Yalnızlık bir ütopya mıdır, distopya mıdır?

Yalnızlık bir ütopya mıdır, distopya mıdır?
Yalnızlık bir ütopya mıdır, distopya mıdır?

“Bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgürler gibi yalnız olmak” der Stefan Zweig. Bir müjdeyi fısıldar gibi tüm yalnızlara. Yalnızsınız ama üzülmeyin özgürsünüz de. Fakat cümle tüm özgürlere bir ağıt yakar gibi devam eder “bütün özgürler gibi yalnız.” “Özgürüz, özgürüz, dediniz ne oldu şimdi” demektedir sanki sözlerin üstadı. Özgürlük beraberinde yalnızlığı getirendir. Öyle midir sahi? Bütün özgürler yalnız mıdır? O hâlde yalnızlar da sanıldığı kadar özgürler midir?

Muhafazakâr Parti’den milletvekili Tracey Crouch’un “yalnızlık bakanı” olarak atanacağı belirtildi.
Muhafazakâr Parti’den milletvekili Tracey Crouch’un “yalnızlık bakanı” olarak atanacağı belirtildi.

Geçtiğimiz ocak ayında dünya gündemi İngiltere’den gelen bir haberle çalkalandı. Başbakanlık ofisinden yapılan açıklamada yalnızlıktan sorumlu bir bakanlığın kurulduğu açıklandı. Muhafazakâr Parti’den milletvekili Tracey Crouch’un “yalnızlık bakanı” olarak atanacağı belirtildi. (Duyduğum en “havalı” bakanlık ismi olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.)

Ulusal İstatistik Ofisi’nin ise “yalnızlığın” doğru ölçümü için bir yöntem geliştireceği aktarıldı. Sahi yalnızlık ölçülebilir bir şey midir? Yalnız hissedenler mi yalnızdır, yalnız olanlar mı? Yalnızlık göreceli midir? Yalnız hissetmemek yalnız olmamak mı demektir? İstatistik Ofisi yalnızlığı ölçmek için “Ne kadar yalnızsınız?” türevi testler mi uygulayacak? Cevabı merakla beklemekteyim.

Her ne kadar yalnızlık nasıl ölçülür, sonucu ne çıkar bilmesem de “yalnızlığın” İngiltere’de 9 milyon kişiyi etkilediği düşünülüyor. 2017 yılında yayınlanan bir rapora göre ise yalnızlığın günde 15 tane sigara içmek kadar zararlı olduğu belirtiliyor.

İngiltere’de ulusal sağlık sisteminden sorumlu olan NHS’nin bakım biriminin yöneticilerinden Prof. Jane Cummings, soğuk hava ve yalnızlığın kış aylarında öldürücü olabileceğini söylüyor. Bir şiirden bir mısra gibi. “Soğuk hava ve yalnızlık kış aylarında öldürüyor.” Chicago Üniversitesi’ndeki Bilişsel ve Sosyal Nörobilim Merkezi’nin kurucusu Dr. John T. Cacioppo’nun sosyal izolasyon ve yalnızlığın insanlar üzerindeki fizyolojik etkileri hususunda yapmış olduğu araştırma, bu cümlenin ne derece gerçek olduğunu açıklar nitelikte: “Yalnızlık, bedenin olgunlaşmamış beyaz kan hücrelerinin üretimini artırarak dolaşımda serbest kalmasına sebep olduğu için, gelecekte kardiyovasküler hastalıklara yol açabiliyor. Eğer bu durum gereğinden fazla sürer ve sosyal ilişkiler tekrardan kurulmazsa, beyaz kan hücreleri proinflamatuar şeklinde tetikleniyor, ki bu durum da ileride inflamatuar sitokin proteinlerinin salgılanmasına, bunun sonucunda da sürekli bir yalnızlık, depresyon ve letarji’ye (insanda yaşam işlevlerinin aşırı ölçüde zayıfladığı, patalojik uyku durumu) sebep oluyor.” (Neden bahsedildiğini inanın ben de bilmiyorum, hasılı yalnızlık ölümcülmüş.) Yani aslında “Yalnızlık bir tür özgürlük değildir ve hatta tehlikeli ve yasaktır!” diyebiliriz. O hâlde nasıl oluyor da, medya, popüler kültür, toplum “sosyalleşmeye”, diğer insanlarla birlikte olmaya, “çift” olmaya bu denli methiyeler düzerken, dünya giderek yalnızlaşıyor?

Uzmanlar dijital teknolojilerin ve sosyal medyanın insanları yalnızlaştırdığı hususunda hem fikirler. Fakat üzerinde uzlaşamadıkları husus, dijital teknoloji ve sosyal medyanın yalnızlaştırdığı insanların yine dijital teknoloji ve sosyal medya ile bu yalnızlıktan kurtulmak/kurtarılmak istenmesi. Dünyanın bütün yalnızları! Yok hayır cümlenin sonunu öyle bitirmeyeceğim. Yaklaşın, bir şey söyleyeceğim, “yalnız”ca... KANDIRILDIK!

Baştan anlatacağım... Bizi her geçen gün biraz daha yalnızlaştıran dijital çağ, daha sonra bu yalnızlığa çözüm mahiyetinde yeni teknolojiler üretiyor, fakat bu teknolojiyle onulmaya çalışılan yalnızlık katmerleniyor. Daha çok yalnızlık daha çok teknolojiyi, daha çok teknoloji daha çok yalnızlığı beraberinde getiriyor.

Bizler, yani yalnızlar, yani potansiyel yalnızlar, bu döngüde tüketicileri ya da potansiyel tüketicileri oynuyoruz. Yani “yalnızlık pazarı” daha çok tüketebilmeleri için durmaksızın yeni “yalnızlar” üretiyor. Dilerseniz bu “yalnızlık pazarında” bir lahza seyrüsefer eyleyelim.

Sanal kız arkadaş: Rinko

2013 yılında vizyona giren bu filmde kısa bir süre önce eşinden boşanan Theodore Twombly, hayattaki yegâne amacını yitirdiğini hissetmektedir. Bir gün hayatı piyasaya çıkan kusursuz bir yapay zekâya sahip işletim sistemi Samantha’yı satın almasıyla değişir. Yalnızca konuşarak iletişim kurduğu Samantha ile romantik bir ilişki yaşayan Theodore, Samantha için biricik olduğunu düşünmektedir. Ta ki, dünya üzerinde Samantha’ya sahip tüm insanların kendisiyle aynı durumda olduğunu öğrenene kadar.
2013 yılında vizyona giren bu filmde kısa bir süre önce eşinden boşanan Theodore Twombly, hayattaki yegâne amacını yitirdiğini hissetmektedir. Bir gün hayatı piyasaya çıkan kusursuz bir yapay zekâya sahip işletim sistemi Samantha’yı satın almasıyla değişir. Yalnızca konuşarak iletişim kurduğu Samantha ile romantik bir ilişki yaşayan Theodore, Samantha için biricik olduğunu düşünmektedir. Ta ki, dünya üzerinde Samantha’ya sahip tüm insanların kendisiyle aynı durumda olduğunu öğrenene kadar.

Her filmini hatırlarsınız… 2013 yılında vizyona giren bu filmde kısa bir süre önce eşinden boşanan Theodore Twombly, hayattaki yegâne amacını yitirdiğini hissetmektedir. Bir gün hayatı piyasaya çıkan kusursuz bir yapay zekâya sahip işletim sistemi Samantha’yı satın almasıyla değişir.

Yalnızca konuşarak iletişim kurduğu Samantha ile romantik bir ilişki yaşayan Theodore, Samantha için biricik olduğunu düşünmektedir. Ta ki, dünya üzerinde Samantha’ya sahip tüm insanların kendisiyle aynı durumda olduğunu öğrenene kadar.

Yalnızlık, gerçek ve sanal ilişkilerin yer değiştirmesine dair distopik bir atmosfer kurgulayan filmin artık o kadar da uzak bir gelecekte geçmediğini idrak edebiliyoruz. Zira ilişkiler, bilhassa romantik ilişkiler dijital ortama kaymaya başladı.

Bu konuda bayrağı taşıyan ülke şüphesiz ki Japonya. Japonya dünyada en çok yalnız insanın yaşadığı ülkelerden biri. Üstelik insanlar gerçek hayatta birbirlerine güven duymadıkları için bu yalnızlık boyut değiştirmiş vaziyette.

Onlar artık sosyal ilişkilerini düzeltecek hamleler yapmak yerine, tüm sosyal ilişkilerini dijital ortama taşıma gayreti içerisindeler.

Rinko, sanal ile dijital âlemi bir araya getiren bir anime karakteri. Canı parka gitmek istiyor, dondurma yemek istiyor. Bir kız arkadaş gibi gezip dolaşmak istediğinde sahibi onun bu isteğini yerine getiriyor. Rinko ile çıkan erkekler, bazen çift buluşmalarına da iştirak ediyorlar. Rinko’nun -gerçek hayatta olabileceği gibi- hiçbir zaman onları aldatmayacağını bildiklerinden ona kayıtsız şartsız güveniyorlar.
Rinko, sanal ile dijital âlemi bir araya getiren bir anime karakteri. Canı parka gitmek istiyor, dondurma yemek istiyor. Bir kız arkadaş gibi gezip dolaşmak istediğinde sahibi onun bu isteğini yerine getiriyor. Rinko ile çıkan erkekler, bazen çift buluşmalarına da iştirak ediyorlar. Rinko’nun -gerçek hayatta olabileceği gibi- hiçbir zaman onları aldatmayacağını bildiklerinden ona kayıtsız şartsız güveniyorlar.

Araştırmalara göre 20-39 yaş arası bekâr Japon erkeklerin %36’sı romantik ilişki kuracakları bir partnerleri olmasını istemiyor. Binlercesi bir video oyunu karakteri olan ve Nintendo’da oynanan Rinko ile “çıkıyorlar” ve bu durumdan oldukça hoşnutlar. Zira ne zaman konuşmak isteseler Rinko’nun orada olduğunu biliyorlar.

Rinko, sanal ile dijital âlemi bir araya getiren bir anime karakteri. Canı parka gitmek istiyor, dondurma yemek istiyor. Bir kız arkadaş gibi gezip dolaşmak istediğinde sahibi onun bu isteğini yerine getiriyor. Rinko ile çıkan erkekler, bazen çift buluşmalarına da iştirak ediyorlar. Rinko’nun -gerçek hayatta olabileceği gibi- hiçbir zaman onları aldatmayacağını bildiklerinden ona kayıtsız şartsız güveniyorlar.

Üstelik ne zaman isteseler onu hayatlarından çıkarabilirler. Japon erkekler, hayatları boyunca gerçek bir partnere ihtiyaç duymadan Rinko ile birlikte olabileceklerini söylüyorlar. Bu da yalnızlığın, dijital teknoloji ile nasıl derinleştiğini/derinleşeceğini gözler önüne seriyor.

Sanal ev robotu: Azuma Hikari

Japonlar Black Mirror’da gördüğümüz, aklımızın alamadığı, bu kadar da olmaz dediğimiz her teknolojiyi hayata geçirmeye cehdetmiş gibi görünüyorlar. Seyredenler hatırlayacaktır.

Christmas özel bölümünde holografik bir ev robotu, ev sahibini uyandırıyor, akıllı ev aletlerini harekete geçiriyordu. Japon Vinclu firması 2017 yılında piyasaya sürdüğü Gatebox ile tam da böyle bir teknolojiyi piyasaya sürdü. Azuma Hikari adında 20 yaşındaki bir anime karakterinin cam bir tüpün içine holografik yansıması ile çalışan Gatebox, hassas kameraları, termometresi, mikrofonu ile evdeki hareketleri algılayabiliyor ve buna bağlı olarak iletişime geçiyor.

zuma Hikari adında 20 yaşındaki bir anime karakterinin cam bir tüpün içine holografik yansıması ile çalışan Gatebox, hassas kameraları, termometresi, mikrofonu ile evdeki hareketleri algılayabiliyor ve buna bağlı olarak iletişime geçiyor.
zuma Hikari adında 20 yaşındaki bir anime karakterinin cam bir tüpün içine holografik yansıması ile çalışan Gatebox, hassas kameraları, termometresi, mikrofonu ile evdeki hareketleri algılayabiliyor ve buna bağlı olarak iletişime geçiyor.

Sabahları sahibini uyandırıyor, elektronik aletleri kontrol ediyor, açıp kapatabiliyor. Sahibinin o gün için unutmaması gereken şeyleri hatırlatıyor, hava yağmurlu ise muhakkak şemsiye almasını tavsiye ediyor.

Flörtöz bir eda ile akşam eve geç gelmemesini rica ediyor. Gün içinde yine mesajlar atıyor. Akşam sahibi eve yaklaştığında ışıkları açıyor. Böylece sahibi evde her zaman heyecanla onu bekleyen birinin olduğunu biliyor. Sahibi geldiğinde havalara uçan Azuma, akşam onunla birlikte TV seyrediyor ve sahibi uyuduğunda o da uyuyor.

Gatebox’ın hedef kitlesinde, Japonca Otaku yani bilgisayar oyunlarına ve animelere takıntılı genç ve yalnız insanlar var. Bunlar genellikle erkek olarak kabul edildiğinden Gatebox şimdilik yalnızca bayan karaktere sahip. Gatebox’ın üreticisi Vinclu şirketinin kurucusu ve CEO’su olan 30 yaşındaki Minori Takechi, anime karakterleriyle birlikte yaşamanın kendi rüyası olduğunu söylüyor. Fakat bu rüyaya kavuşmak tüketiciler için oldukça pahalı, 2.700 dolar.

Takechi, yalnızca gerçekten isteyen kişilerin bu ürünü almalarını istediğini söylüyor. Ona göre evli biri çok sevdiği eşi için nasıl masraf yapıyorsa, aynı durum Gatebox için de geçerli. Takechi, evliliğin, çocuk yetiştirmenin, mutlu bir aile kurmanın hayatta mutlu olmanın tek yolu olmadığını; mutluluğun, âşık olduğun partnerinle hayatı paylaşmak olduğunu; bu partnerin sanal bir karakter olabileceğine de inandığını belirtiyor.

Her ne kadar Gatebox uygulaması, Avrupa ve Amerika basını tarafından alaycı bir şekilde karşılansa da, Amerika’da savaş sonrası travma geçirip kimseyle konuşmayan, hatta sadece konuşma güçlüğü çeken ve yalnız başına yaşayan kimselerin tedavi edilmesinde de kullanılıyor.

Hasta bakıcı dijital hayvanlar

Care Coach tarafından üretilen dijital hayvanlar, kullanıcılara 24 saat destek veriyor.
Care Coach tarafından üretilen dijital hayvanlar, kullanıcılara 24 saat destek veriyor.

Care Coach tarafından üretilen dijital hayvanlar, kullanıcılara 24 saat destek veriyor. Bella da ABD’de bakıma ihtiyacı olan insanlara yardım eden dijital evcil bir hayvan.

Ürünün kullanıcılarından Patricia Richards, BBC’ye verdiği röportajda bir yıl önce annesini kaybettiğini, çok üzgün olduğunu, Bella’yı da o zaman kullanmaya başladığını söylüyor. Bu süreçte Patricia sürekli iyi hissetmeye çalışıyor fakat başarılı olamıyor. Şimdi ise Bella ona neşe veriyor.

İstediği zaman onunla konuşabiliyor. Üstelik Bella ona ilaçlarını alması gerektiğini de hatırlatıyor. Patricia’nın bakımını Element Care adlı sağlık hizmetleri şirketi yürütüyor. Bella’nın hastanın moralini yükselttiğini ve bakım masraflarını azalttığını söylüyorlar. Fakat bu sanal bakım, insan iletişiminin yerini ne derece alabilir?

Pepper insanların duygu durumlarını algılayıp, ona göre iletişime geçen, sık sık gülümseyen, insanlarla konuşan ve hatta onlara sarılan bir robot.Care Coach’ın kurucusu Victor Wang, araştırmalarına göre dijital hayvanların yalnızlık duygusunu azalttığını, sosyal desteği artırdığını, depresyonla baş etmeyi kolaylaştırdığını söylüyor. Hayvanlar Filipinler’de bulunan ve kullanıcılarını görüp duyabilen çalışanlarca seslendiriliyor. Hareketleri bir kamera ile takip edilen kullanıcılara şayet uzun süre hareketsiz kalırlarsa kalkıp yürümeleri, sık sık su içmeleri, ilaçlarını unutmamaları tavsiye ediliyor.

Kullanıcılardan diyaliz hastası Donald Enoh bir kriz esnasında kendi dijital hayvanı Mary’e nefes alamadığını ve ona yardım etmesini söylediğinde, Mary’nin acil yardım kliniğini aradığını, böylelikle kurtulduğunu anlatıyor. Bilhassa kimsesi olmayan veya çocukları ayrı yerlerde yaşayan yaşlıların, bakıcı yerine daha az masraflı olan Bella’yı tercih etmeye başladıkları görülüyor.

“Yalnızlığı tedavi eden” robot: Pepper

Japon Kaname Hayashi, Pepper isimli sevimli robotun “babası.” Pepper insanların duygu durumlarını algılayıp, ona göre iletişime geçen, sık sık gülümseyen, insanlarla konuşan ve hatta onlara sarılan bir robot.

Hayashi, “Hepimiz yalnız hissediyoruz. Eğer hissetmediğimizi söylersek yalan söylemiş oluruz” diyor. Ona göre Pepper bilhassa çocukları evden ayrılmış anne babalar için iyi bir yol arkadaşı.

Hayashi geçen yıl Pepper’ı ürettiği Softbank’tan ayrılarak, Groove X isimli şirketini kurdu. Hedefi, Pepper’ın da üzerine çıkacak, daha sevimli, daha sıcak ilişkiler geliştirecek ve hatta yalnızlığı tedavi edecek bir robot yapmak.

Hedefine ulaşabilecek mi, dahası yalnızlığı bir robotla tedavi etmek reel insan ilişkileri bakımından nasıl sonuçlar doğuracak, merakla beklemekteyim.

Uzakta olan sevdiklerinize sarılabilirsiniz: Hugvie

Japonya’daki teknolojik gelişmeler, ilişkileri yalnızca sosyal medyaya veyahut mesajlaşmaya taşımakla kalmadı, aynı zamanda onun fiziksel formunu da değiştirdi.

,Daha önce incelediğimiz veya inceleyemediğimiz tüm bu buluşlar, Japonya’da “reel ilişki” ağı fikrinin neredeyse tamamen ortadan kalkacağı, insanların makinelerle, dijital partnerle ilişkiler kuracağı, yalnızlığın hüküm süreceği bir distopik geleceğin çok da uzak olmadığını ve hatta belki de içinde yaşadığımız çağın tam da orası olduğunu kanıtlar nitelikte.

2013 yılında üretilen Hugvie, aslında bir yastık. Ancak, yumuşak ve vücuda uyumlu bu yastığın başında akıllı telefon için bir yuva var.
2013 yılında üretilen Hugvie, aslında bir yastık. Ancak, yumuşak ve vücuda uyumlu bu yastığın başında akıllı telefon için bir yuva var.

2013 yılında üretilen Hugvie, aslında bir yastık. Ancak, yumuşak ve vücuda uyumlu bu yastığın başında akıllı telefon için bir yuva var. Kullanıcı telefonda konuşurken, Hugvie onun konuştuğu kişinin ses tonunu ve seviyesini hesap ederek onun simüle edilmiş kalp atışını üretiyor.

Böylelikle, telefonda konuşurken Hugvie’ye sarıldığınızda gerçek birini kucaklıyormuş hissine kapılıyorsunuz.

Yapılan araştırmada yastığı kullananların stres hormonunun ve kortizol düzeylerinin azaldığı tespit edilmiş. Bir yastığa sarılarak sevgi ihtiyacını karşılamak ve bu yolla sevdiklerini yanında hissetmek, dolayısıyla kendini yalnız hissetmemek, ilişkilerin artık simülasyon boyutunda yaşandığını gösteriyor.

Kalbinizi “ısıtan” robot kedi

Yapılan araştırmalar bir evcil hayvana sahip olmanın tüm yaşlardaki insanlar için faydalı olduğu, stresi azalttığı ve yalnızlığı katlanılabilir kıldığı yönünde. Ve fakat Hasbro şirketine göre, evcil hayvana bakmak büyük bir sorumluluk istiyor ve maliyeti oldukça yüksek. İşte bu sebeple bilhassa yaşlı insanlar için ürettikleri robot kediler, hem yalnızlığı gideriyor hem de ekstra hiçbir sorumluluk ve külfet getirmiyor.

Gerçeğe yakın tüyleri olan ve okşayınca “miyavlayan” bu kedileri gördüğümde, Philip Dick’in Bıçak Sırtı romanındaki yalnızca evcil hayvan besleme ihtiyaçları için elektrikli koyun vs. besleyen insanları hatırladım. Galiba tam da o zamanlardayız…

Sarılan sandalye

Huzur sandalyesi” adı verilen bu sandalye kollarıyla oturan kişiyi sarıp sarmalıyor.
Huzur sandalyesi” adı verilen bu sandalye kollarıyla oturan kişiyi sarıp sarmalıyor.

Sarılmak en az iki kişiyle yapılabilecek bir eylemdir. Yok hayır, beni yalancı çıkarmak için kendinize sarılmaya çalışmayın. Ne diyordum? Sarılmak en az iki kişiyle yapılabilecek bir eylemdi.

Neyse ki bir Japon şirketi imdadımıza yetişti de, bu sorunu da ortadan kaldırdı (?) Evet, olay yine Japonya’da geçiyor. “Huzur sandalyesi” adı verilen bu sandalye kollarıyla oturan kişiyi sarıp sarmalıyor.

Oturan kişiye “kendini güvende” hissettiren bu sandalyeyi herkes kullanabiliyor fakat huzur sandalyesi özellikle yaşlı insanlar için tasarlanmış.

Sarılmasının yanında, konuşabilen ve hatta yaşlı insanlar için nostaljik şarkılar çalan bu sandalye, Japonların “Yalnız olmak asla tek başına olmak demek değildir” cümlesini hayat felsefesi hâline getirdiklerinin göstergesi. Ve fakat “tek başına” olmamak da asla “yalnız olmamak” anlamına gelmiyor.

Ütopya ile distopya arasında yalnızlık

Tüm dünyada bir salgın gibi hızla yayılan yalnızlık, pazarda da aynı oranda pay sahibi… Dünyada bu denli kaotik bir ortamın müsebbibi olan yalnızlık, distopyaların da atmosferinde o derece etkili oluyor. Neredeyse bütün distopyalarda insanlar yalnızdır. Pek çoğunda kolektif bir çalışma içerisinde olsalar da aslında tek başınalardır. Diğerleriyle iletişime geçmeleri, konuşmaları yasaktır.

Yalnızlık bir distopyadır… Fakat son yıllarda, bilhassa beyaz perdede, bu önermenin aksi yönde bir durumla karşı karşıyayız. 2015 yılında vizyona giren The Lobster filmi de bunlardan biri. Yakın gelecekteki bir distopyayı anlatan filmde, “şehrin” yasası gereği bekâr insanlar yakalanarak “otel”e getiriliyor ve onlardan burada kalacakları 45 gün zarfında romantik bir ilişki yaşamaları, otel sakinlerinden biriyle geleceğe beraber adım atmaları bekleniyor.

Şayet 45 günün sonunda herhangi bir romantik ilişki içerisinde değillerse veya ilişkilerinin sahte olduğu anlaşılırsa, seçtikleri bir hayvana dönüştürülerek ormana bırakılıyorlar. Eğer medenî hâlleri değişmeden “otelden” kaçmaya kalkarlarsa, diğerleri tarafından avlanıyor ve onlara fazladan gün kazandırmış oluyorlar. Medyanın ve toplumun yegâne amaç olarak dayattığı “çift” olma idealini eleştiren filmde önceki distopyalara nazaran yalnızlık bir ütopyadır.

Yine dünyada ve ülkemizde büyük yankı uyandıran Black Mirror’ın 4. sezonunda yayınlanan Hang the D. J. isimli bölümde benzer bir senaryo kurgulanmaktadır. Ruh eşini bulana dek, durmaksızın, önceden süresi tayin edilen ilişkileri yine tayin edilen kişilerle yaşamak zorunda olan, böylelikle uygulamanın algoritmasını geliştirmesine yardımcı olan insanlar, bir an olsun yalnız başlarına kalamazlar ve daima bir ilişki içerisinde bulunmak zorundadırlar. Sevmedikleri hatta nefret ettikleri kişilerle uygulamanın tayin ettiği süre bitmeden ayrılamayan bu insanlar için de yalnızlık bir ütopyadır.

Her geçen gün yalnızlaşan dünyamızda, medyanın ve sosyal medyanın, doğrudan veya dolaylı olarak çift olma propagandası yaptığını göz önünde bulundurursak, yalnızlığın hem distopya hem ütopya olacağı bir gelecek tasavvuru kurabiliriz.

Belki, yalnızlık öylesine başa çıkılmaz bir hâl alacak ve insan nesli öyle büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kalacaktır ki, insanların bir daha asla yalnız kalmamaları için devlet eliyle sert önlemler alınacaktır, bu da yalnızlığı distopya olmaktan çıkarıp, ütopya hâline getirecektir; kim bilir…