Edebiyatın Dille Cilveleşmesi

Dil nesnelliğe boyun eğmelidir; öznellik her zaman denetimi aşındıran bir şeydir.
Dil nesnelliğe boyun eğmelidir; öznellik her zaman denetimi aşındıran bir şeydir.

Dile giydirilen deli gömleği, hayal gücü, fantastik, ütopya gibi daha çok muhayyileye ait içeriklerle dilin genişlemesine izin vermez. Tıpkı günümüzde medyada kullanılan fotoğrafların aşırı netliği karşısında hayal gücümüzün felce uğraması gibi.

İnsan dilin içine doğar. Dil iletişim aracı olmaktan önce ortam vasattır. İnsan içine doğduğu ortam sayesinde kendisini tanır, tanımlar. İnsan için dilin dışarısı yoktur. Kavradığı, tanımladığı her ne varsa dil sayesindedir. Şöyle de diyebiliriz; kavradıklarını, tanımladıklarını dilin içine çeker. Dil onun evidir ve insan tanışlarını evinde ağırlar. Bu yüzden dille ilişkisinde insan özne değildir; dilin egemenliği altındadır. Kendisini dile karşı özne olarak tanımlamak modern insanın kibriyle ilgilidir. Bu kibir, doğa karşısında kendisini egemen gören, doğayı boyun eğdirilmesi gereken bir vahşilik olarak kavrayan insanın kibriyle özdeştir.

Doğanın karşısına kendisini yerleştiren insan, tabii ki kendisini özne olarak görüyordu. Şeyler, onun düzenine uymak zorundaydı. Oysa insan, şeyler düzeninin bir parçasıdır, ondan ayrık değildir. İnsan dünyaya doğar, bir anlamda dünya, onu ana kucağı gibi sarıp sarmalar. Orada yaratılmış olan her ne varsa onlarla aynı kadere uygun olarak yaşayıp gider. İlahi kader anlamında insanın kaderi diğer yaratılmış olanlardan ayrı değildir. Çünkü Allah her ne yaratmışsa onu güzel bir hesap, denge ve mükemmellikle yaratmıştır.

İnsanın dille ilişkisi de buna benzer, dünya gibi dil de insanı sarıp sarmalar; ona sesleri, kelimeleri ve anlamı öğretir. Dil, burada yol gösterici, tayin edici bir rehberdir. İnsanın dille ilişkisi bir cilveleşme ilişkisidir diyebiliriz. Karşılıklı olarak oynaşıp kaynaşırlar. Kaynaşma sonucu insan şeyleri tanıyıp ona anlam yükler. Dil sadece şeyleri adlandırmak üzere başvurulan bir yöntem değildir; insan için ortamdır da. İnsan kendisini bu ortamın içinde tanır, kimlik kazanır. Denebilirse kendini dilin içinde yapar/yapılandırır. Dille şeylerin hakikatini tanır, dille ifade eder. Dille cilveleşme dediğimiz de bu karşılıklı, organik ilişkidir.

Ancak insanın dille girdiği cilveleşme ilişkisindeki yaratıcı fikirler, dahası baştan çıkarıcılık çoğu kez iktidarları rahatsız etmiştir. Dahası yüzyıllar öncesine yayılan bilimselci sistem fikri dile de kendi deli gömleğini giydirmek istemiştir. Matematik yasaları gibi kelimeler kesin, tek bir anlama indirgenmeye çalışılmıştır. Böylelikle söylenen/dile getirilen sadece tek ve kesin bir anlama gelecekti. Nesnel dil arayışlarında dilin mitlerden, kültürel yüklerden arındırma çabasını hatırlarsak, dilin matematik keskinliğe ulaştırılma çabaları daha da anlaşılır olacaktır.

Nesnelliğe indirgenmiş dilde gösterenle gösterilen arasındaki ilişki nesnel, kesin, tek olacaktır. Doğal olarak böyle bir dilde çok anlamlılık, belirsizlik, açık uçluluk... yani dilin esas unsurları yer almayacaktır. Dile giydirilen deli gömleği, hayal gücü, fantastik, ütopya gibi daha çok muhayyileye ait içeriklerle dilin genişlemesine izin vermez. Tıpkı günümüzde medyada kullanılan fotoğrafların aşırı netliği karşısında hayal gücümüzün felce uğraması gibi. Böylesi bir dil hiçbir boşluk, belirsizlik, çokanlamlılık bırakmadığı için kelimeleri asker gibi hizaya çeker. Bu kelimelerle anlatılacak, yazılacak olanlar da sadece iktidarı tahkim eder.

İktidar karar verme gücünü elinde tutar. Bu güç sayesinde dildeki çok anlamlılığı, farklılıkları, belirsizlikleri bertaraf etmek ister. Böylece sistemli, düzenli bir dünya kurmanın peşine düşer. Düzenli, sistemli dünya yasalla yasal olmayanın belirlendiği bir mekandır. Doğruyla yanlış, güzelle çirkin, normalle anormal hep bu sistem içerisinde tanımlanır. Açık uçluluğa yer yoktur. Karanlıkta kalmış, belirsiz şeyler mutlaka yasalla yasal olmayanın içine çekilerek tanımlanır ve insanların bunlara karşı alacakları tavır da böylelikle belirlenmiş olur.

İktidar dil sayesinde egemenliği altındaki alanı düzenler ve o alanın efendisi olduğunu gösterir. İktidar dilin yazıldığı gibi anlaşılan, anlaşıldığı gibi yazılan bir sistem olması için özen gösterir. İsimle müsemma, özneyle yüklem, zamanla mekan arasında belirsizlik olmasına tahammül edemez. Her şey açık, anlaşılır, tek boyutlu olmalıdır. Dil nesnelliğe boyun eğmelidir; öznellik her zaman denetimi aşındıran bir şeydir. Çünkü öznellik, nesnelliğin buyurduğu birçok yasaya itiraz edebilir, yasayı kendince delebilir. Figüratif kullanımların denetimin dışında kalma ihtimali yüksektir. Bu yüzden iktidarlar temellük ettikleri alanda gizli, örtük, kendisinin çözemediği bir dilin kullanımını yasaklar. Figüratif dille insanlar denetimin dışında kalırken, ayrıca düşünceleri de buradan besleyerek muhalefeti yükseltme ihtimali vardır.

Aslında mesele salt metaforik kullanımlarla iktidarın kalıplarını kırmak değildir. Zira iktidarın belirlediği dilde de metaforlar vardır, hatta belki de daha yaygındır. İktidar kendi kurduğu dilde, insanların kendisine bağlılığını sağlamak ve bunu sürdürmek için metaforlara sıkça başvurur. Özellikle devlet, vatan, millet, bayrak, şehit gibi olgulara değer yüklemek ve bu değerlere insanların bağlılığını arttırmak için metaforlar vazgeçilmez önemdedir. Hatta bu dilin içinde metaforlar salt metafor olarak kalmaz, devletin hüküm koyan, yargı bildiren diline dönüşür. Vatan, şehitlik ve kan üzerinden kurulan figüratif dil geri çekilip lafzi dile dönüşür. Açık uçluluk, belirsizlik, çok anlamlılık, yan anlamlar düzleşip kesinlik kazanır: Bu böyledir, şeklinde hüküm bildirmeye başlar.

İktidar bir tahakküm biçimi olmaktan öte değiştirici, dönüştürücü, biçim vericidir. Temellük ettiği mekanı ve insanlar arası ilişkileri zar gibi sarar. Bir network gibi kurduğu ilişkiler ağı sayesinde her yere sızar. Kurduğu ilişkiler ağıyla eşyaya ve insana biçim verirken yaslandığı en önemli araç dildir. Bir yandan kelimelerin anlam alanlarına sınır çizerken diğer yandan da meşruiyetini belirler. Örneğin bireysel hak ve özgürlüklerin sınırları kelimelerin anlam alanlarıyla; fetih-işgal gibi ikiliklerden hangisinin kullanılacağı da meşruiyetle belirlenir. Aslında daha da önemlisi iktidarın oluşturduğu dilsel bağlamdır. Özellikle figüratif dildeki belirsizlikler, açık uçluluklar, çok anlamlılıklar oturdukları bağlam sayesinde belirginlik kazanır. Örneğin, “annesi geldi,” cümlesinde kimin annesinin geldiğini bağlamdan çıkarırız. İktidar, dili, kurduğu bağlama oturtur. Bu bağlam sayesinde biz kimin iyi/meşru, kiminse kötü/gayrimeşru olduğunu anlarız. Genel anlamda yasal olanla yasal olmayanı bağlamdan çıkarır ve eylemlerimizi buna göre tanzim ederiz.

Edebiyatla iktidar arasındaki ilişki kadim zamanlardan beri sorunludur. Edebiyat, toplumun esenliği açısından tehlikeli bir uğraş olarak görülmüştür. Çünkü toplumsal yaşam her zaman bir ortalama içinde kurulurken, edebiyatın aşırılığı gündeme taşıdığı iddia edilmiştir. Edebiyata, genel anlamda sanata karşı bu olumsuz bakış tarih boyunca değişmemiştir. Kimi kez yasaklamak kimi kez de denetim altına almak iktidarların sanata/edebiyata karşı genel tutumu haline gelmiştir. Başa çıkamadığındaysa az önce vurguladığımız gibi elinde bulundurduğu güç sayesinde sanata/edebiyata genel ilkeler vaz etmiştir. İktidarın bu tutumu karşısında da sanatçılar ya vaz edilen ilkelere uymayı ya da edebiyatın özgül dili içine çekilmeyi seçmişlerdir.

Edebiyatın özgül dili gücünü dille cilveleşmesinden alır. Çünkü insana dair tüm hikâyeler buradan doğar. Her zaman o sıcaklığı taşır. Sıcaklığı aktarabilmek için dilin kurallarını çiğner, sözdizimini bozar, kelimeyle anlam arasındaki ilişkiyi berhava eder. Dili daima belirsizliğe, çok anlamlılığa, açık uçluluğa sürükler. Dille sistem arasında gedikler açar ve bu gedikten beslenir. Kelimeleri sözlük anlamıyla sınırlı olarak kullanmaz; daima kültürün taşıyıp getirdiği bütün renkleri, sesleri, tatları, mitleri kelimelerin çağrışımlarına yükler:

  • “Taha dağın ucunda
  • Bir kavis gördü
  • Dönen bir göz yayıydı bu
  • Kirpiklerden ve güneşten
  • Dünyanın sularla kırılmasından
  • Doğma bir yaz yayıydı bu
  • Taha’daki değişme böyle oldu” (Taha’nın Kitabı, Sezai Karakoç).
  • “Geçer sokaktan bakışsız bir Kedi Kara. Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. Kanatları sığmamış. Bağırır Eskici Dede. Bir korsan gemisi! girmiş körfeze” (Bakışsız Bir Kedi Kara, Ece Ayhan).
  • “Panco’nun her zamanki kansız ve hiddetli yüzünde çıban yarasına doğru kaymış bir gülümseme gözüküyor. Keklikleri gagasından öpüyor. Tavşanın bıyığını çekiyor. Yılanı bileğine doluyor. Top getirmiş, futbol topu. Ben kaleciyim. Yılan da kaleci. Ötekiler yaprakların üzerine yatmış, güneşin içinde oynuyorlar. Saatlerce oynuyorlar. Yılanla ben top kalemize girerken yana çekilip seyrediyoruz. Mızıkçılık ediyoruz” (Alemdağı’nda Var Bir Yılan, Sait Faik).

Dahası insan kendisine dair çaresizliklerini, aczini gösterecek şekilde dili biraz da çarpıp yamultur. Eksik, hatalı kullanarak kendi aczini açığa çıkarır. Bu sayede dilin bir anlam etrafında sabitlenip zayıflamasını da engellemiş olur.

  • “Halı asılmış pencere balkon kolluyo bunnar, buluyorlar bir sokak kedisi, çok! atıyolar halıya, hop, düşüyo halı can havlinde kediyle biyol aşşaya, lap! Sen sağ ben selamet!” (Hayalifener, Hulki Aktunç).

Anlamın bağlamdan çıkarılabileceğini söylemiştik. Edebiyat, iktidarın zapturapt altına aldığı dilden kaçınmak ve o dili kırabilmek için kendi bağlamını da kendisi kurar. Alıntıladığımız metinlerdeki figüratif dil de bu bağlam içinde anlaşılabilir. Böylece yaratılan figüratif dil, cari dilde henüz karşılığı olmayan birçok icatları içinde barındırır. Metaforlar, kelimelerin genişleyen anlam alanları, çağrışımlar, göndermeler hepsi birer icattır diyebiliriz. Çünkü bunların cari dilde karşılığı yoktur. Bu sayede dilde var olan zapturapt parçalanır. Edebiyat kendi içinde kurduğu bağlam sayesinde kelimeleri, başka bir yere taşıyıp onlara yeni anlam ve çağrışım alanları açarak orada kendine ait bir dünya kurar. Bu dünya gerçekliğe sırt dönmüş bir yer değil, tersine gerçekliğin, sınırları çizilmiş, anlam alanları kesinlikle belirlenmiş, nesnelleştirilmiş dilin tahakkümünden kaçarak, gerçekliğin özgürce anlatılabildiği bir dil içinde yeniden yaratımıdır.

Yeniden yaratımda dilin gücü önemli ölçüde metaforlardan gelir. Metafor; esası, aslı, gerçeği saklamak, örtmek, onun yerine başka bir şeyi ikame ederek söylemek, ima etmektir. Söylenmek istenenin bu şekilde söylenmesi bazen kastedilen maksadı aşar, yanlış anlamalar doğar. Yanlış anlama istenmese de insani bir zaaftır ve bu zaaf da dile dahildir. Metafor sayesinde bir şey bir yerden alınır ve başka bir yere taşınır. Bir anlamda cezaevinden, gözetimden, denetimden kaçmak gibi bir şeydir metaforun yaptığı; hatta yangından mal kaçırmaktır.

Baskı dönemlerinde, özellikle askeri darbe dönemlerinde edebiyatın özgül dili, sanatçının söylemek istediklerine yetmez. Sanatçılar üzerlerinde hissettiği ağır baskı nedeniyle kendilerine has adacıklar kurarlar. Edebiyat akımları da bu adacıklar da doğar. Büyülü Gerçeklik, Gerçeküstü, Fantastik gibi akımlar, figüratif dilin yepyeni bir bağlama taşınmasıdır; bir anlamda kuşdiline dönüşmesidir. Sadece kendini ehline açan böylesi bir dil, edebiyatın dille cilveleşmesinin en güzel örneklerindendir. Bu tür adacıklarda olmuş, olan ve olacak olan her şey kendi iç mantığına göre çalışır. Cari dildeki neden, nasıl ve niçin soruları burada geçersizdir. Çünkü nedensellikler, dilin bağlamı, zaman-mekan, özne-yüklem, isim-müsemma arasındaki konvansiyonlar bu adacıklarda yıkılmıştır:

  • “Her koçanda bir bebek vardı. Kimi koçanlar açılmış, bebekler yere, toprağa inmişti. Kimi daha yeni açılıyordu. Kimi de henüz açılmamıştı. Binlerce dönüm arazide ekili mısır koçanlarının içinde bebek vardı” (Mısıroğulları Hanedanlığı’nın Doğuşu ve Çöküşü Arasında Cereyan Ettiği İddia Edilen Garip Bir Hikâye, Akif Hasan Kaya).
  • “Sonunda çocuk, yani kalp, abisi akıldan yardım ister. Akıl, bu topraklarda kurulmuş başka bir ülkenin idarecisidir. Abisinin büyük bir ordusu vardır. Sıdk, ilim, muhabbet, ihlâs, tefekkür bu ordunun askerlerinden bazılarıdır. Ve akılla, ateş arasında amansız bir savaş başlar. Bu savaşın yeryüzünde eşi benzeri yoktur. Hz. Peygamber bu savaşa savaşların en büyüğü demiştir. Gazaba karşı hilm çıkar, başını keser; cehle karşı ilm çıkar başını keser... Sonunda ateş yenilir ve akıl, kardeşi kalbi kurtarır” (Persepolis, İsmail Isparta).
  • “Hızır yetiş ya Hızır ilmin kapısı Ali yetiş eyvah eyvah eyvah Joseph K şaşkın Mersault yeraltına saklanmış Neifile Filostrato anlatacak ne kaldı ki Selim Işık bitkin yorgun Hikmet Benol Zebercet çılgına dönmüş kahkahalar savuruyor ateş çölü İbnül Emin çöl büyüyor Akçaburgazlı Yekta çöl büyüyor Don Juanın elinde kana bulanmış bir mendil cinler devler elfler cüceler cadılar büyücüler saçlarını yoluyorlar yanıyor ejderhalar kararıyor her yan ah insan zulmün yakıyor hepimizi kaçacak yerimiz yok inanmayan kööör kaçacak yerimiz yok kaçacak yerimiz yok kaçacak” (İsmail’in Son Günü, Aykut Ertuğrul).

İnsan her zaman kendisinden bir fazladır. Allah’ın ona bahşettiği akıl, vicdan, nefs gibi fıtri nitelikleriyle sürekli olarak kendini aşmaya, kendinden taşmaya meyyaldir. Bu arayışında nasıl bir mecra buluşacağını çoğu kez kendisi de bilemez. Bu yüzden Allah vahiy ve peygamberler vasıtasıyla ona dosdoğru bir yol gösterir. Ama şeytanın taraftarları bu yolun üzerine uzanıp onu yoldan çıkarmak isterler. Bu yüzden insan başta kendisiyle sonra da yolunu kesen şeytanın taraftarlarıyla mücadele etmek zorundadır. Bu mücadelede Allah’ın ona bahşettiği nitelikler ve nimet olarak gösterdiği dosdoğru yol daima insanın kendisini aşmasını gerektirir. Elbette insanın sınırları vardır ve bu aşma eylemi sınırların içindedir.

Ancak insan sahip olduğu niteliklerin zenginliği nedeniyle çoğu kez sınırlarının nereye kadar uzanacağını bilemez. Hayat dediğimiz yolculuk da bu sınırların arayışından ibarettir. Sınırlar melekut âlemine doğru genişleyebileceği gibi hayvanat âleminden daha aşağılara doğru da inebilir. Böylesi bir genişlik içinde ontolojik olarak insanı en iyi anlatabilecek olan dillerin başında sanat/edebiyatın dili gelir. Çünkü yazımızın girişinde de söylediğimiz gibi insan bu dilin içine doğar ve doğduğu bu ortam ona sesleri, kelimeleri ve anlamları öğretir. İnsan öğrendikçe, düşündükçe ortamı da yeni kelimelerle, kavramlarla, düşüncelerle, hayallerle besler.

Hz. Peygambere atfedilen bir hadiste, “insan dilinin altında gizlidir” denir. İnsan giz’ledikleri ve aşikar ettikleriyle bir bütündür. İnsanın ve edebiyatın dille cilveleşmesi bu kritik eşikte doğar. Bu kritik eşikten doğan edebiyat da insanın hallerine uygun olarak giz’ler ve aşikar eder. Ama bazen neyi gizlediği neyi aşikar ettiği birbirine karışır, katışır; gerçekle hayalin yer değiştirmesi gibi birbirlerini etkileyip dönüştürürler, tıpkı insan gibi. Dil insana bahşedilmiştir, iktidarlara değil. İktidarların zapturaptına karşı dil giz’lediği ve aşikar ettiğiyle; gerçeğe kattığı hayalle, hayalle kattığı gerçekle her zaman prangaları kırabilecek güçtedir. Çünkü susmak da dile dahildir.

  • Bana wattpad’den soruyorlar. “Watpad yazarlığı hakkında ne düşünüyorsunuz” gibi şeyler... Buradan bir kerede söyleyim. Instagram, edebiyatı ne kadar ve ne şekilde ilgilendiriyorsa wattpad de öyle ilgilendiriyor. Yani orada bir edebiyat yapılıyor gibi bakarsak yanılırız. Sürekli kendini teşhire zorlanan sürekli birbirini dikizleyen bir toplumun gittikçe güçlenen enstrümanları. Yazarlık? O başka bir şey. (AE)