kitlesi olan bir kadın romancımız, öne alınması gereken üç şeyi bir yazısına başlık yaptı: “Tedbire kulak ver, şükrünü eda et, istif etme ikram et!” (Fatma Barbarosoğlu) Şiirle hemhâl bir edebiyat profesörü ise, çözümün “kalbi, aklın kuşatmasından kurtarmak” olduğunu dillendirdi:

  • Aklımız, kalbimizi kuşattığında
  • Dönüp duruyoruz bir sokakta
  • Çıkmaz.
  • Bir bilsen
  • Bir bilsen
  • Matematiğin tüm sorularına
  • Cevap veriyorum da
  • Kalbimin bir sorusuna
  • Cevap bulamıyorum.
  • (Alaattin Karaca)

Tanrı’dan tabiata alçalış

İbrahimî dinler tabiattan Tanrı’ya yükselmenin zaruret ve adabını öğretiyor ve bu süreçte “akleden kalbin” önemini vurguluyordu. Modernlik, Tanrı’dan tabiata alçalmanın felsefî formüllerini geliştirdi.

Benim elli yaş sonrası bütün çalışmalarıma renk veren Faust okumalarım, bu alçalmanın nasıl bir “yükseliş” olarak resmedilebildiğini kavramaya yöneliktir. Modernliğin kilit filozofonun Spinoza olduğunu düşünüyorum. Onun panteizmi Romantiklerin tabiat (doğa) anlayışlarının başlıca ilham kaynağı oldu. Goethe, hayranı olduğu Spinoza’nın panteizmini sadece naturalist bir bilimadamı olarak değil, bir şair olarak da göklere çıkarıyordu: “Faust’un kelimeleriyle, Tabiat her şeyi kapsayan gerçeklik ve sonsuz yaratıcılığın kaynağı idi. Hıristiyanlığın Tanrısı Spinoza’nın doğal dünyasından dışlandı, çünkü herşeyi kapsayan Tabiatın ötesinde başka hiçbir şey var olamazdı. Spinoza’nın Tanrısı Tabiat Ana’dır. Hıristiyanlığın Tanrısına atfedilen bütün ilahî sıfatları, özellikle sınırsızlık ve sonsuzluğu bu yeni tanrıya aktardı. Bu yeni anlayış geleneksel soruya yeni bir cevap gerektiriyor: İnsanlığın kaderi nedir?”1

Goethe modern insanın kaderini (başımıza geleni) önce birey düzleminde irdeliyor (Faust I), sonra toplum/devlet düzleminde (Faust II). Tanrı’dan Tabiat’a alçalmanın Şeytan’ın marifetiyle gerçekleştiğini hissettiriyor. Modern çağın bu en büyük destanı şu dizelerle başlıyor: “Yaklaşmaktasınız yeniden, belirsiz görüntüler / Gençliğimde gözlerime bulanık gözüken. … Israrlısınız! Pekâlâ, siz yönetin şimdi öyleyse. / Yüreğim gençlik heyecanıyla sarsılıyor / Sizi saran büyülü nefesle doluyor.” Hümanist yani insan-merkezli olduğunu düşündüğümüz modern evrede ipler aslında insanın eline değil, “belirsiz görüntüler”in eline geçmektedir. Felsefe, tıp, hukuk ve ilahiyatın cevaplayamadığı “Başımıza gelen nedir?” sorusuna büyü cevap verecektir:

  • Tıp, Hukuk ve Felsefe
  • Denemediğin fikir okulu kalmadı
  • Hatta, Tanrı esirgesin, İlahiyat koridorlarında
  • Bir ahmak gibi ter döküp durdun
  • Daha fazla emeğe değmediğini gördün, değil mi?
  • Eskisinden daha akıllı değilsin şimdi.
  • İşinin ustasısın, evet, hemi de doktor
  • Ama on yıldır bütün yapabildiğin
  • Bir hata ve cehalet labirentinde
  • Talebelerine korkulu bir raks öğretmek.
  • Şunu kanıtlıyor tüm bu sefalet:
  • Bilebileceğimiz hiçbir şey yok.
  • Yazar ve papazların lakırdılarına da karnımız tok. (2)

Modern bireyin karakterini Faustiyen diye nitelendirmek artık gözardı edemeyeceğimiz bir klişe olup çıktı. Fakat bu sıfatın içeriğini zenginleştirmedikçe, insanın modern çağda şeytanla yaptığı alışverişin mahiyeti de hep müphem kalacaktır. Edebî ekonomi politik çalışmalarımın ilkinde, Goethe’nin Faust I’de birey ile şeytan arasındaki antlaşmayı, Faust II’de ise devlet ile şeytan arasındaki antlaşmayı canlandırdığına; birincinin fiyaskoyla, ikincininse geçici başarıyla sonuçlandığına işaret etmiştim.3 Tanrı’yla ezelî misakı terk edip, mutluluğu şeytanla akitleşmede bulmanın edebiyattaki başka yansımalarına bakalım şimdi.

Cennet hakkınızı satmaz mıydınız?

Faust’un ilk cildi 1808’de yayımlandı. Beş yıl sonra Chamisso, Peter Schlemil’in Acayip Sergüzeşti’nde “gölgesini şeytana satan adam”ı canlandırdı. Siz olsanız, şu ehemmiyetsiz gölgenizi içinden ne dilerseniz o çıkan bir talih kesesine değişmez misiniz? Şeytanla kahramanımız arasındaki pazarlık bu yüzden Faust’taki kadar uzun sürmez: “Beyefendi keseyi gözden geçirmek ve denemek lutfunda bulunurlar mı?” Kim bulunmaz? Hemen keseyi kapıverir. “Elimi içine daldırdım ve on altın çıkardım, on daha, on daha, on daha.”

Faust
Faust

Dizlerinin bağı çözülür ve şeytana elini uzatır: “Haydi alış veriş tamam, keseye karşılık gölgemi alınız.” Şeytan gölgeyi ustaca keserek, otlardan sıyırıp katlar, tomar yapıp cebine yerleştirir ve ortadan kaybolur. Kesesine sımsıkı sarılıp sokağa çıkan adamıysa önce yaşlı bir kadın uyarır: “Genç efendi, dikkat ediniz, gölgenizi kaybetmişsiniz!” Nöbetçinin ve başka bazı kadınların uyarılarına pek kulak asmadan hızlanan kahramanımız, en çok çocukların kahkahalarına bozulur. Yumurcaklar gölgesizliği bir nevi şerefsizlik sayıp arkasından kıs kıs gülmektedirler. Zar zor bir arabaya atlayan kahramanımız, tükenmez bir servete sahip olduğu halde acı acı ağlamaya başlar. “İçimde gitgide şu his beliriyordu: Bu dünyada para, liyakat ve kıymete ne kadar tercih edilirse edilsin, gölgeye hatta paradan da çok kıymet veriliyordu. Ve ben evvelce serveti nasıl vicdanıma feda ettiysem, şimdi de gölgemi sırf para için vermiş bulunuyordum.”4

Balzac ise Goethe’nin ölümünden dört yıl sonra Aklanmış Melmoth hikâyesini yazar (1835). Modeli Goethe’den çok, İngiltere’de 1820 yılında yayınlanmış Gezgin Melmoth başlıklı bir eserdir. Bu gotik romanda eserin kahramanı “ruhunu 150 yıl karşılığında şeytana satan” bir talebedir. Balzac’ın veznedar kahramanı ise diğer çoğu kahramanları gibi para ve yükselme peşinde koşan bir muhteristir. Güzel bir kadınla yaşama uğruna boyuna borca batan veznedar, bir üçkâğıtla borçlarından kurtulma niyetindedir.

Paris öyle bir yerdir ki, oranın iş adamları “insanların keselerinde devasa bir delik oluşturma konusunda olağanüstü hünerlere sahiptirler.” Şeytan için ideal bir avdır borçlu kahramanımız. Fakat onun şeytanı öyle basit bir gölgeyle yetinecek tiplerden değildir. Pazarlığı yüksekten başlatır: “Borçlarınızı bir çırpıda ödeyebilecek bir iş biliyorum ama bunun size bedeli…” Nedir bedeli? “Cennet hakkınızı satmak. Sonuçta bu da diğerleri gibi bir iş değil mi? Hepimiz sonsuzluk şirketinde birer hissedarız.”5

Her iki romanın da ayrıntısına girmiyorum; şeytanla sözleşmenin detayları baş döndürücüdür. Asıl önemlisi, iki yazarın da istisnaî iki insanın değil, ortalama modern insanın kaderini resmediyor olmalarıdır.

Başımıza gelmiş ve daha da gelecek olanı. Goethe’nin anlatısında İnsan, Tanrı’nın kucağından tabiatın kucağına inmekle yetinmiyor; “Tabiat Anası”na fütursuzca hükmetmeye çalışıyor. Kâğıt paranın önemli bir rol oynadığı bu süreç, Tanrı’nın ölümüyle sonuçlanacaktı. “Tanrı’nın ölümü Nietzsche’nin modern çağa önerdiği cevap değil, modernliğin en kritik meselesiydi. Üstinsan fikrini yüceltmesi bu yüzdendir.”6 Çılgın Alman filozof, Goethe ve Wagner kadar, Amiel’i de okumuş olsaydı, belki daha dengeli bir ‘vizyon’ geliştirebilirdi.

Ağlayabilen kahraman olun!

Henri Frederic Amiel 1821 Eylülünde Cenevre'de doğdu. Oniki yaşında öksüz kalan Amiel, akrabalarından birinin bakımına verildi, iki kızkardeşiyse başka bir akrabanın. Hayal gibi geçiyordu hayat ve Amiel devrinin dinî mesele ve fikirlerine büyük alaka gösteriyordu. Kitaplara âşıktı, akranlarından ziyade yaşça kendisinden büyüklerle düşüp kalkıyordu. Şu gerçeği keşfettiğini hissediyordu: Modern zihin bir takım sınırları geçerken çok sayıda yalnız ve perişan bölge ile yüzyüze geliyordu. Ne yapıp edip, insanın yeniden “Tanrı’yı sahiplenmesini” sağlamalıydık. Günlüğünden7 fışkıran, papazların bozduğu ve felsefenin ölüm çanını çaldığı sahih inancı diriltme özlemiydi. Kemal Sayar’ın sorularına cevap vermeye çalışıyordu adeta: “Hayatın şamatası dindiğinde sana anlam verecek olan şey nedir? Öncelik saydıkların gerçekten de öne alman gerekenler miymiş? Madem şimdi makam ve para peşinde koşmak anlamsız, o halde hayatına değer veren ne kaldı?”

Faust
Faust

Berlin, 16 Temmuz 1848. İhtiyaç duyduğumuz tek şey var: Tanrı'ya sahip olmak. Hissettiğimiz her şey, bütün akıl ve ruh kuvvetlerimiz, bütün haricî kuvvetlerimiz, Tanrı'ya yaklaşmanın sayısız yolları, Tanrı'yı tatmanın ve O'na tapınmanın sayısız biçimleridir. Kaybedilebilecek her şeyden kendimizi sıyırmayı, mutlak ve ebedî olana mutlak bağlanmayı ve geriye kalanı bir borç, geçici bir meta olarak görmeyi öğrenmeliyiz. Sevmek, anlamak, kabul etmek, hissetmek, vermek, hareket etmek: İşte yasam, görevim, saadetim, cennetim. Gelsin ne gelecekse isterse ölüm olsun. Kendinle sulh içinde ol sadece, Tanrı'nın huzurunda yaşa, O'na katıl ve varoluşun rehberliğini kendilerine karşı hiçbir şey yapamayacağın evrensel güçlere bırak. Eğer ecel mühlet verirse bana, ne âlâ. Yok eğer ölümün daveti yakınsa, gene ne âlâ; eğer yarı-ölüm alırsa beni, ne âlâ gene, zira başarı yolunun bana kapalı olması, belki kahramanlık yolunun, ahlaki yücelik ve teslimiyet yolunun önümde açılması demektir. Her hayatın yücelik potansiyeli vardır ve Tanrı'nın dışında olmak imkânsız olduğundan, en iyisi şuurlu olarak O'nda yaşamaktır.

  • Berlin, 20 Temmuz 1848. Yaşadığımız çağı dünya tarihi bakışaçısından, tarihi jeolojik dönemler bakışaçısından, jeolojiyi astronomi bakış açısından değerlendirmeyi öğrenmek, düşünceye hürriyet ve nefes kazandırır. Bir insanın veya bir milletin ömrü bize bir sineğinki kadar mikroskopik geldiği zaman, ve tersine, bir sivrisineğin ömrü bir gök varlığının ömrü kadar sonsuz göründüğü zaman, bütün o milletler tozbulutuyla, kendimizi aynı zamanda çok küçük ve çok büyük hissederiz, ve, kendi varlık kürelerimizin yücelerinden minnacık Avrupa'mızı çalkalayan kasırgaların encamını araştırırız.

Cenevre, 3 Mayıs 1849. Yerinizi bilin; bırakın yaşayan yaşasın; ve sizler, düşüncelerinizi biraraya toplayın, ardınızda bir duygular ve fikirler mirası bırakın; böylelikle en faydalı olursunuz. Nefsinizi terkedin, size verilen kabı alın, balı ve acısıyla, nasıl gelirse öyle. Tanrı'yı kalbinize gömün. Ruhunuzu O'nda mumyalayın, içinizde Kutsal Ruh için bir mabed yapın; amel-i salihe gayret edin, başkalarını daha iyi, daha mutlu kılın. Şahsî ihtirası bir yana koyun, o vakit, ister yaşıyor ister ölüyor olun, her ne hâldeyseniz teselli edileceksiniz.

1 Ekim 1849. Kurtarıcı'nın “Bizi öldüren, kelimelerdir!” beyanından, ölü bir sembolizme başkaldırısından tam 19 asır sonra hâlâ yaşayan akılalmaz miktardaki Yahudilik ve şekilcilik karşısında şaşkınım. Yeni din o kadar derindir ki bugün bile anlaşılmıyor ve Hıristiyanların çoğuna zındıklık gibi geliyor. Hz. İsa'nın şahsı, dinin merkezidir. Kurtuluş, ebedî hayat, uluhiyet, insanlık, tevbe, tenasüh, yargı, şeytan, cennet ve cehennem: Bütün bu inançlar o kadar maddîleştirilip kabalaştırıldı ki, bize derin bir anlamı olan ama şehevi bir tarzda yorumlanan şeyler olarak sunuluyor. Hrıstiyan cür'eti ve Hrıstiyan serbestliği yeniden elde edilmelidir; sapkın olan, görüş bozukluğuna düçar olan, yüreksiz olan Kilise'dir. Tanrı bir kişiye ne kadar duhul ediyorsa, her insan da Tanrı'ya o kadar duhul eder; yahut Angelus'un dediği gibi, “sayesinde Tanrı'yı gördüğüm göz, O'nun beni gördüğü gözün aynısıdır.” Kahramanlık, ruhun et üzerindeki muhteşem zaferidir; yani, korku üzerindeki: Açlık korkusu, ıstırap korkusu, iftira korkusu, hastalık korkusu, tecrit ve ölüm korkusu. Kahramanlık olmadan ciddi dindarlık olmaz.

1. T. K. Seung: Goethe, Nietzsche and Wagner: Their Spinozan Epics of Love and Power, New York: Lexington Books, 2006, s. ix.

2. Almanca bilmiyorum. Şu iki çeviriden yararlanarak serbestçe Türkçeleştirdim: Goethe: Faust with the Urfaust, tr. by J. R. Williams, Hertfordshire: Wordsworth, 2007. Goethe: Faust, çev. İclal Cankorel, Ankara: Doğu Batı, 2011.

3. Mustafa Özel: Roman Diliyle İktisat, İstanbul: Küre, 2018.

4. Adelbert von Chamisso: “Peter Schlemil’in Acayip Sergüzeşti,” Üç Romantik Hikâye içinde, Ankara: Maarif Matbaası, 1943. (Devlet Konservatuvarı Dramaturgu S. Ali tarafından tercüme edilmiştir.) İş bu mütercimin Sabahattin Ali olduğunu eserin yeni baskısından öğreniyoruz: İstanbul: Yapı Kredi, 2018.

5. Honore de Balzac: Aklanmış Melmoth, İstanbul: Üç Nokta, 2020, s. 63.

6. Seung, s. xi.

7. Henri-Frederic Amiel: Amiel's Journal, London: MacMillan and Co., 1909.