Siyah iplik

Baraja doğru yürüyoruz. Su daha ılımamış.  Muazzez ayaklarını suya değdiriyor. Su ipildiyor. Karşı kıyı ışıyor.
Baraja doğru yürüyoruz. Su daha ılımamış. Muazzez ayaklarını suya değdiriyor. Su ipildiyor. Karşı kıyı ışıyor.

Herifin biri Muazzez’in odasının yıkılan duvarına kat kat siyah kumaş çekiyor. Ben portakaldan tırmanıyorum. Elime bir makas alıp delik deşik ediyorum kumaşları. Ortalığa kumaş parçaları saçılıyor. Saçılan parçaları herifin ağzına dolduruyorum. Kapkara kumaşların içinde boğuluyor adam.

Sararmış yastığımda bir siyah iplik yumağı. Gözümü açar açmaz karşıma kapkara bir böcek gibi dikiliyor. Ağzımın içinde makine yağı tadı. Tuvalete koşuyorum. Tükürüyorum. Aynaya bakıyorum. Ağzımın kenarından çeneme doğru kapkara, pis bir iplik parçası. Çekmeye çalışıyorum. Gelmiyor. Annemin yedi yaş dişime ip bağlayıp salon kapısıyla çekmesi geliyor aklıma. Diş yerinden çıkar çıkmaz açık pencereden bahçeye düşmüştü. Çenemi sallayarak bir iki kere daha deniyorum olmuyor. İpin ucu boğazımdan aşağıda bir yere bağlı sanki. Ağzımı iyice açıp bakmayı deniyorum. Kararmış yirmiliklerim siyah birer inci gibi parlıyor. İpin ucuna bakıyorum, dilimin kenarından yemek boruma doğru sarkıyor. Bir de ağzımın içine elimi sokup çekmeyi deniyorum. İyice asılıyorum bu sefer. Boğazım yanıyor. Bırakıyorum. Kuyuya salınan kova, briket çıkıntısına takılmış. İplik kımıldamıyor. Soluğu Eşref’in yattığı odada alıyorum. Eşref kalk oğlum, ağzımda iplik var. Eşref yarı uykuda. Gözünün birazını açıp, sabahın köründe uyandırdığı küfürleri ardı ardına sıralamaya başlıyor. Ulan eğlenmiyorum, al kendin bak. İki eliyle yüzünü ovuşturuyor. Tam uyanmamış gözlerini ağzımın içine dikiyor. Dudağımın kenarından boz sakallarımın arasına sarkan ipin ucunu tutuyor. Asılıyor. Dur ulan dememe kalmadan kapkara iplik elinde kalıyor.

Bırak odayı koca evde siyah iplikle dikilmiş bir parça kumaş yok.
Bırak odayı koca evde siyah iplikle dikilmiş bir parça kumaş yok.

Gece uyurken yastığın ipini yutmuşsun işte. İpliği çıkarmak için ben de o kadar yüklenmiştim hâlbuki. Eşref kaldığı yerden uykuya devam ediyor. Ben elimdeki kara ipliğe bir daha bakıyorum. Sonra odaya dönüyorum. Yastığıma yorganıma hatta pijamama bakıyorum. Yok. Bırak odayı koca evde siyah iplikle dikilmiş bir parça kumaş yok. Çıkıyorum evden. Kahveden geçerken çırak buyur ediyor. Yok diyorum dükkâna gideceğim, İsmet yok mu? Yok abi gece oğlan ateşlenmiş hastanedeler. Tamam, ben ararım. Dükkânın önüne geldiğimde Refika eli belinde beni bekliyor. Refika babamın üçüncü karısı. Yok be durun, kuma değil. Bizim peder valideden sonra bir tane daha gömdü. Sonra bu Refika’yla evlendi. Refika babamdan dişli çıktı. Bizimkini gömdü. Nalbur dükkânı da babamdan bize kaldı. Refika sabahın köründe gelir açar. Kargalarla birlikte. Analık diye demiyorum, gudubet bir şey. Ana olsa sevilmez bu sevimsiz karı. Allah evlat vermedi ondan buna. Kurudu kaldı böyle. O da beni günahı kadar sevmez. Böyle geçinip gidiyoruz. Bir tek bu ölürse ayyaş bir kardeşi var, onunla ne yapacağız miras işlerini diye düşünüyoruz Eşref’le. Kız Refika diyorum. Evlen de kurtul şurada iki kuruşun kapısını beklemekten. Elini yine beline atıp bre eğlenme benimle mendebur diyor. Sen evlen de ben kurtulayım. Belki sana varacak bir canına susamış bulursun.

Refika öğleden sonraları eve gider, kardeşi Duran anca uyanır. O gider gitmez ben çırağa el ediyorum. Sen dükkâna bakarak ol ben geliyorum. Kahvenin önünden geçiyorum. Derken, ocağın önüne varmışım. Kapının önünde gençler çay sigara yapıyorlar. Beni görür görmez sigaralar saklanıyor. Selamün aleyküm. Aleyküm selam. Buyur reis bir çayımızı iç diyorlar. Eyvallah diyorum başka zaman. Başka zaman hiç gelmiyor. Ne zamandır gitmiyorum ocağa. Teşkilat mı bozuldu ben mi bilmiyorum. Karar veremeyince suçu dünyaya atıyorum. Dünya diyorum. Dünyayı düşünmek adamı yolundan şaşırtıyor. Yanlış sokağa girmişim. Duruyorum olduğum yerde. Şimdi durup dururken geri dönmek olmaz. Ulan onca yıllık mahallede yolumuz şaştık iyi mi. Camdan bacadan görenler sevdalı diyecek arkamızdan. Ceplerimi kontrol etmiş gibi yapayım bari. Üstümü başımı yokluyorum. Elimle yalandan bir tüh işareti yapıyorum. Dışarıdan bakana bir şey unutup geri dönüyormuş havası veren bir dümen çeviriyorum. Gerisin geri sokaktan çıkarken inşallah diyorum. Ocaktaki çocuklar fark etmemişlerdir. Amma gerilim yaşadım bir yanlış sokağa döndük diye. Neyse diyorum. Varsın diyen sevdalı desin.

Muazzezlerin sokağına girince portakal çiçeği kokuyor. Burası Muazzez var diye böyle güzel. Yanlış sokakta da var oysa portakal ağacı. Yanlış sokakta da mevsim bahar. Yok, ama orası böyle güzel kokmuyor. Muazzez. Derdi için kırk dağı sırtlanırım. Muazzez. Her sabah uyanır uyanmaz karşıma dikilen suret. Muazzez. Gözleri Müjgandan bile mavi. Adından işte. Adamın sevdiği ne varsa adı Muazzez. Sokağa dönünce ağaçlardan birine uzanıp bir dal kırıyorum. Elimde portakaldan çiçek. Muazzez görünüyor kapıda. Muazzez kapıda bir kere göründü mü, cümle asfalt yeşile keser. Adam Muazzez’i görünce ne yaparsa onu yapıyorum. Gülümsüyorum. Ağzımın kenarlarından dişlerim görünene kadar. Bütün dişlerimle gülümsüyorum. Elimdeki çiçeği burnuma dayıyorum. Çiçeğin tozundan olacak, hapşırıyorum. Bu defa Muazzez gülüyor. Muazzez gülünce, yer gülüyor. Gök gülüyor. Su gülüyor. İnanmazsınız Refika bile gülüyor be. Muazzez yanımda yürüyor. Nasılsın, ne var ne yok? İyi. Sen? Hiç, aynı. Baraja gidelim mi? Usuldan kafa sallıyor. Baraja doğru yürüyoruz. Göl suyu bardak ağzında. Kıyıya vuruyoruz. Su daha ılımamış. Muazzez ayaklarını suya değdiriyor. Su ipildiyor. Karşı kıyı ışıyor. Karşı kıyıdaki sahil köylerinden donsuz çocuklar suya atlıyor. Motorlular geçiyor. Uzun köprüde ihtiyarlar olta saplıyorlar gölün karnına. Muazzez yanımda. Portakal çiçeği kokuyor. Mırıldanıyorum: Ben gamlı hazan, sense bahar.

Elimdeki çiçeği burnuma dayıyorum. Çiçeğin tozundan olacak, hapşırıyorum.
Elimdeki çiçeği burnuma dayıyorum. Çiçeğin tozundan olacak, hapşırıyorum.

Her şey geçer. Bir gün bahar geçiyor. Portakal çiçekleri geçiyor. Portakallar misket oluyor. Yaz ortası. Asfaltın tütmeye başladığı günler. Kahvenin önünde, dutun altındaki masalarda oturanlar saatin geçip, güneşin düşmesini bekliyorlar. Ağaçtan dakikada bir iki dut düşüyor masalara. Kimin önüne gelirse, bir üflüyor önce düşen dutu. Sonra indiriyor mideye. Çocuklar ellerinde kâselerle bicicinin gelmesini bekliyorlar. Derken yolun başından duyuluyor Salih Abinin sesi: Buuuuuzlu bici. Çocukların hepsi birden tezgâha hücum ediyor. Salih Abinin etrafını sarıyorlar. Salih Abi bir göz açımında kâselere doğruyor donmuş nişasta muhallebilerini. Sonra hızlı hızlı buz rendeliyor üzerlerine. Kırmızı gıda boyasını gezdiriyor. En son birer damla gül suyu damlatıyor hepsine. Çocuklar bir ellerinde kaşık, bir ellerinde kâse kahvenin masalarına kuruluyorlar. Sonra köşenin başında Muazzez’in kardeşi İpek elinde bir kâseyle dönüyor. Arkasından Muazzez. Salih Abi diyorum içimden bu seferlik elini biraz yavaş tutsan. Muazzez az daha salınsa olduğu yerde. Salih abi duymuyor beni. Her zamanki çabukluğunda göz açıp kapayıncaya kadar bitirip uzatıyor kâseyi İpek’e. İpek elindeki parayı uzatırken el ediyorum Salih Abiye. Salih Abi bıyık altından gülüyor. Tamam, tamam diye yolluyor İpek’i. Muazzez dişlerinin arasından teşekkür ediyor. Koş diyorum İpek’e buz erimeden eve yetiş. İpek’le beraber Muazzez de köşeyi dönüyor, arkalarından bakıyorum. Sokağın girişindeki balkondan sarkan gelin duvağının kokusu yayılıyor bu defa sokağa. Bunlar hep Muazzezden diyorum.

Akşamüstü Eşref damda güvercin uçuruyor. Eşref’in kuşlarla dünyası başka. Katlı elbise dolabı gibi kafesin kapağını açtığı zaman hepsi birden eteğine üşüşüyor, kimisi elinden kimisi yerden yiyor yemini. Güvercin çeşit çeşit: Mardin, Sabuni, Gövalaca, Karaçahçilli, Beyazalaca, İstanbullu, Eşref Gövalacayı bir salıyor göğün kalbine. Bir kanat çırpıyorsa üç takla atıyor. Etraftaki damlarda kuşçular Eşref’e laf atıyor, ulan bu saatte Gövalaca salınır mı? Kafayı yedirecen bütün kuşlara diyorlar. Haklılar. Gövalaca, bırak hayvanı adamın aklını alıyor. Eşref umursamıyor. Keyfe gelmiş, gülüyor. Babam da pek kızardı Eşref’e kuşlar yüzünden. Rızkı daraltır güvercin derdi. Kaç defa kafesin kapısını açıp salmaya kalktı. Kuşların biri bile bana mısın demedi. Değnekle kovaladı rahmetli. Kafesten uçan hayvanlar gelip damın kenarına kondular yine. Baba derdim adını Eşref koymuşsun adamın artık kuşçuluğuna da karışma.

Akşamında dama kuruyoruz sofrayı. Yemekler dama siniyle çıkıyor. Asmanın altına babamın yaptığı hayma hala ayakta. Yaz geldi mi bizim 37 ekran Yumatuyu da dama taşıyoruz. Eşref televizyonun anten deliğine çatal saplıyor. Renksiz bir görüntü geliyor. Ses bronşitli. Sofrayı haymanın tahta zeminine seriyoruz. Haftada bir iki sefer yeşil fasulye yapıyoruz. Yanına pilav, cacık, bir de portakallı Tang. Eşref sürahinin içine büyük bir parça da buz atıyor. Yemekten sonra sigara yakıyoruz. Eşref de içiyor. Önceleri içmezdi benim yanımda ağabeylik var ya serde. Babamın öldüğü gece. Yine böyle bir yaz gecesi. Hava leş. Oturduğun yerde sırtından su dökülüyor. Bahçede narın gölgesinde otururken gittim yanına, kırmızı bir ışık yanıyor elinde. Beni görünce toprağa söndürdü sigarayı. Yanına çöktüm. Al diye uzattım kısa Maltepenin bir dalını. Önce yok mok dedi ama gün ciğer yakma günüydü. O gün beraber narın toprağına bir paket Maltepeyi söndürdük. Babalar ölünce dağların çöktüğünü öğrendim o gün. O zamana kadar Toroslar uzaktı, sonra hepten yok oldular.

Gece olduğunda çatallı televizyonumuz hala cızırdamada. Eski bir Amerikan filmi dönüyor içinde. Eşref sigarasını yaz gecesine doğru üflüyor. Böcekler sağda solda ötmeye devam ediyorlar.

Sabah dükkâna gidiyorum. Refika kahvaltı yapıyor. Sabah sabah soğanlı yumurta yapmış deli karı. Her tarafı leş gibi kokutmuşsun be. Oralı bile olmuyor. Hızını kesmeden sahana bir ekmek daha daldırıyor. O soğanlı yumurtasıyla ortalığı kokuturken, raflardan birine çarpıyorum. Boyaların dizili olduğu raf. Sallanıyor. Bunları sabitlemeli aslında, maazallah başımıza iş açacak. Neyse Refika doyuyor. Dükkânın önüne attığı iskemleden gelen geçene laf yetiştirirken Duran geliyor. Refika’dan para koparmaya. Alacağını alıp gidiyor. Refika Duran’a küfrediyor. Refika bahtına küfrediyor. Refika bir kadına göre ne çok küfrediyor. Öğleden sonra da gidiyor ben bir pazar yapayım diyerek. Dükkânın önünde kuruluyorum iskemleye.

Hafiften bir rüzgâr çıkıyor. Sanırsın güz.
Hafiften bir rüzgâr çıkıyor. Sanırsın güz.

Hafiften bir rüzgâr çıkıyor. Sanırsın güz. Öyle rüzgâr. Hani adam usul usul üşüyor. Rüzgârın kesildiği yerde bir uğultu başlıyor saniyeler içinde, sonra çat diye bir ses. Yer deliniyor sanki dev bir matkapla. Önce elimdeki çay yere düşüyor. Arkasından iskemle kayıyor altımdan. Ayağa kalkmaya çabalıyorum. Yok. Bir sağa bir sola yalpalarken yüz üstü düşüyorum. Düştüğüm yerden bakıyorum. Dükkânın sundurması sağa sola sallanıyor. Sundurmaya asılı halatlar. Duta bakıyorum. Dut sallanıyor. Kahve, masalar, masa örtüleri, sandalyeler, okey taşları, istekalar, camlar, evler, gök. Doğrulmaya çabalıyorum. Olduğum yerden dükkânın içine bakıyorum. Çırak. Boya rafının hemen önünde. Raf zangır zangır. Ha düşecek. Selim, gözlerini dikmiş raflara kıpırdamıyor. Boya kovalarından küçük olanları birer birer iniyor yere. Bağırıyorum. Duymuyor çocuk. Burada yok. Önce dizlerimin üzerine doğrulmaya çalışıyorum. Sonra sağa sola yalpalayarak dükkânın içine atıyorum kendimi. Selim’i kolundan tuttuğum gibi çekiyorum dışarıya. Yolun ortasına zor atıyorum. Evlerden briket, tuğla, saksı yağıyor sokaklara. Asfaltın tam ortasında kahve ahalisi ile kalakalıyoruz. Sokaktaki bütün camlar yere iniyor. Kahvenin, dükkânın, evlerin. Sarsıntı geldiği gibi bir uğultuyla, bir çat sesiyle geri gidiyor yerin yedi katına. Selim kafasını göğe dikmiş bakıyor. Hala kendinde değil. Sarsıyorum omzundan çocuğu. Yok. Bir tokat yanağına. Selim yüzüme bakıyor. Sonra ağlamaya başlıyor garip. Bütün ahali Selim’i sakinleştiriyoruz. Selim, Ali abi deyip sarılıyor. Abi denince Eşref aklıma geliyor. Eve koşuyorum. Sokaklardaki enkazın arasından eve varıyorum. Eşref odaların hiçbirisinde yok. Aklım çıkıyor. Eşref diyorum. Ses yok. Damdan bir ağlama sesi geliyor. Kafesli dolabın ağzı açık. Etrafta güvercinler dolanıyor. Nefesimi toparlamak için yanına çöküyorum. Eşref susmuyor. Lan ne oldu diyorum kesik kesik. Elindeki güvercini uzatıyor. Gövalaca. Kafesin altında kalmış. Kırık boynundan kan sızıyor. Eşref’e sarılıyorum. Bu sefer beraber ağlıyoruz. Babamın öldüğü günden beri ilk defa Eşref’le aynı anda.

Deprem Çukurova’yı düzlüyor. Bizim mahalleden on dört evin kapısına mühür vuruyor belediye. Girilmez. Yol boyunca sağlı sollu yarıklar. Kahvenin orta yerinde kocaman bir çukur açılıyor. Gelin duvağı sarkan balkon çöküyor. Dükkânın sundurması düşüyor. Her şey yıkılıyor. Mahallelinin evi bizim hayaller. Muazzezlerin de evinin yarısı göçüyor. Kızların odasının sokağa bakan duvarı yok. Yıkılan duvar bahçedeki portakalın üstüne düşüyor. Evleri ölen babalar ne yaparsa onu yapıyor Muazzez’in babası. Başlarını soktukları çatı üzerlerinden göçünce topluyor çoluk çocuğu, memlekete dönüyorlar. Bir akşamüstü yüklüyorlar evden kalanı. Kamyonet enkaz yığılı sokaktan çıkarken ortalık toza bulanıyor.

Muazzez gidiyor. Dünya durmuyor ama dönmüyor da eskisi gibi. Bahar geliyor. Portakal çiçekleri kokmuyor. Gelin duvağı salınmıyor. Baraj yine dolu ama suyu ipildemiyor. Yaz geliyor. Tang satılmıyor artık. Nazo var onun yerine. O da adamın dilini sarıya boyuyor. Eşref ölenin yerine başka bir Gövalaca bulamıyor. Şimdilerde devamlı uyuyor. Refika babamdan iki kat fazla yaşıyor. Bir gün haber geliyor Muazzez’den. Tekstilci bir Maraşlıya vermişler. Duyunca bir deprem daha. Bu sefer yalnız beni vuruyor. Elimdeki bardak düşüyor. Altımdaki iskemle, üstümdeki sundurma falan yerinde. Sonra her gece aynı rüyayı görüp durmaya başlıyorum: Herifin biri Muazzez’in odasının yıkılan duvarına kat kat siyah kumaş çekiyor. Ben portakaldan tırmanıyorum. Elime bir makas alıp delik deşik ediyorum kumaşları. Ortalığa kumaş parçaları saçılıyor. Saçılan parçaları herifin ağzına dolduruyorum. Kapkara kumaşların içinde boğuluyor adam. Rüya bitiyor. Ben bir sabah ağzımda bir parça siyah iplikle uyanıyorum.