Geleneğin yeniden yorumu yahut postmodern metinler

Geçmişin hamlesi daima ileriye doğrudur.
Geçmişin hamlesi daima ileriye doğrudur.

“Merak, şuurun ilk hamlelerinden biridir. Daha ilk adımda ileriye doğru fırlatan ve dimağı sürekli hareketli kılan da odur. Doğrusu, böyle bir hamle, kendini araştıracağı dünyanın ortasında bulanlar için çoğu kez şaşırtıcı değildir.”

 Shakespeare, Milton ve Joyce gibi yazar ve şairlerden yola çıkılarak yeni, modern bir edebiyat ve sanatın kurulduğunu öne sürer.

Harald Bloom’a göre etkilenme endişesi “karmaşık bir güçlü yanlış okuma ediminden”, “şiirsel yanılgı ya da yanlış okuma” olarak adlandırdığı yaratıcı bir yorumdan doğar.1 Buradan yola çıkıldığında kimi metinlerin çıkış kaynağındaki “yaratıcı yorum”, yeninin ikamesi için gerekli olan endişeyi de beraberinde taşıyarak bir başka olanın kapısını aralar.

Yine Bloom’a dönersek Batı Kanonu adlı eserinde anglo-sakson merkezli öngörüsüyle Shakespeare, Milton ve Joyce gibi yazar ve şairlerden yola çıkılarak yeni, modern bir edebiyat ve sanatın kurulduğunu öne sürer.2 Bu tek merkezcil yaklaşımın yanlışlığını bir tarafa bırakırsak her toplumun kendine göre sanatsal bir geçmişi vardır. Bu geçmişten yola çıkılarak sonradan gelen ve bilinçdışında bu kültürün kodlarını kullanan her sanatçı, geçmiş sanattan dolaylı ya da dolaysız olarak “etkilenme endişesi” taşır.

Bunun ötesinde gerek bulunduğu coğrafya ve gerekse kültürlerin buluşma noktası olan Anadolu sahasında ticaret ya da türlü sebeplerle Arapça ve Farsçanın yanında Latince, İtalyanca hatta İspanyolcanın varlığı, kaçınılmazdır. Kaldı ki bu dillerden gelen kültürel etkilenmelerin etkisini görmezlikten gelmek bir yana bunu bir zenginlik olarak değerlendirmenin de zorunluluğunu hissetmemiz gerekmektedir. Sanatta daha çok Arapça ve Farsçadan gelen metinlerin göz önünde oluşu bir yana 16.yy’da Baki ve Fuzuli sonrasında ise Nedim’le artık bir Türk şiirinden söz ediliyor oluşu etkilenme endişesinin artık etkilemeye evrilmesini beraberinde getirir. Bugün sadece Şeyh Galip üzerinden yeni Türk şiirindeki Galip etkisi tartışılabilecek noktaya gelmişse3 ve bunu diğer şair ve yazarlar üzerinden gittiğimizde karşımıza geniş bir etkilenme soy-ağacının çıkmasını beklemenin şaşırtıcı olmayacağını bilmemiz gerekecektir.

Merak, şuurun ilk hamlelerinden biridir. Daha ilk adımda ileriye doğru fırlatan ve dimağı sürekli hareketli kılan da odur. Doğrusu, böyle bir hamle, kendini araştıracağı dünyanın ortasında bulanlar için çoğu kez şaşırtıcı değildir. Kâşiflerin yahut mucitlerin -bazen rüyalarına bile giren- beklentileri de bu yüzden dolu dolu geçer. Çünkü bellekte hatıraların, tecrübelerin hemen yanı başında birdenbire bu yeni hamleyle düzen değişir ve en baştan başlayarak bütün hatıralar, tecrübeler yeni bir anlam kazanır. Şimdinin hamlesi geçmiş ve yarını da içine alan bir genişlemeyle “yararlanma” ve “kullanma” ile şekillenir. Bir başka deyişle etkilenme, bu yönüyle iki ayrı uca açılır. Bunlar geleneği “kullanma” ve gelenekten “yararlanma”dır.

Merak, şuurun ilk hamlelerinden biridir.
Merak, şuurun ilk hamlelerinden biridir.

Geçmişin hamlesi daima ileriye doğrudur. Şair de tecrübeleri ışığında varlıktaki ahenge bakarak şiirde yeni bir hamleye girişir. Bu âlem, arif gibi şairin de gözünde hissedilebilir bir dünyadır ve sebepler âleminin sonuçlarından birisi olan duyular aracılığıyla kavrayış, bu yönüyle şairi aynı zamanda bir müşahit konumuna sürükler. Onun varlığa bakışı, aynı zamanda kendiliğine de bakışıdır. Dış dünya, onda iç dünyanın bir yansımasıdır. Merakı doğuran sebepler halkası, bu yansımadan yola çıkarak gittikçe genişleyen bir müşahedeyi ifade eder. Güzelin tekerrür edişi, bu müşahedede güzelin yaygınlaşmasıyla eşdeğerdir. Dolayısıyla geleneğin bu derinlikli yaklaşımı kimi zaman etkilenmeyi de zorunlu kılar. Örneğin Şeyh Galip’in her ne kadar Tarz-ı selefe tekaddüm ettim / Bir başka lugat tekellüm ettim dese de Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun başta olmak üzere kimi mesnevilerden ve felsefi risalelerden yararlandığı bilinir.4

Günümüz metinlerinde etkilenmenin boyutlarından biri olan “kullanma”, temel çıkış noktası olarak biçimsel dönüştürmeler bir yana bırakılırsa post-modern algı çerçevesinde bir kolaj ve yapıştırma hamlesinden öteye geçmez. Bu ameliyenin en görünür tarafı, popüler metinlerdeki (bunlara dizi film ya da sinema örnekleri de dâhil edildiğinde) egzotik yanılgı diyebileceğimiz oryantalist tavırdır. Sinan Yağmur, İskender Pala ve Elif Şafak’ın Aşk gibi metinleri bunun birer örneğini oluşturur. Kimi zaman aşırı-yorum bile sayılmayacak derecede ajitasyonun sınırlarında gezinirken kimi zaman da dönemin ruhuna aykırı harem hikâyelerine odaklanan bu yaklaşımların yanında Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ında Mevlana’daki ayna metaforunun farklı bir mekân kurgusunda yinelenmesi bu “kullanma”nın5 daha gelişmiş bir yönüne işaret eder. Yine Tomris Uyar ve ardından Murathan Mungan’ın Şahmeran hikâyelerini yeniden ele almaları da geleneğin ne kadar zengin olduğunu gösterir.

Yararlanma, kendindenlik ve ağırlıklı olarak da geleneğin yeniden yaşatılması anlamlarını taşır.

Bu bağlamda özellikle anlatma çerçevesinde günümüzdeki kimi yazarlar, bu kez gelenekten “yararlanma” metoduna farklı boyutlarda katkıda bulunmaktadırlar. Yararlanma, kendindenlik ve ağırlıklı olarak da geleneğin yeniden yaşatılması anlamlarını taşır. Bir dönüştürmeden ziyade kendi içinde bir “yeniden üretme”dir. Attila İlhan ve Behçet Necatigil’in kimi şiirlerindeki ses ve söylem düzeninin divan şiirinin kimi metinlerine birer gönderme oluşu buna bir örnek oluşturur. Bu yeni bakış açısı, modernitenin aldığı yıkıcı tavırdan uzak bir kaçış alanı olarak da tasavvur edilebilir. Kimi zaman fantastiği de içine alan bu eserlerin tasavvur dünyası, hiç şüphesiz bugünden geçmişe dönüşü ifade eden bir buluntu bir metni içine alan postmodern bir tavrı değil aksine o döneme ve insanına içeriden bakma anlayışını da hatırlatır.

Bu metinlerin dikkat çeken yönü, gerçeklik tasavvurlarını Doğu’yu yalnızca masalsı, egzotik bir malzeme olarak görmekten öteye geçerek gerçek-ötesine taşıma gayretleri ve bunu yaparken de modern anlatı teknikleriyle harmanlamalarıdır.

Anlatma atmosferi ve dil vb. gibi boyutlardaki çeşitlilik, gelenekten yararlanmanın günümüzde daha ağır bastığı düşüncesini akla getirir. Atmosfer oluşturmadaki başat öğeler, hiç kuşkusuz mekân, zaman ve kahraman seçimiyle belirlenir. A’mak-ı Hayal ile başlayan bu süreçte modern ile geleneksel olana bir buluşma noktası tayin edilmiş sanatçılar, köklü bir geçmişe sahip anlatma sürecimizi giderek zenginleştirmiştir. Bu metnin ilgi çekici yönü kendinden önceki Muhayyelat ve Müsameretname örneklerinden farklı olarak modern düşüncenin bakış açısını kullanması; fantastiği tekinsiz olandan çıkarıp bir orta yol bulmasıdır. Raci’nin Hatıraları alt başlığıyla da anılan serüvende Raci’nin mezarlığa gelip Aynalı Baba’yla buluşmasına kadar geçen süreç, modern bir anlatının sınırlarında gezinirken birdenbire 1001 Gece Masalları’nı andıran bir tavırla olağanüstülülüğe doğru geçiş yapar. Yer yer halk anlatılarında olduğu gibi nazım ve nesrin karıştığı bu metin tasavvuru, bizim gelenekle kurduğumuz bağın neredeyse ilk halkasını oluşturur. Nitekim batı sanatıyla ilk temaslarımızı bilinenin aksine 1830’lu yıllara geri götürürsek Filibeli Ahmed Hilmi’nin bu kitabı önemli bir yerde durmaktadır.

Bir çizer olarak tanınan ancak romana getirdiği yeniliklerle de dikkatleri çeken Hasan Aycın’ın çizgilerine yakından baktığımızda bu farklılığın onun küçükken dinlediği ve sonra da kaleme aldığı masallardan, hikâyelerden geldiğini anlarız. Genellikle halk anlatılarına, risalelere ve kahramanlık destanlarıyla mesnevi geleneğine yaslanan Esrarnâme, Sahipkıran ve Bin Hüseyin gibi anlatıları, onu gelenekle içli dışlı bir yazar olarak tanımamızı zorunlu kılar. Oldukça yalın bir dille sunulan Sahipkıran’ı meddah geleneğindeki anlatma sürecinin edebiyatımızdaki yeni açılımlarından biri olarak kabul etmeliyiz.

Sadık Yalsızuçanlar’ın İbn Arabi, Said-i Nursî ve Harakanî gibi şahsiyetler etrafında çizdiği tablolar da kahraman atmosferine başarılı birer örnek gösterilebilir. Dokusunu geleneksel olanın içinden çekip çıkardığı dil atmosferi de dâhil edildiğinde Yalsızuçanlar’ın entelektüel bilgisiyle geniş bir tasavvufî mecra bulduğu ve sonraki yıllarda bu alanı dini şahsiyetler bağlamında daha da genişletmeye çalıştığı göze çarpar. Özellikle biçime getirdiği yenilikler, iç dünyanın geleneksel metin algısıyla harmanlanması dikkat çeken yeniliklerdendir.

Nazan Bekiroğlu, Nun Masalları’yla başlayan anlatma yolculuğuna romanlarıyla devam etmiş.
Nazan Bekiroğlu, Nun Masalları’yla başlayan anlatma yolculuğuna romanlarıyla devam etmiş.

Nazan Bekiroğlu, Nun Masalları’yla başlayan anlatma yolculuğuna romanlarıyla devam etmiş; kimi zaman post-modernin sınırlarına varır gibi görünse de gelenekten yararlanma yolunda başarılı örnekler vermiştir. Dil aracılığıyla elde ettiği kazanımları, özellikle muhayyel kahramanlar üzerinden şekillendirirken döneme dair mekân ve atmosfer oluşturmaya dayalı tasvirlerle de süsleme yoluna gitmiştir.

Yasemin Karahüseyin’in özellikle ilk romanı Ademin Kanadı hem atmosfer yaratmada hem de kahramanların dilinden tavırlara kadar gelenekselin içinde düşünülerek dönemin tasavvufi birikimini yansıtması bakımından ilgi çekicidir. Romanın en etkileyici yönü, hiç şüphesiz dönemin karmaşık düşünsel algılarını tefrik etme, dönemin ruhunu yalnızca duygusal bir dil üzerine yoğunlaşmak yerine din, dil, yaşayış ve bilgi nesneleri arasında kurulan ilişkilerin başarısındadır. Fantastiğin uçarılığına kaçmadan elde edilen bilgiyi mekân, kurgu ve özellikle de dil açısından bir bütüne kavuşturma çabası, doğrusu alkışlanacak bir yaklaşımdır.

Naime Erkovan, her kitabında farklı tatlar, teknik ve girift ayrıntılarla okuru buluştururken özellikle Ay ve Güneş Kumpanyası’ndaki öykülerinde kendi bakışını katarak imgelere sembolik bir işlev yükler. Bir diğer deyişle öznel olan imgeye çok katmanlı bir sembolik algı içinden bakar. Bu, yalnızca geleneksel olanın yeniden yorumlanması yoluyla elde edilen bir çaba ile anlaşılmaz elbette. Asıl tavır, çoğu kez modernliğin yıkıcı bakışına karşı muhalif bir tutumdur. Ancak burada dikkati çeken unsur, gelenekteki iyimser bakışın modernliğin kötücül bakışıyla birlikte hareket etmesidir. Böylelikle hem fantezideki tekinsiz durum ortadan kaldırılmış hem de yanlış algılana gelen geleneğin iyimser anlamı onarılmış olur. Göndergeleri geleneğin derinlik algısıyla beslenen imgelere, bu yüzden karşıtlıklara ait bu yeni bakışın alt okumaları olarak bakılabilir. “Leyla Yolu” öyküsünde Leyla, çirkindir ancak bu onun sevmeyi bildiğinden ötürü güzelleşmesinin önündeki engel değildir. Onun için kapatıldığı kafesten çıkarak kendisi için açılan mezara girmesi ve uyandığında yani okuyucunun aydınlanan belleğinde yeniden anlam kazandığında güzelleşeceğine inanması, yine bir beklentiyi beraberinde getirir.

Hayrettin Orhanoğlu da Hâfız İle Kâtip, Adımı Aşk Verdi ve Aşkın Aynaları-Burçlar Kitabı serisiyle anlatıdaki yolunu Feridüttin Attar’ın otuz kuşundan yola çıkarak oluşturur. Nesir olması dışında mesnevi türünün bütün özelliklerini yansıtan bu anlatılarında yeni bir biçim yaratma arayışındaki özgünlük, özellikle felsefi risalelerle mesneviler arasında bir geçiş noktası bulma gayreti, yeniden adlandırmak değilse bile gelenekten yararlanmanın yeni bir ifadesi olarak değerlendirilebilir.

Sonuç Yerine

Geçmiş tasavvuru, yukarıda sözünü ettiğimiz metinlerde elbette geriye dönüş tekniğiyle sınırlı kalmamakta, geleneğe aidiyetin de bir göstergesine işaret etmektedir. Bu metinlerin dikkat çeken yönü, gerçeklik tasavvurlarını Doğu’yu yalnızca masalsı, egzotik bir malzeme olarak görmekten öteye geçerek gerçek-ötesine taşıma gayretleri ve bunu yaparken de modern anlatı teknikleriyle harmanlamalarıdır. Denilebilir ki günümüz anlatı dünyası, kendi geçmişiyle geçmişle gerçekten barışmış ve çeviriler yoluyla da hak ettiği bu ilgiyi görmeye başlamıştır bile.

Burada okurun kolay olana, duygusal sömürüden yana metinlere yönelmek yerine geçmişiyle olan köprülerini yeniden inşa etmesi; Doğu’yu oluşturan asıl metinlerle (felsefî risaleler, kelâma dair kimi metinler ama en çok da sanata dönük halk hikâyeleri, mesneviler, gazel ve kasideler vb) birlikte yeni bir gelecek tasavvuruna yönelmesi zorunludur. Çünkü gelenek bir bütündür ve parçalanarak ele alınamaz.

  • 1 Harald Bloom, Etkilenme Endişesi (Çev., Ferit Budak Aydar) Metis Yay., İst., 2008 s.20
  • 2 Bu Anglo-sakson yaklaşımın tehlikeli yanı Anglo-sakson dışı edebiyat ve sanatı da dışlamak, kötülemek olsa gerek. Hatta ona göre Heidegger, Nitzsche yahut Goethe, Shakepeare kadar güçlü ve etkili değildir. Bkz., Harald Bloom, Batı Kanonu (Çev., Çiğdem Pala Mull) İthaki Yay., İst., 2014
  • 3 Bkz., Beşir Ayvazoğlu, Şeyh Galib Kitabı, İst. Büyükşehir Belediyesi Yay., İst., 1995
  • 4 Bkz., Hayrettin Orhanoğlu, Aşkın yolcuları, İz Yay., İst., 2017
  • 5 Burada “kullanma” ile ifade edilen kavramsal açılımı tümüyle olumsuz bir göndermesi düşünülmemeli aksine söylemsel bir aktarmayı da akla getirmemiz gerekir.