Derin Siyah’ın kendini yazdırması

Yıldız Ramazanoğlu: Anılarımızı anlatırken bile kendimize bir geçmiş icat etmekten geri duramayız.
Yıldız Ramazanoğlu: Anılarımızı anlatırken bile kendimize bir geçmiş icat etmekten geri duramayız.

Şehrin masumiyet saati, tarihi yapılar, önünden geçtiğimiz dükkanlar, üniversite, saray, sahil... Yaşam başka bir yerde değil, ne önde ne arkada, tam da gördüğümüzdü ve bütün parçalarıyla hayat gözlerimizden kalbimize inerken yorgun seslerimizle sayıklıyorduk son bir şeyler.

Hikayelerimden birinin yazılış öyküsünü anlatmam istendiğinde önce hiçbirinin böyle özel bir anlatısı olamayacağını düşündüm. Bir kaderle yazılıyorlar, yazılış hikayeleri yaşamın hızı içinde yokolup gidiyor, izi kalıyor geriye. Cümleler bulut gibi nereden toplaşıp gelir, kendilerince nasıl dizilir, yazılacak yüzlerce hikayeyi nasıl eleyip kendini parlatır, muamma. Yaşamın gerçek yüzüyle ilgiliydim baştan beri. Gerçek denilen icat, ruhumuzun dehlizlerinde nice labirentlerden geçerken, nasıl oluyor da bazen bir intiba bir tedai aynı gün öykü olarak kelimelere dökülebiliyor da bazıları yıllarca dolanmaya devam ediyor, gün yüzüne çıkış yolu uzadıkça uzuyor.

Derin Siyah’ta kurgu yok denilebilir. Karanlıkta yol alırken toplu iğne başı kadar aydınlık peyda olmuş sonra tekrar kararmıştır yol.
Derin Siyah’ta kurgu yok denilebilir. Karanlıkta yol alırken toplu iğne başı kadar aydınlık peyda olmuş sonra tekrar kararmıştır yol.

Bir de belleğin içinden çekip çıkarma durumu var. Hatırlama el fenerinin karanlık bir kuyuya belli tercihlerle tutulması. Çekip çıkarırken gerçeği en saf ve yalın haliyle nazara vermek isteseniz de kurgunun amansız çevriminden kurtuluş yok. Anılarımızı anlatırken bile kendimize bir geçmiş icat etmekten geri duramayız, bu nedenle otobiyografilerde açık kapı bırakmak gerekirken, bilinmesi gerekir ki hikaye zaten yalanın, kurmacanın önde gideni. Bu yüzden yüz yıllardır yazarlara bunları bizzat yaşadın mı, başından böyle bir olay geçti mi sorularını sormak beyhude mi beyhude. Hikayesini anlatacağım öykü gölgelerin istilasından en uzak olanı gibi geldi bana. Bu yüzden seçtim en kısa hikayelerimden birini. Anadolu Yakasındaki evden arabayla yola çıkıp hergün Fatih’teki eczaneme gittiğim günlerdi. Bilenler bilir iş saatlerinde bu yolun nasıl bir işkence olduğunu. Herkes bir santim öne geçmenin sürtüşmesi içinde olduğundan, insan sevgisinin sadece soyutlamaya dönüştüğü tuhaf vakitler.

Üç dakikalık yolu kırkbeş dakikada aldığınızda sevindiğiniz bu dehşet yolunun her anında yavaşlığın aktörleri bayram yeri gibi sararlar etrafınızı. Su, muz, fırıldak, kulaklık, bayrak, gül, karanfil, kağıt helva, balon, maske, cam bezi satan yaşlı genç adamlar, birbirleriyle çekişen, arabaların eteklerinin tozlarını alacak kadar sürtmesine aldırmayan roman kadınlar, ciğerlerine çektikleri egzost dumanları, bir şey almaya niyeti olmadığı hadle bir kez baktı diye peşinden koşulan sürücüler. Nereden geldikleri belli olmayan küçücük cam silicilerin bulanık su dolu bir kova ve süngerle harekata katılmaları. Yapma diye el kol işareti yapan adamlar, camlarını kapatan kadnı sürücüler. Zihinler bütün bu insanları kafaların arkasındaki çöplüğe doğru sürükler. Pencereyi kapatınca kalbin de kapandığını düşünecek halde değildir bezgin bitkin metropol insanı.

Kurgudan kurmacadan gerçeğin öznel yanından tamamen arınmak söz konusu olamasa da, zamanı ve mekanı mümkün mertebe parçalamamak fikrine yakınım.

Andre Bazin’in dediği gibi sanatta gerçeğin gerçeğe olabildiğince yakın verilmesini seviyorum doğrusu. Kurgudan kurmacadan gerçeğin öznel yanından tamamen arınmak söz konusu olamasa da, zamanı ve mekanı mümkün mertebe parçalamamak fikrine yakınım. Gerçek yerine fazlasıyla müdahale edilmiş imgesine bütün temsil hakkının verilmesi, bana adaletli gelmez sanatta edebiyatta. Bir anlam dizgesi etrafında başöğretmenlik yapmak, uslubumun ruhuna ters düşer. Derin Siyah’ta kurgu yok denilebilir. Karanlıkta yol alırken toplu iğne başı kadar aydınlık peyda olmuş sonra tekrar kararmıştır yol. Siyah bir perdenin yırtığından bakıp ilerlemek. Bundan ibarettir öykü.

Eczacılık yaptığım için ayda bir kez nöbet tutardık. Gecenin belli saatinde artık kapıyı kilitler, demir kepengin aralığından verirdik ilaçları. Nöbetlerde gelen insanların muazzam galerisine sayfalar yetmez. Böyle bir geceydi, aslında her zamanki gibiydi her şey. Gündüzün insanları gitmiş gecenin insanları gelmişti. Yanımda bir arkadaşım vardı, her nöbette birlikte vakit geçirmek refakat etmek hatta korumak üzere kız başına benimle sabahlayan dost. Gece üç dört dedi mi gelenler tamamen kesildiğinden, nöbeti kalfamıza emanet edip çıkardık yola. Şehrin inilti saati. Daha önce görülmeyen sesini duyuramayanların sahne aldığı yeraltından ses verdikleri zaman. Trafik bomboş olduğundan Fevzi Paşa Caddesi’nden, Haliç’ten, Tarlabaşı’ndan, Taksim’den ve Dolmabahçe’den akıyorduk deli gibi.

İdeal bir devlet kurulacak ve zil çalmış gibi herkes koşup gelecek, ortalıkta bir iyilik salgını olacak diye bekleyecek yaşta değildik ki. Birinci tan ağarırken en esrarengiz haline bürünmüş olan Beşiktaş sahiline bakarken ne yapılacaksa şimdi olmalı, Medinetül Fazıla içinden geçtiğimiz bu şehir işte, biz öyle istersek hemen oluverir diye konuşuyorduk. Şehrin masumiyet saati, tarihi yapılar, önünden geçtiğimiz dükkanlar, üniversite, saray, sahil... Yaşam başka bir yerde değil, ne önde ne arkada, tam da gördüğümüzdü ve bütün parçalarıyla hayat gözlerimizden kalbimize inerken yorgun seslerimizle sayıklıyorduk son bir şeyler. Haliç köprüsünde sarhoş bir iki sürücüyle çarpışmamıza ramak kalmıştı. Ufaktan yol kesme girişimleri, iki kadını kolay lokma görüp. Kalabalık bir travesti grubunun geçmesini bekledik karşı kaldırıma.

Ziyaret ettiğimiz bir kadın sığınma evini konuşuyorduk Taksim Anıtı sağ tarafımızdayken, eve evet! Yarın yok, ne yapılacaksa şimdi yapılmalı, ellerimiz burada duruyor. Hayret neredeydi ki Pera’ya çıkan merdivenlerde bekleyen tinerci çocuklar? Yılların tanışlığı, büyümelerine de şahit kıldı. Sokak çocukları yok artık, sokak adamları oldu hepsi, ürkütücü, ısrarcı ve tehditkar. Hayat Vakfındaki doktor arkadaşlarımın bu hikayenin hikayesine girmesi şart inanın. Onlar Fazıl bir toplum kuralı yıllar oluyor, bu işe de el attılar gönül gönüle. Her çocukla birlikte bir heyula çıktı karşılarına. Çocuğu kurtarmanın yolu dikenli; evine ikinci el buzdolabı, ders çalışacak masa, giysi almakla bitmiyor, babaya iş bulunacak, anne rehabilite edilecek, neneye tedavi gerek. Diğer kardeşlerle birlikte ücretsiz ders alacaklar ve doktor ablalarla haftada bir sinema veya başka bir etkinlik. Dahasını anlatacak kalp yok bende.

Yıllardır gördüğüm çocuklar neden o gün girdi öykü dünyama. Elimde sürünüp kalmış Körleşme’sini okuyordum Elias Canetti’nin. Kimselerde olmayan kütüphanesinin tozunu alıp duran ama insana dönüp bakmayan, içi nefret ve bencillik dolu profesör Kien üzerinden körleşmiş düşünce ve toplumun anlatıldığı roman. Ne alaka ama Kien’le birlikte kitapların soyut dünyasına duyduğum öfkenin depreştiği zamanlardı, bir şey yapmalı sıkıntısı, beni öncelikle hikayedeki çocukları görmenin ötesine geçip yazmaya sürükledi.

Neden daha önce değil neden yılların birikimiyle gözlemiyle upuzun değil de kısacık peki. Ne kadar uzatsam kesip bu kadarını yayınlayacaktım çünkü. Kadın ve çocuğun bir anlık karşılaşması ikisinin de o an kopan kıyametinin etrafa saçılan parçalarından birinin parıldayıp yerini belli etmesi. Ne olacaksa o anda olacak olanın kaçınılmazlığı. Olay yaşandı mı yaşanmadı mı bilmiyorum ama yazıldığına göre söz vücut bulur ve bir hakikate değer mutlak. Hayallerde bir belirsizlik muğlaklık vardır, o halde hikayede olan, bir rüyanın sahihliğidir belki. Gecenin mübarek bir vaktinde teheccüd saatinde görüldüğüne ve bizi uyanık tuttuğuna göre, bu rüyayı görmedim, bilmiyorum, kurguladım sadece, yalan dolan demem doğru olmaz.