Blues ve terennüm

Bluus dinleyeceksiniz, dinleyeceksiniz ki göreceksiniz ritim nasıl yakalanır.
Bluus dinleyeceksiniz, dinleyeceksiniz ki göreceksiniz ritim nasıl yakalanır.

Ritim, sizin ritimden hiç mi haberiniz yok. Yok yok belli ki size her zaman duyduklarınız öğretememiş, onlar öğretir de sizde iş yok demek… Katiyen olmaz böyle, dediğinde bir sonraki cümle tüm bu afallamanın katmerli sonu olacaktı. Bluus dinleyeceksiniz, dinleyeceksiniz ki göreceksiniz ritim nasıl yakalanır.

Şeyhefendi devranı ortada kesip gür sesiyle öyle bir hiddet gösterdi ki, etrafında kenetlenmiş Allah Allah Hû! diye zikir çeken dervişler neredeyse korkudan kaçacak yer aradılar. Dairenin dışında kaside okumaya henüz başlamış dervişin ise cümleler boğazına düğümlendi. Zikir pek hiddetliydi, Efendi’nin hiddeti de buradan geliyordu. Tıpkı Hû’daki gırtlaktan boğazlanıyormuşçasına çıkan ses gibi… Ancak bu sefer farklı bir ses aynı hiddeti barındırıyordu;

— Keess!

Öd nerededir, nasıl kopar, neden kopar, koparsa ölür mü insan? O ana kadar bu soruların cevabını bilmeyen dervişler ölmediklerine şükrederek boyunlarını büküp dairenin merkezindeki Efendi’den bir adım geriye çekildiler.

— Oyun mu oynuyorsunuz siz, diye devam etti Şeyhefendi yüzüne bakamayan dervişlerin bedenlerini delip geçen o bakışla beraber.

Bakışların ehemmiyeti üzerine söylediği sözleri hatırlamıştı o anda dervişlerden bir Derviş; bedenini delip geçen bakışı ise sadece hissedebiliyordu. Çok değil biraz beklediler, onlara çok gelen bir beklemeydi bu, devam etmek için müsaade bekler gibi beklediler ama Efendi devam etmedi, daireyi yarıp postuna yürüdü titreterek bedenleri. Kimse ne yapacağını bilemediğinden donakalmışken ürkek bir ses duyuldu Meydancı Baba’dan;

— Sükut edin olduğunuz yere çökün.

Dediği derhal yapıldı ve Efendi’nin sesi tekrar duyulana kadar çıt çıkmadı. İlk söz önemliydi hemen hemen her yerde ve böyle bir anın ardından edilecek ilk söz daha da önemliydi. İşte her şey o dehşetengiz hiddetin ardından gelen ilk söz ile başladı;

Bluus, dedi Şeyhefendi. Bluus dinleyeniniz oldu mu hiç? Kimsede ses yoktu, blues da neymiş, gavur müziği, gavur müziği mi, hafazanallah nasıl bir şey ki, zenciler hani meşhur zenciler, zenci gırtlağı, ne bluesu ya hu, kim konuşuyordu bizim Efendi mi? Ses çıkmayınca devam etti.

— Ritim, sizin ritimden hiç mi haberiniz yok. Yok yok belli ki size her zaman duyduklarınız öğretememiş, onlar öğretir de sizde iş yok demek… Katiyen olmaz böyle, dediğinde bir sonraki cümle tüm bu afallamanın katmerli sonu olacaktı. Bluus dinleyeceksiniz, dinleyeceksiniz ki göreceksiniz ritim nasıl yakalanır.

Sonra sustu Efendi, ağzını bıçak açmadı, çayı geldi.
Sonra sustu Efendi, ağzını bıçak açmadı, çayı geldi.

Sonra sustu Efendi, ağzını bıçak açmadı, çayı geldi, sigarasını tellendirdi, hiddeti üzerinden atmak için zamanı dinledi. Dervişlerden bir Derviş diğerlerinin aksine Şeyhefendi’nin hayretlere düşüren sözlerini adam akıllı düşünmeye koyulmuştu. Düşünmek yetmez çoğu zaman insana, Derviş’e de yetmedi, Meydancı Baba’ya yanaşıp Efendi ile görüşmek için destur istedi. Yılların meydancısı bile genç dervişin cesaretine şaşırmıştı, birkaç saniye gözlerine baktı emin misin der gibi, kaçırılmayan gözler eminlik alametiydi. Nitekim destur verildi delikanlı yanaştı el öpmeye yeltendi, el geri çekildi, diz çöküp usulca eğildi;

— Efendim, kimi dinlemek icap eder?

Şeyhefendi sanki, sert bakışlarının yumuşayıp yüzünde o tebessüm oluştuğu anda, yirmi üç yıl evvel posta oturduğundan bu yana duymayı beklediği soruyu duymuştu. Derviş’te heyecan, Derviş’te umut vardı. Umut fena halde güçlü bir duygudur, ümitvar olabilmek maharet ister, zorluğu da bundandır, Derviş maharetliydi belli ki, diğerlerinin aksine. Şeyhefendi’nin gönlüne kıssalar düşüyordu istidad-ı ezeli, istidad-ı ezeli istidad… Ama dilinden Süleyman Burke ismi döküldü.

Solomon derler orada öyle ara bul, yu tup falan diyorlar vardır orada, Solomon Burke yazacaksın anladın mı? Bu herifi dinle.

— Emriniz başım üstüne efendim, dedi ve derhal çekildi Derviş. Edeple çekilmek… Ritüeller önemlidir, ritüeller bir hava barındırır, ritüeller bir geleneği temsil eder ya hani, aynı anda terbiye de eder. Derviş terbiyeyle ayrıldı.

Bundan sonra ne oldu? Ne olacak. İnternet denen meretin mahareti, teknolojik harikalar eşliğinde bir kulaklık emniyetiyle Derviş’in kulağında blues olarak peyda oldu. Yolda blues her yerde blues vardı artık. Yabancı bir dilin bütün yabancılığı kulaklarında ritim olarak canlanıyordu. Kelimelerin yetersiz kalacağı tarifsiz duygularsa cabası. Don’t Give Up On Me derken ne dediğini merak etmeden dinledi Derviş pilisss pilisss serzenişini ise okulda öğrendikleriyle birleştirip ortak oldu o serzenişe; metroda yaşandı tüm bunlar.

Ertesi gün de metrodaydı Soul Searchin ile beraber, enteresan sayılabilecek bir satıcının sözlerine güvenip aldığı kulaklığa o da güveniyordu Mirim bunlar acayip gram dışarı ses vermiyor öyle kimseyi rahatsız falan etmiyorsun Abi ben de böyle bir şey arıyorum Hiç merak etme gram diyorum sana ya ne dinleyeceksin Kur’an di mi Nereden bildin Takkenden hocam takkenden Eyvallah Ben de dinleyeyim diyorum yolda Yasin’i ezberler miyim ne dersin Neden olmasın kıpır kıpır olmuştu içi tanıdık sese aşinaydı ve çok daha farklı bir şeydi bu, hemen yükselmişti müzik, nakarat hemencecik gelmişti, vokaldeki o el şıklatan zenci ablalar hemen seslerini yükseltmişti Soul Searchin ahaa dediği anda dizinin hareketiyle irkildi, etrafına bakındı telaşla herkes kendi halindeydi ama gavurların Süleyman coştukça coşuyordu, ne onu durdurabiliyor ne de kendi vücuduna söz geçirebiliyordu.

Bir köşede usulca ritim tutma düşüncesiyle elektriklenen vücudunun elektriğini parmak uçlarına aktardı. Bu o anlık bir kurtuluştu, şüphesiz. Tekrarlar, tekrarlar, tekrar tekrar olan şeyler nasıl bu kadar vurucu olabilir diye geçirdiği anda içinden, vogının vogının vogının tırmalıyordu kulaklarını, parmak uçlarındaki elektriği iki katına çıkaran bir tırmalamaydı bu, dehşet, sonra Yasin’den Ve cealnâ min beyni eydîhim sedden ve min halfihim sedden fe agşeynâhum fe hum lâ yubsırûn ayetini hatırlayıp imrendi set çekilme bahsine, her insan bazen üzerine set çekilsin isterdi kimseler görmesin isterdi, istemez miydi? Ertesi gün parmak uçlarından başlayan bu istilaya karşı bütün gardını düşürmüş karşı koymak için hiçbir şey yapmamaya başlamıştı.

Nasıl oluyordu da insan buram buram acı kokan bir şarkıda bile en azından salınmaya, ritmik salınmaya evet evet doğru tabir bu ritmik salınma nasıl olur da itiverilir.
Nasıl oluyordu da insan buram buram acı kokan bir şarkıda bile en azından salınmaya, ritmik salınmaya evet evet doğru tabir bu ritmik salınma nasıl olur da itiverilir.

Hüzün, diye düşündü, müzik hakkında düşünmeye başlamıştı bu doğru, nasıl oluyordu da insan buram buram acı kokan bir şarkıda bile en azından salınmaya, ritmik salınmaya evet evet doğru tabir bu ritmik salınma nasıl olur da itiverilir. Flesh and Blood, acıyı tok sese gizlemenin başka bir adı olmalı acı çekiyordu, bu sırada gözlerini kapadığından haberdar değildi, oturduğunu biliyordu sadece mo momo momo momo momo moooor riıl tın tiss dediği anda kulağındaki ses, dudaklarının oynadığını da haliyle fark etmedi ama dizini dürten parmağı hisetmemesi mümkün değildi, derhal gözlerini açıp yanındaki tanıdık yüze tepkisiz bir ifadeyle baktı.

— Babacım nasılsın?

— Şükür abi sen nasılsın?

— Rabıta yapıyorsun sandım önce ilişmedim de dudaklarını oynatınca.

— Dudaklarım mı? Ne dedim abi. Blues mu yok artık mübarek ne dediğini anlamadığın herifleri mi dinliyorsun Eee Efendi söyledi ama Canım Efendi kızdı mı eser gürler öyle.

— Sesli demedin… Kur’an mı dinliyorsun?

Kani Karaca müthiş okuyor abi.

— Aaa öyle valla rahmetli.

— Allah rahmet eylesin. Bu ufak kıvırma hareketi yalan söylemesini engellemişti ama üstüne gelecek bir soru her şeyi açık edebilirdi onun telaşıyla hemen müziği kapaıpt sohbete devam etti.

— Bu hafta yoktun tekkede.

— Valide rahatsızdı onu yalnız bırakmayayım dedim.

— İyi yapmışsın.

Efendi bir şey dedi mi abi.

— Yoo bir şey demedi.

— Anladım, geçen kızdıydı ya Efendi, sonra blues dedi.

— He ya öyle dedi şaştım kaldım.

— Baktın mı abi hiç?

— Neye bluusa mı yok be biz ne anlarız bluusdan.

— Anlıyorum, dediğinde başını öne eğdi, karışık duygular içindeydi, Ya Efendi imtihan ettiyse dinleyip sevmemem mi gerekiyordu acaba ama ritim…

İnsan korkularla yaşar, Derviş’in annesi oğlunun bekar kalmasından, oğul Derviş annesinin ölmesinden, sokaktaki simitçi çocuk zabıtaların hızlı koşmasından, bir baba elektriğin, suyun parasızlıktan kesilmesinden daha niceleri nice şeylerden… Lakin Derviş’in korkularına yeni bir korku eklenmişti: Bir daha tekkeye gidememe korkusuydu nitekim artık zikirlere katılamıyor huşu bulamıyordu, bazen dertlenip derviş ağzına yakışmayacak küfürleri sıralamak geliyordu içinden, gavurların Süleyman’a değil hayır hayır o değerli bir müzisyendi o bizzat bluesa sallamak istiyordu günahın büyüğünü işlemek ister gibi.

İlk seferde validesi hastaydı doğru, sonrakilerde ise kendini yii hissetmedi, zorla gittiği birkaç seferde zaman akıp geçmedi neredeyse, yüreği daraldı, düzensizlik rahatsız eder oldu, zikir esnasında kimse tam bir uyum içine griemiyordu, kimseye saygısızlık etme hakkı da yoktu şunun şurasında beş senedir tekkeye geliyordu, otuz yıllık dervişlerin yanında ne haddineydi konuşmak ama kulağı artık isyan ediyordu. Kulaklarını tırmalayan tutarsızlıklar vücudunu elektriklendirmiyor yüreğine bir çapari atıp parçalayarak geri çekiyordu, böyle hissettiği anlarda hep dua etti. Rabbim sen bize son nefeste ferahlık ver kolaylaştır zorlaştırma.

Olanlar olmaya devam eder ya hep öyle de oldu, büyük laflar eden insanların dediklerinde haklı oldukları gibi insanın bir haddi hududu vardır, geldi had o hududa dayandı. None Of Us Are Free, giriş taksimlerinin müzikteki ehemmiyeti üzerine bir bilenden bir iki kelam duysaydı eğer, kendisini ilk andan itibaren zapt edip özgürlüğünü elinden alan bu girizgâhlara belki daha büyük manalar yükleyebilirdi. Sonra nakaratların vuruculuğu, ara solo taksimlerin keskinliği… Kelimeler müziği anlatma konusunda gerçekten yetersiz kalıyormuş.

Metro o gün bir acayipti, ani fren yapmalar, kapıların geç açılması derken insanlarda bir huzursuzluk da başlamıştı. İşte öyle bir andı, tam Bay Solomon çığlıklarına başlamıştı ki gerçekten çığlıktılar, durağa henüz giren tren ani bir fren yaptı, Derviş düşmemek için demirden yakaladı yakalamasına ama başındaki takkenin fırlamasına, cebindeki telefonla kulaklığın bağlantısının kopuşuna engel olamadı, gavurların Sülo aman Ya Rabbim annesinin dediği gibi çığırıyor bu herif neden bu kadar çığırıyor ama nasıl. Kulağında başka bir kulaklık olan genç dışında vagonun tamamının bakışları Derviş’in üzerinde, Derviş’in aklı birazdan içeri girecek güruhun ezeceği takkesinde ve tabii ki cebinden yükselen o muazzam sesteydi.

Metro o gün bir acayipti, ani fren yapmalar, kapıların geç açılması derken insanlarda bir huzursuzluk da başlamıştı.
Metro o gün bir acayipti, ani fren yapmalar, kapıların geç açılması derken insanlarda bir huzursuzluk da başlamıştı.

Seçimini yaptı bakışlara aldırmadan henüz kapılar açılmamışken önce takkesini alıp başına koydu sonra da kulaklığını taktı, bir an yüzündeki kızarıklığı bir kenara bırakıp espri yapmayı bile düşünse de vazgeçti ah bu blues ah ah insanın aklını başından alıyor. Yol boyu kafasını hiç kaldırmayan gencin dinlediği müziği düşündü, Onun kulaklığı çıksaydı benim kadar dikkat çekmezdi herhalde cübbem yok belki ama takkem ve kısa da olsa sakalım var dinlediğim şey ise bambaşka bir şey. Üç durak sonra inip hızlıca açık havaya doğru seğirtmişken aynı vagondaki kulaklıklı gencin yanında belirmesine şaşırdı, bakışları üzerinde hissettiğinde kulaklıklardan birini çıkartıp döndü yüzünü, genç yumruğunu selam verir gibi uzatınca, pek de şaşırmadan karşılık verdi, havada tokuşan yumrukların ardından;

— Abi müthişsin aynen devam derim.

— Eyvallah.

— Eyvallah bizden baba.

Bir anlığına gururlansa da içindeki huzur çabuk kayboldu, üstelik rezil olmuştu da, koca vagonda sadece bir kişi yaşanan olaydan hoşnut olmuş olsa gerek, diğerleri sakalına takkesine bakıp Taleal Bedru beklerken, telefondan koca bir zenci ciğerlerine doldurduğu havayı haykırmıştı, kolay kolay da anlaşılabilecek bir şey değildi doğrusu. Vagonun istatistiksel fazlalılığı canını sıkıyordu neler yapıyorum ben ve soluğu akşam Şeyhefendi’nin dizinin dibinde aldı.

— Efendim emriniz üzere dinliyorum hâlâ dinliyorum kendimden geçiyorum neredeyse, ben devranda tek sefer cezbe yaşamamış biriyim ne oluyor bana?

— Kulağın terbiye oluyor evladım.

— Artık malumunuz gelemiyorum da tekkeye, korkuyorum!

— Seni gönderiyoruz da ondan gelemiyorsun. Korkma!

— Nereye efendim?

— Daha güzelini bilenlerin yanına, kulağın burada huşu bulamaz artık.

— Ya orada.

— Orada bluusa da gerek yok, orada daha güzeli var.

— Peki siz.

— Bizim imtihanımız bu, burada kalmak, hem ne olmuş bize seni gönderiyoruz ya. Gitti… Dede Efendi’yi terennüm edenlerin yanına, huşu ile.