Duygu sömürüsü

Nihayet huzurluyum. Bir dolu yıldız kaydırdım karanlıklar içinde, hüngür hüngür ağladım çok şükür.
Nihayet huzurluyum. Bir dolu yıldız kaydırdım karanlıklar içinde, hüngür hüngür ağladım çok şükür.

Az önceki duygusal halim tamamen dağıldı. Duygu sömürüsü yapıyorum. Lafın gelişi değil, gerçek manada duygu sömürüsü yapıyorum. Kendi basit yaşantımda hissedemediğim duyguları başkalarından çalıyorum. Duygu sömürgeni.

“Çünkü, dedi, daha duru görebilelim diye gözlerin camını ara sıra yıkamak gerek!”

August Strindberg / Düş Oyunu

Otomobil sesleri, sahilden gelen vapur düdüklerinin sesi, dükkanlardan gelen rahatsız edici müzik, satıcıların bağırışları… Gürültü. Kalabalık bir caddenin gürültüsü. Adam kimseye çarpmadan yürümeye çalışıyor. Bir parfüm dükkanının önündeki genç kız ona kağıttan bir çubuk uzatıyor. Adam oralı olmuyor. Hızlı adımlarla sahile doğru ilerlerken telefonu çalıyor. Siyah kruvaze paltosunun cebinden telefonunu çıkarıp ekranına baktığı an duraklıyor. Arkadan gelen iri yarı bir inşaat işçisi adamın omzuna çarpıyor. “Kusura bakma” diyor işçi. Adam oralı olmuyor. Aklı hâlâ çalmakta olan telefonda. Tereddüt ediyor.

“Alo?” diyor bir kadın sesi. Pürüzsüz, şuh sesi caddenin gürültüsünü bastırıyor aniden.

“Efendim?” diyor adam. Yüzünde sıkıntılı bir ifade var. Genç alnı hafifçe kırışıyor. Sahilden gelen rüzgarla birlikte kıvırcık denebilecek kadar dalgalı olan saçı dağılıyor.

“Konuşmamız gerek. Devam edemiyorum, yapamıyorum işte.” diyor kadın. Sesi üzgün.

“Devam edebiliyorsun gayet. Onunla…” devam edemiyor adam. Sesi öfkeli.

“Artık birlikte değiliz. Hiç olmadık. Senden sonra olmuyor. Yapamıyorum. Lütfen konuşalım. Lütfen…”

Kadının sesi titriyor. O da devam edemiyor konuşmasına. Yatakta kıvrılmış bedeni hıçkırıklarla sarsılmaya başlıyor. Adamın gözleri doluyor. Kesik kesik ve hızla nefes alıyor, yutkunuyor. Dar bir sokağa girip, bir apartmanın girişindeki merdivenlere bırakıyor kendini. Boşta kalan eliyle kaşlarını ovuyor.

“Pekala. Saat beşte sahilde olabilir misin?” diyor adam, durumundan beklenmeyecek kadar katı bir sesle.

“Olurum elbette. Teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim.” diyor kadın. Minnettar. Gözü yaşlı gülümsüyor.

Adam sahildeki bankta oturuyor. Yanındaki deri çantasının askısı hala sağ omzunda. Kaşları çatık. Büyükçe gözlerini ufuk çizgisine sabitlemiş, şakaklarını ovuyor. Martılar ciyaklayarak bir vapurun peşi sıra uçuyorlar. Bir sigara sürüyor dudağına. Çantasından eski bir çakmak çıkarıp yakıyor. Derin bir nefes alıyor sigaradan. Dumanını acele etmeden, aheste aheste bırakıyor. Uzaktan kendine doğru ağır adımlarla yürüyen kadını gördüğü anda müzik çalmaya başlıyor arka fonda. Kadın deve tüyü rengi bir kaban giymiş. Sade bir makyajı var. Bakışları ayakuçlarında, yavaşça adamın oturduğu banka yaklaşıyor. Gözlerini kaldırdığı anda adamla göz göze geliyor. Kadının gözleri doluyor, müzik yükselmeye başlıyor ve… ZAP!

“Ama baba?!..” Hiç umursamadı. Kaçıyor zaten haberler. Haber izleyen insanların duygusuzluk katsayısının NŞA’daki değerinin sonsuza ıraksandığı hakkında bir makale var mıydı? Yoksa bile şu andan itibaren yazılmaya başlanmalı. Tam da görünmez bir el gırtlağımı sıkmaya başlamıştı, bir yumru gelip oturmak için yerini hazırlıyordu boğazımda. Söylenecek bir söz bulamıyorum. Aslında söylenecek birkaç söz biliyorum ama söyleyemem. Ayıp.

“Ailesi Evdeyken Televizyonda Film İzleyemeyenler Partisi”ni kurup seçimlere girsem olur aslında. Aynı sorunu yaşayan insanlar oy verse meclise girebiliriz sanırım. Televizyonda film izleyen vatandaşlarımızın film bitimine kadar dokunulmaz olmalarıyla ilgili yasa tasarısını mecliste oylamaya sunarız ve kabul edilirse büyük bir sorun çözüme kavuşmuş olur.

Az önceki duygusal halim tamamen dağıldı. Duygu sömürüsü yapıyorum. Lafın gelişi değil, gerçek manada duygu sömürüsü yapıyorum. Kendi basit yaşantımda hissedemediğim duyguları başkalarından çalıyorum. Duygu sömürgeni. Kitap okuyorum mesela. Kitaptaki karakterlerin hissiyatına bürünmeye çalışıyorum. Fakat bu sabır gerektiren bir iş. Ve ne yazık ki ben sabırlı bir adam değilim. Ya da müzik dinliyorum. Müziklerle duygulanmak da sanıldığı kadar kolay değil. Müziğin duyguları körüklemesi, insanların hafızalarının derinliklerinde bulunan anıları gün yüzüne çıkarmasıyla mümkün olabiliyor.

Biri için olağanüstü derecede duygusal olabilen bir şarkının öteki için pek bir anlam ifade etmemesi de bundan. Şarkılar, güçlü duyguların yaşandığı anıları saklayan birer çekmece vazifesi görüyor. Bana da bu kadar duygulu anlar bahşedilmediği için müzikten yeterli verimi alamıyorum. En güzeli filmler. Ağlatan, dram yüklü filmler. Ağlatması şart. Benim için filmlerin tek kıstası ağlatıyor olup olmadığı. Bence sinema salonlarına gizli kameralar yerleştirilmeli ve en çok hangi filmde gözyaşı dökülüyorsa ödüller o filme verilmeli. Tam da kuyruklu yıldızlar gibi akıtacakken gözyaşlarımı, babamın kanalı değiştirmesi… Gittikçe daha fazla öfkeleniyorum. Evden çıksam iyi olacak.

Bir de utanmadan bir sürü hamam böceği resmi koymuşlar broşüre.
Bir de utanmadan bir sürü hamam böceği resmi koymuşlar broşüre.

Asansör aynasının kenarına iliştirilmiş reklam broşürleri. “Dönüşüm Haşere İlaçlama Ltd. Şti.” Ama bu kadarı da fazla. Lan madem ilaçlama şirketi kuruyorsun adını neden “Dönüşüm” koyuyorsun ya hu? Bir de utanmadan bir sürü hamam böceği resmi koymuşlar broşüre. Gregor Samsalara özgürlük abi! Güya öfkemi boşaltmak için çıkmıştım evden… Keşke öfkelendiğimde de ağlayabilsem. Fakat olmuyor. Kabul, gözlerim dolar gibi oluyor bazen. En çok da haksızlığa uğradığımı düşündüğümde. Fakat o kadar. Ben hüngür hüngür ağlamak istiyorum. Nefes alamamacasına, sarsıla sarsıla ağlamak istiyorum. Yaşamak için gözyaşlarımın yüzümdeki ıslaklığını, o ıslaklığın soğumasını, yüzümü üşütmesini hissetmem lazım. Kimileri sigara bağımlısı olur, kimisi alkol, kimisi uyuşturucu. Ben de gözyaşı bağımlısı ağlak bir adamım.

Varoş bir mahallenin bir ucundan diğer ucuna aylak aylak yürüyorum. Bir gecekondunun önündeki sandalyede orta yaşlı bir kadın, elinde şişleri örgü örüyor. Terlikli ayaklarında çorap yok. Patik var. Muhtemelen bir çift patik daha örüyor. Az ötede iki esmer çocuk oyun oynuyor. Ellerindeki paslı çivileri fırlatıp nemli toprağa saplamaya çalışıyorlar. Çocukken ben de oynardım çivi oyununu. Şimdi sekiz yaşındaki kardeşime söylesem bu oyunu, alır eline tableti, arama çubuğuna “ÇİVİ OYUNU İNDİR” yazar.

Başıboş köpekler tarafından kovalanarak mahalleden sınır dışı edildim. Yabancı birini istemiyorlardı sanırım küçük gettolarında.

Başıboş köpekler tarafından kovalanarak mahalleden sınır dışı edildim. Yabancı birini istemiyorlardı sanırım küçük gettolarında. Mahallenin kıyısında yeni açılmış bir teknoloji mağazası görüyorum. Vitrindeki televizyonda oynayan belgesel ilgimi çekiyor. Ürünün albenisini arttırmak için genellikle renk cümbüşü olan böylesi belgeselleri gösterirler teknoloji marketlerinde. Belgeselleri severim. Zira bir kayıp söz konusudur. Avlayan ve avlanan vardır. Ve ben de kaybedenlerin yerine koyarım kendimi elbette. “Doğanın kanunu bu” ya da “yaşamın devamlılığı için ölüm” gibi sözlere güler geçerim… Gülüp de geçemem… Geçsem de gülemem… Yerine konamayacak bir kayıp oldu mu ne gülerim ne de geçerim.

Mağazadaki tüm televizyonlarda aynı belgeselin gösterildiğini görüp içeri adım atıyorum. Akıllı telefonlar, bilgisayarlar, televizyonlar, müzik çalarlar… Kapıya dönüp az önce içinden geçtiğim mahalleye bakıyorum. Mağazanın kapısı zamanlar arası yolculuk için açılmış bir geçide benziyor şimdi. Ve ben de birkaç saniye önce çağ atladım. Doctor Who misali. Son model bir televizyonun önünde durup belgesele kaptırıyorum kendimi. Bir aslan sürüsü, Afrika savanlarının kavurucu sıcağında bir ağaç gölgesi altında yan gelmiş yatıyor. Az sonra birkaç kilometre ötedeki zebra sürüsüne Allah yarattı demeden saldıracaklar. Güzelim zebralar az sonra olacaklardan habersiz usul usul kemiriyorlar kuru otları. Sinekler aslanların rahatını kaçıyorlar. Oh olsun!

Ve işte dişi aslan kalktı yattığı yerden. Birkaç genç aslan da dişi aslanın peşi sıra kalkıyorlar. Sürünün lideri olan yeleli erkek aslan yatmaya devam ediyor. Aslan yattığı yerden belli oluyor. Saldırı timi sürünerek yaklaşıyor zebralara. Uzun otlar arasında fark edilmeleri neredeyse imkansız. Genç aslanlardan biri ok gibi fırlıyor yerinden. Sürünün merkezine doğru koşmaya başlıyor. Ah canım zebralar, yemeyin bu numarayı, bu kez yemeyin gözünüzü seveyim. Genç aslanın atağıyla birlikte sürü afallıyor. Hep birlikte hareket edin, ayrılmayın ya hu! Bir elin nesi var iki elin sesi var. Birlikten kuvvet doğar. Sürüden ayrılanı kurt kapar…

Görünen o ki sizin atalarda iş yokmuş canım zebracığımlar.
Görünen o ki sizin atalarda iş yokmuş canım zebracığımlar.

Görünen o ki sizin atalarda iş yokmuş canım zebracığımlar. Yine yuttunuz zokayı, çil yavrusu gibi dağıldınız işte. Of ki ne of… Şimdi bütün aslanlar sürüden ayrılan küçük bir gruba yükleniyorlar. Erkekseniz yapmazsınız lan! Erkekseniz yavruya saldırmazsınız. Yavru zebra geride kalıyor. Sürü uzaklaşıyor. Dişi aslan yavrunun peşine takılıyor.

Çok özür dileyerekten aslansan yapmazsın diye değiştirmek istiyorum. Hadi be gülüm, bırak şu yavrunun peşini. Anasının canı, ciğeri o. Dişi aslan gittikçe kapatıyor aradaki mesafeyi. Yavru zebra zikzaklar çizerek atlatmaya çalışıyor ama nafile. Dişi aslanla aralarındaki mesafe neredeyse kapandı. Dişlerimi sıkıyorum. Dişi aslan atılıyor, yavru çığlıkla kişneme arasında bir ses çıkarıyor ve…

“Beyefendi, şu an önünde bulunduğunuz Samsung Curved 4K Smart LED LCD TV kampanyada ve sadece üç bin dokuz yüz doksan dokuz lira.” Bir yandan dudağımı ısırıyor bir yandan yumruğumu sıkıyor bir yandan da başımı sallıyorum dinliyormuş gibi. Gün boyu bu mağazada çalışan biri nasıl olur da etkilenmez böyle belgesellerden. Aklım havsalam almıyor.

“İnanın bu ürünü bu fiyata bulamazsınız. Kaçırmayın derim.” İnanayım mı? Çocukken anneanneme inanmazdım bazen. “Gavurlar dinime dönsün ki!” derdi. Büyük yemin sanıp inanırdım o vakit. Ama artık yemiyorum. Büyüdüm. Büyümez olaydım.

Alışveriş merkezine doğru yollanıyorum. Hiçbir yerde rahat yoksa bana, daha doğrusu ağlayamıyorsam istediğim gibi, sinemaya giderim ben de. Güzel bir film varsa dökerim gözyaşlarımı içimden geldiği gibi. Az önceki belgeselin etkisini hala üzerimden atamadığımdan olsa gerek bir pet shop dikkatimi çekiyor. Doyuma ulaşmayan her eylemin etkisi uzun sürer. Oysa ağlamış olsaydım şimdi rahat rahat dönüyordum eve. “Bi’ dal parlament?” Kafamı çeviriyorum, kimsecikler yok. “Bi’ dal parlament?” Konuşanın bir papağan olduğunu fark ediyorum. Dükkanın sahibi içerden çıkıp “Papağanlarla mı ilgileniyorsunuz yoksa?” diye soruyor merakla. Ağzım bir karış açık, hayran gözlerle papağana baktığımı anlıyorum o vakit. “Bu papağanın tek sıkıntısı da işte bu,” diyor adam ve anlatmaya başlıyor.

“Bunun eski sahibi yakın arkadaşımdı. Yazın ailecek tatil köyüne giderlerken kaza yaptı. Karısı ve çocuğu öldü, kendisi ağır yaralı kurtuldu. Uzun süren tedavi sonrası hastaneden çıktı. Çok yalnız kaldı, sigaraya filan başladı. Ben de yalnızlığına merhem olur belki diye bu papağanı hediye ettim ona. Meğer evine gelen her misafirine sigara ikram edermiş. Bu yüzden de papağan sadece bu cümleyi biliyor. İçine kapanık sahibinden duyduğu tek cümle bu olsa gerek. Papağan ne yazık ki çare olmadı yalnızlığına. Kaza yaptığı yere gidip kafasına sıktı. Bu zavallıyı da ben aldım tekrar.” Sakalımı sıvazlıyorum. Ne hikayeler var. Bunun filmi olsa ağlatırdı diye düşünmekten kendimi alamıyorum. “Dedi ki papağan; Bi’ dal parlament?” Ah cancağızım Poe…

Alışveriş merkezinin üst katındaki sinemaya girdiğim vakit gördüğüm afiş beni heyecanlandırıyor. Vizyona giren filmler arasında “Gözyaşı Kemiği Koleksiyonu” adlı bir film var. Gözyaşı kemiğini pek kimse bilmez. Birinci sınıftaki anatomi dersinde böyle bir kemiğin varlığını duyunca heyecanlanmıştım. Gözyaşı kemiği ya da tıpçılar arasında bilinen haliyle “os lacrimale”. Gözyaşı kesesini sırtlayan minik kemik. Vücudumuzun en duygusal kemiği. İşte bu film izlenmeye değer.

Süt beyazı teni, açık kahverengi saçları, çıkık elmacık kemikleri, bakana okyanusun dibine çekiliyormuş hissi veren koyu mavi gözleri ve daha önce hiç görmediğim kadar kırmızı ve dolgun dudaklarıyla olağanüstü derecede güzel bir kadın. Yere bakarken göz kapağının ucunda beliren o kara şey. Eyeliner diyorlar sanırım. Ama ben kalbimin orta yerine saplanan bir hançer demeyi tercih ederim.

Güzelliğini avlanmak için kullanan bir katil demek daha doğru belki. Tıpkı şu sinekleri avlayan canavar çiçekler gibi. Nasıl ki ben gözyaşı dökmeden yaşayamıyorsam, kadın da gözyaşı kemiği toplamadan yaşayamıyor. Bir tür biriktirme hastalığı var. Tecrübeli seri katilimiz öldürdüğü kurbanlarının gözyaşı kemiklerini huşu ile çıkarıyor. Bir ritüel, bir ayin sanki bu onun için.

Kaskatı kesilmiş bir halde izliyorum filmi. Şimdiye kadar ölen her adamla birlikte ben de öldüm sanki. Aşık olduğum kadın tarafından önce vuruldum, sonra gözüm çıkarıldı, en sonunda da kanlı gözyaşı kemiğim temizlenip içi kadifeden ahşap bir kutu içinde çelik bir kasaya kondu. Ama bunu kabul edemem! Gözyaşı kemiğim olmazsa gözyaşı kesem neyin üstünde duracak? Bu durumda ağlayamam da! Düşüncesi bile korkunç…

Final yaklaşıyor olmalı. Zira güzel kadınımız hayatında ilk kez bir şeyler hissediyor. Karşısındaki adama hayran gözlerle bakıyor. Adamın da hakkını yememek lazım. Yakışıklı, karizmatik dalyan gibi bir delikanlı. Kadının şehirden uzak, korunun içindeki evindeler. Yemek yapıyorlar. Daha doğrusu adam yapıyor. Kadın tebessüm ederek adamı izliyor. Konuşmuyorlar. Bu mutlu sahne benim de tebessüm etmeme yol açıyor. Sonuçta aşk dediğimiz şey birlikte yemek yapmaktır. Taze fasulye yapmaksa, işte onun için çılgınca sevmek derim. Adam soğanları doğruyor. Kadın salona gitmek istiyor ama adam kolundan tutup kendine çekiyor onu, sarılıp öpüyor. Adam soğan doğramaya dönüyor. Kadın sıkıntılı. Yüzü şekilden şekle giriyor. Soğanlara inen her bıçak darbesiyle birlikte adamın gözleri sulanıyor.

Şipil şipil gözleriyle kadına gülümsüyor. Kadın titremeye başlıyor. Çantasını almak için arkasını dönüyor. Gözlerini kapattığı an birer damla gözyaşı süzülüyor. Gözlerinden çenesine siyah birer şerit halinde iniyorlar. Kadın bir yandan dudağını ısırıyor bir yandan da çantasındaki eliyle silahını kavrıyor yavaşça. Çenesine inen şeritler bilmediğim bir ülkenin bayrağına benziyor şimdi. Siyah, kırmızı ve siyah. Kadın silahı hışımla adama doğrultuyor. Aşk, bağımlılığın önünde diz çöküyor. Fakat tek silah doğrultan kadın değil. Adam da silahını kadına doğrultmuş. Islak gözlerle birbirlerini süzüyorlar. Ekran kararıyor, tek bir el silah sesi duyuluyor. Ekrana tekrar görüntü verildiğinde kadın ve adam kanlar içinde yerde yatıyorlar. Aynı anda tetiğe basmış olmalılar. Kanlı parmak uçlarıyla birbirlerine dokunuyorlar.

Sinemadan çıkıp derin bir nefes alıyorum. Rüzgarın yüzümü yalayıp geçmesini hissediyorum. Bir yandan burnumu çekiyor bir yandan da sigaramı yakıyorum. Nihayet huzurluyum. Bir dolu yıldız kaydırdım karanlıklar içinde, hüngür hüngür ağladım çok şükür. Yandaki kafede kırmızı fuları ve yuvarlak çerçeveli gözlükleriyle bir genç sinemadan çıkanları süzüyor. “Bir kitapta okumuştum,” diyor genç, yanındaki kızı etkilemek için ve devam ediyor. “Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.”

Gülümsüyorum. Arkamdan gelen sesle irkiliyorum. “Bi’ dal parlament?” Papağanın dükkandan kaçmış olabileceği düşüncesiyle dönüyorum. Sigara içmekten sararmış dişleriyle gülümseyen bir ihtiyarla göz göze geliyorum. Titreyen elindeki sigara paketinden almamı bekliyor. “Teşekkür ederim,” diyorum “Yalnızca kemıl içebiliyorum.” Gülerek “Gençliğinin kıymetini bil…” diyor ihtiyar. Ya Rabbi sesi ne kadar da papağana benziyor! “Acaba belgesel çekseler… bizi anlatan… ağlayan olur mu?” Şaşkınlıktan boğazım kuruyor, ne diyeceğimi bilemiyorum. Olduğum yere çöküyor, “Göz pınarlarım kurudu benim. Artık ölebilirim,” diyerek uzaklaşan ihtiyarı seyrediyorum.