Yaşlı, aynı zamanda bir anlatıdır

Yaşlılar sadece birer insan değil, dünyadan geçip gitmekte olmaya dair bir anlatıdır.
Yaşlılar sadece birer insan değil, dünyadan geçip gitmekte olmaya dair bir anlatıdır.

Ne anne tarafından, ne de baba tarafından bir dedem ya da ninem olmadı. Babamı büyüten, akrabadan bir babalığı vardı. Ona dede derdik. Ama 104 yaşında vefat etmiş bu dedem, sanırım son demlerindeyken artık bir ataydı.

Ata

Ata hem baba, hem dede demek. Yakın dede ya da uzak dede. Kitaplar ve filmler dışında ata sözcüğüne rastlamadım. Ama Türkmenlerin ve yörüklerin kahir ekseriyeti oluşturduğu yerlerde yaşamış biri olarak, işim rast gitseydi rastlayabilirdim.

Ne anne tarafından, ne de baba tarafından bir dedem ya da ninem olmadı.
Ne anne tarafından, ne de baba tarafından bir dedem ya da ninem olmadı.

Bazı çocukluk arkadaşlarım var şimdi gözümde canlanan: Kemreli kırmızı yanaklarının içinden bakan çipil çipil ela gözleri olan, aksi, umursamaz, delişmen çocuklar. Onlardan birinin, dedesine “ata” demiş olmasını yadırgamazdım. Bu sözcüğü kitaplardan değil, giydiği çopurun cebinden çıkartabilirdi o. Ya da çakısıyla yonttuğu söğüt dalının budağından akıtabilirdi.

Ata bir de Korkut Ata gibi örneklerde, hürmet uyandıran, bilge, son sözü söyleyen, ailenin hem büyük aklı, hem de büyük duygusu olan bir ortak dedeyi imliyor. Barışmak için bahane arayanların bahanesi de, affetmek için sebep arayanların sebebi de odur. Haylazlık eden bir delikanlının kulağını hafifçe çekmesi, aslında delikanlıyı kendi babasının hışmından korumak içindir.

  • Ata için etimoloji, onun bebek dili kökenli olduğunu söylüyor, yani bebek dilinin uydurduğu bir sözcükmüş ata. Bu durum, sözcükteki sarplığın aslında ondaki ilkellikten kaynaklandığını da gösteriyor. Sadece sarplığın değil, gerçeğin ve kutun da.

Ne anne tarafından, ne de baba tarafından bir dedem ya da ninem olmadı. Babamı büyüten, akrabadan bir babalığı vardı. Ona dede derdik. Ama 104 yaşında vefat etmiş bu dedem, sanırım son demlerindeyken artık bir ataydı.

Yatır Dede

Dedeme ait köy evinde bir ambar var. Adı “dede ambarı”. Kerpiç evin arka tarafında bir ambar. Adını içinde, bir köşede yatan dededen alıyor.

Sanırım şöyle olmuş: Dedenin kabri, bir çatıyla koruma altına alınmaya çalışılırken, köylük yer, pratik olmak amacıyla bu çatı geniş tutulmuş. Ortaya biraz türbe, biraz ambar gibi bir şey çıkmış. Kabirle buğday çuvalları iç içe yatıyor.

Dedenin kimin dedesi olduğu belli değil. Böyle durumlarda, dede herkesin dedesine dönüşür. “Buhara’dan mı gelmiş, Arabistan’dan mı gelmiş belli değil” deyiveren yaşlıların dilinde, aslında şuurlarındaki mahmur harita uyanıveriyor. Öyle ya, mübarek olmak ya Buharalı olmakla, ya Arabistanlı olmakla mümkün.

Köyde bir ermişin, orada öylece aralarında yatıyor olması köylüye kıvanç verir. Onları, geldikleri bu yazıda arkalı, sahipli ve kutlu kılar.

O artık, bayramda uğramalık, murat dilemelik, Horasan illerini yâd etmelik, kökleri ve gökleri uyarmalık bir vesiledir.

Bu dede, dedemin de dede dediği biriyse hele, bana benim o topraklara çakılı kazığımın ucunun çok derinlere bir yere gömüldüğünü hissettirir. O kadar derin ki, o kazığı o topraktan çıkartmaya kalksam, toprak bozulur, alt üst olur, bayındırlığını yitirir.

Ahret Anne

Hafız Osman Hoca’nın eşiydi. Yakın çevremizde adı Ahret Anne’ydi. Zannımızca bir veliydi. Beyaz tülbentinin içinde, hep mütebessim, hep dualı, hep oğlum, kuzum diye konuşan.

Annelerimizi daha sevecen, daha mütedeyyin ve daha anlayışlı yapan bu kadına sadece bizler değil, babalarımız da müteşekkir olmalıydı.
Annelerimizi daha sevecen, daha mütedeyyin ve daha anlayışlı yapan bu kadına sadece bizler değil, babalarımız da müteşekkir olmalıydı.

Annelerimiz onu başka sever sayardı. İnsan içine çıkmaktan kaçtığım zamanlarda bile, bahçemizden toplanmış bir sandık elmayı ona neşeyle götürürdüm. Çünkü o bir karşılama ustasıydı. Hepsi de terü taze, hepsi de henüz tomurcuklanmış, bambaşka dualar bulup çıkartırdı. Bu dualar yeni icat ediliyor gibi olurdu, çünkü inançla, sevinçle, sevgiyle edilirdi.

Annelerimizi daha sevecen, daha mütedeyyin ve daha anlayışlı yapan bu kadına sadece bizler değil, babalarımız da müteşekkir olmalıydı. Onun munisliği ebeveynlerimize sirayet eder, annelerimiz bir süre onun etkisinde uysallaşırlardı. Evliya menkıbeleri, peygamber kıssaları, gözyaşları eşliğinde, buluştuklarını yıkar, arındırır, huzurla doldurup Allah’a ısmarlardı.

  • Apartmanda büyümüş olan bende kerpiç ve badana sevgisini uyandıran onların eviydi. Bir odalarını hatırlıyorum: Sıcak yaz gününde içine girdiğimde, yüzüme duyulur bir serinliğin çarptığı, sanki derinlere bir yere gömülü iyilik duygularımın istemsiz ayaklandığı.

Şimdi şöyle diyebiliyorum: Dua, muhabbet ve zikirle doldurulmuş bir mekân, sadece var olmakla, orada öylece bulunmakla, habisliğin ve kötücüllüğün çaresi olabilir. Evlerinin arkasındaki bahçe, yüksek duvarların çevrelediği, envai çeşit tenekenin içine ekilmiş nanelerin, fesleğenlerin, güllerin, şebboyların dizili olduğu, kerevetinde huzurdan uyumak isteyeceğiniz bir cennetti. Bir ev, Harem-i Şerif’in şubesi bir harem, cennetin şubesi bir cennet parçası olabilirdi. Olmuştu da.

İsminin ahret anne olması onun, annelerimizin ahirette de kendisiyle birlikte olmak istedikleri bir manevi anneleri olmalarındanmış. Bu durumda bizim de ahret anneannemiz oluyor sanırım.

Ebe

Oğuz Türkçesi’nden bir kelime (“epe” de deniyor bazen). Artık çocuk oyunları dışında kullanıldığı yok. Ama Anadolu köylerinde, nineye ebe denir(di).

Ebeyi gözümde, paraşüt gibi açılmış şalvarının ortasına çömelmiş, belindeki kuşağından çıkardığı çakısıyla torununa “alma” soyan bir ulu kadın olarak canlandırıyorum. Rahmetli anneannemin arkadaşı olduğu söylenen bir Şerife Ebe vardı mesela. Bir Türkmen köyünden, kırk yılda bir şehrimize inince, genç yaşta ölen arkadaşının yadigarı olan bize de muhakkak uğrardı. Küçük dertleri, basit istekleri olurdu. Kavrulmuş nohut, reyhan ve sürülmüş toprak kokardı. Elleri çatlak çatlaktı. Gülünce görünen birkaç dişine, oyuncaklı şeylermiş gibi, bizi güldürmek ve eğlemek için o birkaç mineli beyaz pirinç tanesini diş etlerine ekmiş gibi kikirdeyerek bakardık. Kâh ağlayarak eskilerden açar -hatırladığım ebelerin çoğu niçin gönlü ezik, gözü yaşlı, merhametliydi- kâh küçük dedikodularla gönül eğlerdi. Bize küçük küçük çıkışma hakkını kendisinde bulur, bazı laflarına güldüğümüzü görünce o lafları daha sık tekrarlardı.

Ebe, köylü, Türkmen, topraklı bir şeydir. Nine, kasabalı; babaanne-anneanne ise şehirlidir. Bir de haminne var, İstanbullu olan.

Ebeye kızan yedi yaşındaki erkek torunu ona küfreder, söver sayar, dudağının üzerine sarkmış sümüğünü çeke çeke onunla kavga eder. Ebe de, ona ardı sıra kesek atar, o da hallice sövüp sayar. Bu kavga ama her zaman tatlıya bağlanır. Ebe, kahır çekmeyi, seferberlik tahammülünü, yokluğu idareyi bilir.

Ebe horoz keser, şebit ekmeği ustaca pişirir, duvarı badana eder. Nine çörek de yapar ve konserve elinden gelir. Büyükanne ise torunun nikâhına döpiyesle ve inci kolyeyle gidebilendir. Haminne, gençlik fotoğrafları olan, yetişme yaşlarında roman okuyan, Süreyya Plajı’nı hatırlayandır.

Ve...

Şimdi söylenebilecek şey şu: Yaşlılar sadece birer insan değil, dünyadan geçip gitmekte olmaya dair bir anlatıdır. Umur görmüş olmakla toprağa yakın olmak arasında bir yerde dururlar ve o yüzden gençlik, annelik ya da ölmek üzerine kurdukları cümlelerde bir büyü vardır: Gerçekleşmiş olanın ve mutlaka gerçekleşecek olanın büyüsü.