Şehrin kalbinde bir Hâfız-ı Kütüb

​100 Türk Büyüğü-  İsmail Saib Sencer ( Çizim: Cemile Ağaç Yıldırım)
​100 Türk Büyüğü- İsmail Saib Sencer ( Çizim: Cemile Ağaç Yıldırım)

100 Türk Büyüğü- İsmail Saib Sencer

Adı hafızalardan uzaklaştırılmış bir âlim hakkında en kapsayıcı bilgiye mezar taşında yer alan yazıyla ulaşırsınız bazen:

  • “Eski Darülfünun Edebiyat-ı Arebiye Müderrisi ve Beyazıt Umumi Kütüphane Müdirliğinden emekli Beyazıt dersüamlarından Şarkiyyat mütehassısı Hoca İsmail Saip Sencer burada medfundur.”

İsmail Saib Sencer 1940 yılında vefat ettiğinde ilim meclislerinde yer alıp da adını bilmeyen, bir bilgi eksikliğini gidermek için kapısını çalmayan yoktu. Yıllar geçti ve bazı kadirşinas kütüphaneciler, birkaç ilim adamı ve yazar dışında ondan söz eden olmadı. Zamanında kendisine sorularıyla gelen ilim erbabından bahsederken Hilmi Ziya Ülken’den, Fuat Köprülü’den, A. Süheyl Ünver' den, Hasan Basri Çantay’dan,Mehmet Âkif Ersoy’dan, İbnülemin Mahmut Kemal’den, bir devrin bütün kayan yıldızlarından bahsediyoruz. Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin (o vakitler adı Kütüphane-i Umûmî-i Osmanî) ikinci hâfız-ı kütübü, ilk müdürü kendileri, A. Süheyl ÜnverBeyazıt Kütüphanesi’nin ruhuydu” diyor.

Kâtib Çelebi’nin Keşfü’z-zunûn kitabının bazı kısımlarını tashih ettiği, bazı kısımlarına da ilaveler yaptığı, üzerinde çalıştığı nüshayı Millî Eğitim Bakanlığı’na teslim etmesi sebebiyle bir efsane değil ama hakkında konuşulan şeyler arasında “efsane” denebilecek olaylar var, biri şöyle: Bir sayfasından sonrası kopmuş, kaybolmuş bir eserin devamını ezberinden yazdırması.

Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nin müdürlüğünü yaparken Arapça dersleri de verdiği hâlde, Şapka Kanunu çıkınca dersleri bırakarak kütüphaneye çekilir, sarığını çıkarmaz, “Biz bununla geldik bununla gideriz” der. Sonrası kütüphanede kedilerle birlikte devam eden bir hayat, kütüphanenin hâlâ kedilerden bağımsız düşünülememesinin müsebbibi.

Yalnızca bazı akşamlar kısa süreli olarak Beyazıt Meydanı’na çıktığı söylenir, sonra kütüphaneye döner ve iki masayı birleştirerek üstüne yatağını serer, bir gündönümünü daha böyle karşılardı. Emekli olduktan beş ay sonra, 1940 yılında vefat ettiğinde, sancılı, zor ve yorgun bir dönemin büyük bir âlimi olarak, devrini, ondan daha çok da kuşağını, bir geleneğin son nefeslerinden biri olarak temsil ettiği ortada duran saklı bir gerçek.