Eyüp’ün yaralarından sızan öyküler

Hüzünle hüznü, sevinçle sevinci anlatacaklarını sananlar sonunda ağır düş kırıklığı yaşarlar...
Hüzünle hüznü, sevinçle sevinci anlatacaklarını sananlar sonunda ağır düş kırıklığı yaşarlar...

Bazı yazarların yaşamları yazdıklarının üzerine kara bir bulut gibi çöker. Şalamov da bunlardan biridir. Şalamov, Stalin dönemindeki on yedi yıllık mahkûmiyeti süresince öykülerinde aktardığı acılı durumları muhakkak yaşamıştır.

Calvino, Görünmez Kentler’de Marco Polo ve Kubilay Han arasında geçen şöyle bir diyalog aktarır: “Peki köprüyü taşıyan taş hangisi?” diye sorar Kubilay Han. “Köprüyü taşıyan taş şu ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi” der Marco. Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler: “Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.” Marco cevap verir: “Taşlar yoksa kemer de yoktur.”1 Marco’nun cevaplarını iyi takip eden okur kurmacanın ruhunu yakalamak konusunda mahir olacaktır. Hem yazar hem de okur için ki bu iki özne artık çok yakınlaşmıştır zira okur metni yazardan daha ileriye götürebilir, köprünün kemerine odaklanarak ona kavsini veren taşları görmezden gelmek “benim oğlum bina okur döner döner yine okur” sözündeki öznenin durumuna düşmektir. Adnan Binyazar’ın anlatılanla yaşanan arasında bir bağ arayanlara ya da yaşadıklarımı yazdım diyenlere “Öykü Yazmak” yazısında iyi bir ders verdiği şu cümleleri hatırlatmak isterim: “Hüzünle hüznü, sevinçle sevinci anlatacaklarını sananlar sonunda ağır düş kırıklığı yaşarlar...”2

aşlar yoksa kemer de yoktur.
aşlar yoksa kemer de yoktur.

Kurmaca metni okurken yazarın biyografisini yazdıklarıyla aynı çizgiye getirmeye çalışmak da bir yazar kadar okuru da Binyazar’ın bahsettiği ağır düş kırıklığına götürür. Yavuz Demir’in de kurmaca metnin ‘neliği’ konusunda söyledikleri önemlidir: “Gerçeklik dediğimiz, dokunduğumuz değil, edebi metnin dilsel muhtevasının gerçekliğidir. Edebi kurmacada dünya, baştan başa ‘sözel bir yapılanıştır.’ Unutulmamalıdır ki objenin tasvirleri aynı zamanda objelerin var edilişleri/yaratılışlarıdır. Sayfalardaki kelimelerden başka bir şey olmayan bu ontolojik durum, bütün edebi kurmacaların metinlikle beraber oluşturmak zorunda oldukları ‘bağlam’dan ibarettir.”3 Bazı yazarların yaşamları yazdıklarının üzerine kara bir bulut gibi çöker. Şalamov da bunlardan biridir. Şalamov, Stalin dönemindeki on yedi yıllık mahkûmiyeti süresince öykülerinde aktardığı acılı durumları muhakkak yaşamıştır. Ancak bu öyküler ilk kez okumaya başlayınca anı parçaları izlenimi verse de zamanla hepsinin bir hatıralar zincirinden ne denli farklı estetik yapılara sahip olduğunu anlıyoruz.

Yazarın bu öyküleri yazarken acıdan ziyade haz duyduğunu dahi düşünüyorum. Cherry Brandy öyküsünde sanatsal hazzı yazar da vurguluyor: “En iyisi sadece şairin hissettiği, hiçbir şeyle karıştırılmaması gereken ve şiirin yaratıldığını, hem de mükemmel bir şekilde yaratıldığını ispat eden sanatsal hazdır.”4 Yazarın yaratım aşamasında aldığı hazzı okur da paylaşır. Kaldı ki okur metni değerlendiren kişidir. Nedir metni değerlendirmek? Klasik anlamda yazar bu öyküde ne anlatmak istemiştir sorusunun cevabını vermek mi? Elbette hayır. Değerlendirmek, kolaycılıktan ve laf ebeliğinden kaçarak metni içinde barındırdığı katmanlarla detaylandırmak ve yazarın bıraktığı yerden alıp onu daha üst bir noktaya -eğer hak ediyorsa- taşımaktır. Kolıma Öyküleri’ni değerli kılan onun dokümanter yanından ziyade Şalamov’un öyküde yakaladığı ustalıktır.

Kolıma Öyküleri’ni okurken nasıl olup da bu öyküleri onun yaşamından çekip alacağız diyebilirsiniz.
Kolıma Öyküleri’ni okurken nasıl olup da bu öyküleri onun yaşamından çekip alacağız diyebilirsiniz.

“Yılan Oynatıcısı” öyküsünün üzerindeki tozları biraz üflersek bir anda karşımıza Binbir Gece Masalları çıkmaz mı? Hepimiz biliriz ki Binbir Gece Masalları’nda Şehrazat’ı Şehriyar’ın vahşetinden kurtaran birbiri ardına ulayarak anlattığı hikâyelerdir. “Yılan Oynatıcısı” öyküsünde de anlatmak benzer bir işlev görür. Platonov, Canhara madeninden anlatarak nasıl kurtulduğunu şöyle anlatır: “Onların deyimiyle ‘roman aşırdığım’ adi suçlulara akşamları Dumas, Conan Doyle, ve H. G. Wells’in romanlarını anlatırdım. Karşılığında karnımı doyurur, üstüme başıma bir şeyler ayarlar ve beni az çalıştırırlardı.”5 Kolıma Öyküleri’ni okurken nasıl olup da bu öyküleri onun yaşamından çekip alacağız diyebilirsiniz. Zira öyküler okunmaya başlayınca okuru bu tuzağa doğru çekiyor. Şalamov’un karlar altındaki soğuk doğanın görünümüne bürünmüş öyküleri öyle ağdasız öyle sade ki okuyana anılarını naklediyormuş hissi veriyor. Her yazar kendi evreninden kursa da platosunu, ben Ferit Edgü’nün şu sözlerini her zaman kulağıma küpe yaparım: “Sanatçının amacı, algıladığı dış dünyayı vermek de olsa düşsel’in alanına sığınmak zorundadır.”6

Sanatçının amacı, algıladığı dış dünyayı vermek de olsa düşsel’in alanına sığınmak zorundadır.

Tanrı’nın Dahi Terk Ettiği Yer

Kitaptaki öyküler bir bütünün parçaları gibi; bunun da sebebi bütün öykülerin benzer bir atmosfere, benzer karakterlere, benzer kaderlere ve benzer mekânlara sahip olmasıdır. Öyle ki Kolıma için Şalamov’un Dublin’i diyebiliriz. Joyce için Dublin neyse Kolıma da Şalamov için aynıdır. Peki neresidir Kolıma? “Çocuk Çizmeleri” öyküsünde burası, Tanrı’nın yaratıp terk ettiği yer olarak tanımlanır. “Tanrı, çocuk dünyasından sıkılınca kendi yarattığı taygayı karla kaplayıp bir daha geri dönmemek üzere güneye gitti.”7 Tanrı kötü olanı terk etmeyi sever; o kötülüğe bulaşmış insanı da kötülükle anılan yerleri de kendi yaratmış olmasına rağmen terk eder. Tanrı, Kolıma gibi cehennemi de yaratmış, orayı da terk etmiştir. Bu noktada Dante’ye kulak verirsek cehennem kapılarındaki kitabelerden haberdar oluruz.

Şöyle yazılmıştır kapılara: “Ey buradan içeri girenler bırakınız her türlü ümidi.”8 Kolıma kampının kapılarında da mesaj veren yazılar mevcuttur. Anlaşılan bu cehennem geleneğini insanoğlu da kendi yarattığı cehennemlerde yaşatmış. “Kumanya” öyküsünde bu geleneğin Naziler tarafından da devam ettirildiğini okuyoruz. Bu kapı yazıları bir cehennem algısı yaratmaya yek başına yetmiyor elbette. Fakat önemli bir işlev üstlendiği kesin. Öykülerde geçen bu yeri tanımladık artık: İyinin terk ettiği soğuk cehennem. Burası güzellikleri öğütmek amacıyla kurulmuş bir yerdir. Kolıma ile cehennemi yakınlaştıran bir başka şey ise buraya düşmüş karakterler de cehennemdeki ruhlar kadar ümitsizdir. Onları bekleyen bir geleceğin olmadığını bilip mecburi bir yaşam sürerler. Eksi ellilere ulaşan soğukta, on altı saat çalışan bu zavallıların intihar bile gelmez akıllarına; soğuk öyle etkilidir ki bütün duygularını ellerinden alır. Eve dönmek gibi bir beklentileri yoktur.

“Süt Reçeli” öyküsünde vurgulandığı gibi yarından sonrasını düşünmezler; “Yarından sonrasını gözlerimizde canlandıramıyorduk.” Bir tas çorba, biraz ekmek ve bir parça uyku... hepsi bu. Bu noktada belirtmeliyim ki bunca acı ve zorluğa rağmen öyküler bu duyguları santimantalizmin ağına düşmeden, okura bir mesaj göndermeden, herhangi bir şeyle hesaplaşmaya girmeden okura ulaştırılıyor. Öykülerin güçlü yanlarından biri de bu. Şalamov’un da esas amacı salt gerçeklikten daha güçlü olan öyküye ulaşmaktır. Bunun için öykülerinde dillendirdiği bir poetikası da vardır; “Yağmur” öyküsündeki bir cümlesiyle bunu ortaya koyduğunu görürüz: “bu çirkin ağırlıktan güzel bir şey yaratmayı düşündüm...” Ayrıca “Kancık Tamara” öyküsündeki “Hatta biraz şairdi, demirden gül yapabilen bir ustaydı,” ifadesi de Şalamov’un yukardaki dizeyi tesadüfen bir karakterine söyletmediğinin bir kanıtıdır. Kolıma’da bütün kötülükler yaşanırken hikâyenin devam ediyor olmasının yegâne sebebi budur.

Sonsöz Niyetine

Bütün bunlardan sonra “Özdeyiş” öyküsünde bir cümle okuru bağlıyor ve onu gerçekle kurmacanın sınırına getirip oturtuyor. “Eğer inanmıyorsan masal farz et.”9 Belki de öykülerin özünü bu cümlede buluyoruz. Masallar gerçekten daha güçlüdür, bu yüzden milyarlarca insan onlara inanır. Danimarka Prensinin Polonius’a “kelimeler, kelimeler, kelimeler”10 cevabı ne kadar manidarsa “İnanmıyorsan masal farz et” de o kadar manidar ve biz okurlar için kıymetlidir. Kolıma Öyküleri’ndeki birbirini andıran kırk altı öyküyü de tek tek ele almak zor olsa da haddim olmayarak kurmaca ile biyografi sınırında gezinen bu öyküler için kendimce bir okuma rehberi olmaya çalıştım. Son söz Yavuz Demir’den olsun: “Kurmaca üzerine yazmak düello gibidir; ‘mukabele’ edeceksiniz onun hamlelerine ‘müdahale’ değil.”11

1 İtalo Calvino, Görünmez Kentler, Işıl Saatçıoğlu(çev.), İstanbul, YKY, 2016, s.127

2 Adnan Binyazar, Sözün Onuru, İstanbul, Can yay., 2018, s.156

3 Yavuz Demir, Hayat Böyledir İşte Fakat Hikâye, Ankara, Hece Yayınları, 2011, s.12

4 Varlam Tihonoviç Şalamov, Kolıma Öyküleri, Gamze Öksüz(çev.), İstanbul, Jaguar Kitap, 2019, s.94

5 Varlam Tihonoviç Şalamov, agy., s. 117

6 Ferit Edgü, Ders Notları(4.Baskı), Ada Yayınları, s. 41

7 Varlam Tihonoviç Şalamov, agy., s. 101

8 Dante Alighieri, İlahi Komedya(Cehennem), Feridun Timur(çev.) İstanbul, M.E.G.S.B. yayınları, 1989 s.89

9 Varlam Tihonoviç Şalamov, agy., s.365

10 William Shakespeare, Hamlet, Sabahattin Eyüboğlu(çev.), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s.52

11 Yavuz Demir, agy, s. 6